Korsanfan.Com - One Piece Türkiye
Korsanfan.Com - One Piece Türkiye
Neler yeni

En Son Hangi Kitabı Okudunuz?

  • Konbuyu başlatan Reversi
  • Başlangıç tarihi
He ben eski basımlarını falan okuyorsundur diye düşünmüştüm. :(
Epey kitabı var çünkü. Zahmet olmazsa ilk bir iki sayfasını atabilir misin? Bir de bölümün son sayfasını. Okuyalı 12 sene falan oldu. Aradığım seri olduğuna yüzde 85 eminim ama tamamen emin olmak istiyorum.
Aynen çok var 200'den fazla diye biliyorum. 20 küsür de Türkçeye çevirilmiş var galiba ama en kolay bu 3lü bulunuyormuş, ben de nadir değerli sanıyordum :artiz: Evde değilim gidince atayım. İnternette de pdf olarak arayıp bakabilirsin ilk sayfalara.
 
Aynen çok var 200'den fazla diye biliyorum. 20 küsür de Türkçeye çevirilmiş var galiba ama en kolay bu 3lü bulunuyormuş, ben de nadir değerli sanıyordum :artiz: Evde değilim gidince atayım. İnternette de pdf olarak arayıp bakabilirsin ilk sayfalara.
Baktım! Teşekkürler artık zahmet etmene gerek yok kesinlikle bu kitaplar.
 
Yüzbaşının Kızı - Puşkin



Bu şarkı @Reversi için gelsin.. Güzel kitaptı. İstese 500 sayfa bile olabilirmiş ama birçok şeyi atlayarak ilerlemiş. Tavsiye ederim.. ve son olarak;

Daha iyisini bulursan unutursun beni,
Daha kötüsüne düşersen ararsın beni.

- Halk Türküsü
 
Hele şükür bitti. Filibeli Ahmed Hilmi'nin Amak-ı Hayal adlı kitabına başlayacam şimdi de.



gabriel garcia marquez'in 12 öyküden oluşan kitabı. özellikle çullukların gecesi ve son 2 hikaye oldukça etkileyici.


sırayla

üçüncü teslimiyet
eva, kedisinin içinde
tubal-kabil bir yıldız dövüyor
ölümün öteki kaburgası
aynayla sohbet
üç uyurgezerin çilesi
natanael'in ziyareti
mavi köpeğin gözleri
saat altıda gelen kadın
çullukların gecesi
birisi bu gülleri darmadığın ediyor
yağmurun içinden bir adam geliyor


"görünmez bir güneş omuzlarımızı ısıtmaya başladı. ama güneşin varlığı bile ilgimizi çekmiyordu. mesafe, zaman ve yön kavramımızı kaybetmiş halde orada, nerede olduğunu bilmediğimiz bir yerde oturduk. yanımızdan birçok ses geçti. 'çulluklar gözlerimizi oydu,' dedik. seslerden biriyse şöyle dedi: 'bunlar gazeteleri fazla ciddiye almışlar.' sesler ortadan kayboldu. bizse öylece, omuz omuza oturmaya devam ettik."
rüyalar, kazalar, pişmanlıklar, inanç, özlem ve ölüm...
büyülü gerçekliğin gizemli ve puslu atmosferlerle buluştuğu bu öykülerde gabriel garcía márquez, yatalak bir genç adam, kedisinin bedenine girmek isteyen bir kadın, evladının ölümünün yaraladığı bir anne, ikizi ölen bir kardeş, gözleri çulluklar tarafından oyulan üç adam, kurbanını sabırla bekleyen ölüm meleği gibi birbirinden çok farklı kurgusal ve mitolojik kahramanlara gönderme yapan kişiliklerin, bedensel ve düşünsel hassasiyet anlarını anlatıyor.
yazarın ilk eserlerini barındıran mavi köpeğin gözleri, márquez'in 1947-1955 yılları arasında yazdığı on iki öyküden oluşuyor. kitap, tarzı, temaları, karakterleri ve bilhassa yazarın "yüzyıllık yalnızlık'a değişmem," dediği "çullukların gecesi" öyküsüyle bir márquez şenliği.
 
