Biraz yönetmenden bahsetmek istiyorum aslında. Bir belgesel ve bir kısa filmini kenara bırakırsak yönetmenin üç filmi var. Down to the Bone (2004), Winter's Bone (2010) ve Leave No Trace (2018).
Down to the Bone'da uyuşturucu bağımlısı bir annenin hikayesini anlatıyordu ve "eski alışkanlıklar zor ölür" diyordu. Winter's Bone'da hasta annesine ve iki kardeşine bakmaya çalışırken bir de babasının yasadışı işlerinin tüm yükünü sırtlanan 17 yaşında bir kızın birkaç günlük hikayesini işliyordu. Ancak benzeri konuları işleyen birçok filmden ayrılan yoğun bir anlatım dili vardı. Filmlerini izlerken sinematografisinin gittikçe iyileştiğini gördüm.
Basitçe söylersem filmlerde planlar sahneleri, sahneler sekansları, sekanslar da filmi oluşturur. Bir benzetme yaparsam, film dilinde planlar kelime, sahneler cümle, sekanslar paragraf, filmin kendisi de bütün bir metin olur. Şair ruhlu bir yönetmenin elinde planlar mazmuna, sahneler beyite, sekanslar kıtaya, film de şiire dönüşür.
Bu yönetmenin filmleri şiir gibi miydi? Emin değilim. Ancak basit edebiyat da yapmıyordu. Kesinlikle sığ bir yönetmenden bahsetmiyorum. Bir derinliği vardı ve bu da hikayenin değil onun derinliğinden geliyordu. Özellikle ikinci ve üçüncü filmlerinde bunu çok yoğun hissettim. Bir mezat sekansıyla insanı tefekküre çağırabilmek her yönetmenin harcı değil bence (Winter's Bone).
Birinci filmiyle ikincisi arasında altı, ikinciyle üçüncü arasında sekiz sene beklemiş (arada bir belgesel çekmiş). Yaptıklarına bakarak boşuna beklemediğini düşünüyorum. Bu süreçlerde sade informasyon biriktirmediğine aynı zamanda ilham biriktirdiğine de inanıyorum. Çoğu yönetmenin ikincisinden pek nasibi olmuyor ama bu nasipli bir yönetmenmiş.
Ne diyim, ben yönetmeni sevdim ve takip edeceğim. İyileşen ivmesi devam ederse bir sonraki filmi daha güzel olacaktır. Hollywood'da böyle bağımsız insanları bulmak zor sonuçta.
Leave No Trace'de çayır çimen çekeyim, doğada nasıl hayatta kalınır anlatayım natüralizm olsun dememiş. Yararsız sistem eleştirisine girip, tutarsız antikapitalizm de yapmamış. Müzikleri en minimal düzeye indirmiş, hatta karakterlere söyletip kısmen amatörize etmiş. Ben bunu yoğun müziklerle ayarsız dramatizasyona girmeme kaygısı olarak yorumladım. Yaptığı sanatın inceliklerini bilen, tuzaklarına düşmeyen biri olduğuna kanaat getirdim.
Bir konu daha. Aslında feminizmden pek anlamam o yüzden bu konuya fazla dalamıyorum ama okuduklarımdan yola çıkarak şunu söyleyebilirim; feminizmin sinemaya iki güzel getirisi oldu; Granik gibi kadın yönetmenler ve bilinçli (özne) kadın seyirciler.
Elbette her yönetmeni kadın olan film feminist, her yönetmeni erkek olan film de antifeminist olmadı.
Şimdilik Granik ve filmlerini dört sıfatla vasıflandırdım. Bilinçli, ruhlu, sade ve sanatlı. Birinci film bilinçli ve nispeten sadeydi. İkincisi Bilinçli, nispeten sade, ruhlu ve nispeten sanatlıydı. Üçüncüsünde bu dört vasıf da vardı.