(ﻫﺎﻟﻪ) i. (Ar. hāle)
1. Ayın, bâzan da güneşin etrâfında görülen parlak halka şeklindeki ışık, ay ağılı, ayla: Hâle-i mâh gibi sîneye çekmiş mihri / Bezm-i vuslatta o kim yâri derâgūş eyler (Fıtnat Hanım). Sanma Gālib hâledir mâhı derâgūş eyleyen / Çarha binmiş halka-i dûd-ı siyâh-ı âhtır (Leskofçalı Gālib). Semâsında mehtâbın ördüğü hâleler var (Orhan S. Orhon).
2. teşmil. Bir nesnenin etrâfını çevreleyen dâire biçimindeki şey: Başında saçları efsürde hâle-i beyzâ (Hüseyin Sîret). Alnında iç içe altın halkalar dizili bir hâle (Yusuf Z. Ortaç). Bir an gözlerime bak ve uzat ellerini / Son azîzeler gibi saçlarında bir hâle (Ziyâ O. Sabâ).
● Hâle-dar (ﻫﺎﻟﻪ ﺩﺍﺭ) birl. sıf. (Fars. dār “sâhip ve mâlik olan” ile) Etrâfı hâle ile sarılmış, hâlelenmiş, hâleli: Sahbâ-yı neşât girmedi câmımıza / Ol mâh-ı münîri hâle-dâr edemedik (Azmîzâde Hâletî). Hâle-dâr eyleyince bedri şafak / Bu kadar dil-nişîn olur ancak (Mehmet Âkif). Bir havâ-yı gam-âgîn ile hâle-dâr idiniz (Hüseyin C. Yalçın).
● Hâle-var (ﻫﺎﻟﻪ ﻭﺍﺭ) birl. sıf. (Fars. -vār ekiyle) Hâle gibi: Sardın o mâhı nûr-ı nigâh ile hâle-vâr (Leskofçalı Gālib).