Adam tee 1908 yılında efsane kitap yazmış. Filmi çekilse başyapıt olur yeminle. Tolkien'a rahmet okutmuş :D İkinci hikaye efsane.




"Bu kitabı, hakikat aşkıyla yanan, akılla kavranamayacak konuları merak eden insanların zevkle okuyacağı kanaatindeyim." Filibeli Ahmed Hilmi kitabını böyle takdim ediyor okurlarına. 1865 yılında Bulgaristan'ın Filibe şehrinde dünyaya gelen Filibeli Ahmet Hilmi (1865-1913), Galatasaray Lisesi'ni bitirmiş, Düyunu Umumiye'de memurluk yapmış, siyasi nedenlerle Beyrut, Mısır ve Libya'da kalmak zorunda kalmıştır. Çıkardığı gazeteler dönemin yöneticileri tarafından kapatılmıştır. Çeşitli gazetelerde yazılar yazan ve tasavvufla ilgilenen yazarın 40 kadar eseri vardır.

Amak-ı Hayal, 23 "fantastik" hikâyeden oluşuyor. Ne var ki Ahmed Hilmi bey, tasavvufla tanıştıktan sonra kaleme aldığı bu hikâyeleri çok ciddiye alıyor ve şöyle diyor:

"Okuyucularımıza sunduğumuz bu hikâyeler (bunların hikâye olup olmadığı iyi düşünülmelidir) eğer beğenilirse kendimizi bahtiyar sayacağız. Zira, bu kitaba rağbet edilmesi, insanların ciddi meselelerle ilgilendiğini göstermesi bakımından çok önemli." Ahmed Hilmi Bey'in bütün bir kitapta vermeye çalıştığı ders şu metinde gizli: "Ey avare yolcu! Yürü! Durma, yürü! Bu geçici alemin zevkleri seni Allah'a kavuşmaktan alıkoymasın. Bu eşsiz manzaraların, bu güzelliklerin hepsi yalnızca bir rüya ve hayaldir. Ey zavallı ziyaretçi!Yürü! Durma, yürü! Yürü, kendi aslına kavuş. Kemalin dereceleri bunlardır. Geçici süs ve gösterişi terk edip, yürü ki Allah'a kavuşma kadehinden içesin. Yürü ki, yokluk meydanında Allah'ın kudretini ve sırrını göresin."


EY YARATANIN NURU
ZULMEDENLERİ MAHVET


Mezarlıktan çıkıp eve gittim. Annem şaşkın bir haldeydi. Her gece beni sarhoş görmeye alışmıştı. Geceleri eve her zaman sabaha karşı gelirdim. Hasta olmadığıma annemi inandırdıktan sonra beni kendi halime bıraktı. Hayallerimi düşünerek vakit geçiriyordum. Erken uyudum. Ertesi günü erkenden çarşıya gittim. Birkaç küçük tencere tabak, sahan, kaşık, bir mangal ve bunlara benzer lüzumlu eşya ile yağ, pirinç, kahve gibi şeyler aldım. Erkence mezarlığa gittim. Aynalı Dede kulübesinin önünde oturuyordu. O‘na vermek istediğim hediyeleri kabul etmedi. Kahve pişirdi, kahvelerimizi içerken bir süre sohbet ettikten sonra yemek yedik. Yemekten sonra üzerimize çöken ağırlığın etkisi ile biraz uyuduk. Sonra kahvelerimizi içtik. Dede ney’ini aldı. Önceki gün olduğu gibi ince sesi ile gazel söyleyerek ney’i üflemeye başladı. Okuyordu:


Bu şuûn, alem,


Bi sebat ü bi kadem


Nerde Havva, Adem?


Varsa aklın ey dedem.


Dem bu demdir, dem bu dem!


Dem bu demdir, dem bu dem!




Yad-ı mazi bahşeder


Hayfü alam ü keder


Olma meşgûl-i kader


Kimse kalmaz hep gider.


Dem bu demdir, dem bu dem!


Dem bu demdir, dem bu dem!




Sen gibi bir saile


Hayf değil mi gaile?


Olma meşgul hal ile


Derd-i istikbal ile


Dem bu demdir, dem bu dem!


Dem bu demdir, dem bu dem!




Bu hayatta yok vefa,


Her günü derd ü cefa,


Ey müştak-ı safa,


Ömrünü etme heba,


Dem bu demdir, dem bu dem!


Dem bu demdir, dem bu dem!




Kim bilir edhem imiş?


Bilmeyen sersem imiş,


Gayesi bir dem imiş,


Ma’dası hem imiş,


Dem bu demdir, dem bu dem!


Dem bu demdir dem bu dem!


Biraz sonra neyin sesi hafif ve hoş bir tını halini aldığı sırada dalmışım. Yeni bir yer görmeye başladım. Mecusiliğin kurucusu Zerdüşt’ün yaşadığı şehir olduğu söylenen Belh şehrinde bir evde bulunuyordum. Yatağımdan yeni kalkmıştım. Odama bir kadın girdi. Bu benim karımmış. Benimle Farsça ile Sanskritçe arası bir dil ile konuşuyordu. Garip olan şu ki ben de bu dili tamamen biliyordum, iki şahıstan meydana gelmiş bir insandım. Hem bendim, hem binlerce sene evvel yaşayan bir İranlı. Kadın dedi ki:


– Geç kalıyorsunuz. Artık elbisenizi giyiniz bayram şenliğini zamanında izleyebilesiniz.


Önce kahvaltımı yapıp karnımı güzelce doyurduktan sonra elbiselerimi giydim. Elbisem, sırtıma geçirdiğim şaldan uzun bir gömlek ile belime sardığım bir kuşaktan ibaretti. Başımda sivri bir külah. Sokağa çıktım. Bir insan kalabalığı, heyecan ve telaş içinde yürümekteydi. Ben de onlara uydum. Sokakları dolaşa dolaşa bir meydana çıktık. Binlerce, yüz binlerce insan toplanmış, meydanın tam ortasında büyük bir çadır kurulmuştu. Nereye geldiğimi, ne olacağını bilmediğimden yanımda bulunan adamlardan birisine sormaya mecbur oldum. Bana:


– Bugünden itibaren kırk gün bayram şenlikleri yapılacak. Şimdi tellallar gelecek ve herkesi sınava davet edecek. Herkes birer birer Zerdüşt’ün huzuruna gidecek. Kim doğru olan cevabı verip doğru sözü söylerse gerçeğin gösterisine izinli sayılacak. Alnına refah ve mutluluk çizgisi çekilecek. Doğru olan cevabı veremeyen kim olursa bu gösteriyi izleyemeyecek. Alnına kaderinin kötü olacağını belirten bir çizgi çizilir. Ancak güzel bir iş ve harekette bulunursa o çizgi kaybolur. Çoluk çocuğu, akraba ve dostları sevinçlerinden düğün yaparlar, dedi.


Ben hiçbir şey bilmediğim için doğal olarak bu soru cevap olayına katılmayacaktım. Alnıma şanssızlık çizgisi çizilecekti.


Geldiğime pişman oldum. Evime dönmeye karar verdim. Daha önce konuştuğum adama fikrimi açtım:


– Sakın, gideyim deme! Çünkü gelmeyenlerin, gelip sınava katılmayanların alnına kötü kader yazısı yazılır, dedi.


Bu zorunluluk karşısında en kolayı olarak sınava girmeyi kararlaştırdım. Tellallar çağırmaya, herkes birer birer ve bir düzen içinde çadıra yaklaşmaya başladı. Benim yerim çadıra çok uzak olmadığından bir saat içinde kapısına vardım. Bir kapıcı herkesi teker teker çadıra sokuyordu. Sıra bana geldi, içeri girdim. Zerdüşt yüksek bir tahtta oturmuş, başında altından yapılmış bir taç, üzerinde çok kıymetli bir kaftan vardı. Etrafında kırk kadar ihtiyar, saygı belirtisi olarak elleri göğüslerinde, ayakta duruyorlardı. Meclisin büyüklüğünden ve yüceliğinden şaşırdım, kaldım. Cahillik ile utangaç ve ayıplanmış bırakılmamam için içimden duaya başladım. Zerdüşt sordu:


– Nereden geldin?


Kalbimden gelen bir sesle şu cevabı verdim:


– Sebep ve hikmet sorulmaz Allah’tan!


– Niçin gönderildin?


– Allah nur ile zulmü ayırmak, nur ile adil, zulüm ile ezici olmak istedi. Nuruna (Ben), zulmünden ayrıyım zulmü benden başkalarına dedim.


– Nuru ne, zulmü ne?


– Nuru iyilik için zalim olan Ehrimenle dövüşen Hürmüzdür.


– Hangisi galiptir?


– Şimdi her ikisi eşittir. Ne Hürmüz Ehrimen’e, ne Ehrimen Hürmüz’e üstünlük sağlayamaz.


– Bu zıtlık, karışıklık nedir, sonu ne olacak?


– En sonunda Hürmüz Ehrimen’e galip gelecek. Yeryüzü hep nur olacak.


– Sonra ne olacak?


– Allah hep ben diyecek, benden başkası demeyecek.


– Sen kimsin, kiminsin?


– Ben nurun yanında olanlardanım, Hürmüz’ünüm.


Zerdüşt ellerini kaldırdı:


– Allah seni nur etsin, dedi.


Alnımda, iki kaşımın ortasına kadar inen yemyeşil bir çizgi belirdi. Zerdüşt’ün yanındaki ihtiyar ulular:


– Allah mübarek etsin, Allah mübarek etsin, dediler.


Huzurdan çıktım. Alnımdaki yemyeşil çizgiyi gören halk sonsuz bir saygıyla kalabalığı yarmakta, bana yol açmaya uğraşıyorlardı. Çadırın kapısında, yanıma arkadaş verilen rehberin yardımı ile meydanın bir tarafında hazır bekleyen atlara bindik. Doğu tarafında görülen zümrütlü tepelere doğru gittik. Birkaç saatlik yolculuktan sonra bir kervansaraya ulaştık. O günün kalan zamanını orada geçirdik. Ertesi gün sabahleyin uyandırıldık. Rehberim beni bir odaya götürdü ve dedi ki:


– Çok şiddetli bir savaşa gireceksin. Kılıç, kalkan, gürz gibi savaş aletlerini kullanmakta yeteneğin var mıdır? Gel seninle bir deneme yapalım.


Rehberimle beraber girdiğimiz oda çeşit çeşit silahlarla doluydu. Rehberim bana bir zırh giydirdi. Elime bir gürz almamı işaret etti. Ben kendimde büyük bir kuvvet ve yetenek hissediyordum. Gürz oyunlarında ve arkasından kılıç kullanmada olan yeteneğim sayesinde rehberimin takdirini kazandım. Varolan silahların en mükemmellerinden birer takım aldıktan sonra kanatlı atlarımıza bindik. Akşama kadar uçtuktan sonra korkunç bir dağın eteklerine ulaştık. Dağ o kadar yüksekti ki tepesi görünmüyordu. Sanki tepesi gökleri yarmış, bilinmeyen yüksekliklerde kaybolmuştu. Rehberime bu dağı sordum:


– Tepe Dağ! cevabını aldım.


O geceyi dağın eteğinde geçirdik. Güneşin doğması ile beraber atlarımıza bindik. Bu sefer dağın tepesine doğru uçuyorduk. Atlarımızın ilk hızı, her türlü düşüncenin üstündeydi. Sonunda dağın tepesine vardık. Buradan gözlerimize çarpan manzara, insan gözünün görmediği, hiçbir hayalin hiçbir düşüncenin ulaşamayacağı bir şekildeydi. Dünya kadar geniş bir meydan görülüyordu. Bu meydanın sol tarafına denk düşen yarısı, bizim bildiğimiz en karanlık gecelere aydınlık dedirtecek kadar simsiyahtı. Sağa gelen yarısı ise ışığa sönük dedirtecek kadar parlaktı. Aklımız ve duyularımız, şaşılacak organlarımızdan olan gözlerimiz, görme kuvvetini yakan bu ışığa dayanabildiği gibi o cehennemi andıran karanlığın her tarafını da aydınlıkmış gibi görebiliyordu. Sanki mahşer meydanını andıran bu yerde sayılamayacak kadar insan toplanmıştı. Bunların bir kısmı meydanın sağ tarafında yani ışık denizinde, bir kısmı ise zulüm denizinin karanlığında bulunmaktaydı. Ve her ikisinin arası boştu. Bu boşluğun sonunda iki büyük taht kurulmuştu. Bunlardan nur tarafında bulunanın üzerinde Hürmüz oturmakta ve o güzel yüzünden çıkan eşsiz şimşek parıltısı, o nurlar içinde bile görülebilecek kadar parıltılar saçmaktaydı.


Karanlıklar içinde kurulmuş olan tahtın üzerinde, en korkunç yaratıklardan daha çirkin, en çirkin devlerden daha pis yüzlü Ehrimen oturmaktaydı. Ancak bütün bu hayret verici manzaraları olanca yüceliği ve büyüklüğü ile örten, Ehrimen ile Hürmüz’ün tahtları arasında ve her ikisinin başları hizasında, gökte asılı duran bir tahttı. Biz meydana çıktığımız zaman doğruca Hürmüz’ün tarafına yöneldik. Biraz sonra meydanda ortalığı yıkan bir gürültü ortaya çıktı. Her ağızdan:


– Bakınız, bakınız!. Allah’ın emri yere indi, sözleri çıkıyordu.


Gökyüzündeki tahtın üstünde, insan düşünün bütün aşkı ile özlediği güzellikleri alt etmiş bir peri ayaküstü duruyor ve elinde bir küre tutuyordu. Bu kürenin doğusu aydınlık, batısı karanlıktı. Aydınlık ile karanlık arasında (nur ile zulüm arasında) öyle bir denge vardı ki ne nurdan zulme, ne zulümden nura bir geçiş oluyordu.


Sağ taraftaki halk:


–Karanlıkları kaldır, diye bağırdılar.


Ehrimen taraftarları ise:


– Deycur! (Ehrimen) gerçeği göster, diye bağırıyordu.


Bir güzellik eseri olarak, uzak ve yakın her kulağa kadar gelebilen tatlı bir ses ile nur yüzlü peri cevap verdi:


– Bu meydan, adalet ve sınav meydanıdır.


Bunun üzerine herkes derin bir sessizliğe büründü ve her iki taraf alçak gönüllülük ve sessizlikle duaya başladı


Her tarafa hâkim olan sessizlik arasında Hürmüz ayağa kalktı. Şu konuşmayı yaptı:


– Ey insanoğlu! Tanrı sizi kendi gibi nur olmanız için yarattı. Sizi bütün yaratıklara tercih etti... Size her türlü nimetleri sağladı. Ancak sizi nurken zalim karıştırdı. Ruhken cesetle birleştirdi. Böylece nefret ettiği karanlığı, kabul ettiği nur ile kaldırasınız. Ey insanoğlu! Nur benim. Bana gelin. Benim olun. Ben olun. Nurun iyiliklerinden olan güzelliklerle donatın kendinizi. Korkunuz. Hemcinsinizi kendi isteklerinizin önünde tutun. Kin, kıskançlık, nifak, hiddet, düşmanlık, hırs ve haset gibi çirkin zulüm özelliklerinizi benliğinizden atınız. Her durumda tanrıya şükrediniz. Her ne verdiyse onunla yetininiz. Yani bu imtihan yerinden nurdan olan iyilik özellikleri ile gidiniz ki güzellikler âlemi sonsuza kadar sizin yaşadığınız yer haline gelsin.


Hürmüz oturdu. Ehrimen ayağa kalktı. Şu konuşmayı yaptı:


– Ey insanoğlu! Gözünüzü açınız... Var oluşunuzun nedenini iyice düşününüz. Şairce, fakat yalan dolu, sözlere uyup da ömrünüzü boşuna geçirmeyiniz. Gülünüz, eğleniniz, zevk alınız. Yiyiniz, içiniz. Dünyada yalnız iki istek, iki amaç vardır. Arta kalanı yalandır. Bunun birisi kibir, diğeri arzularınızdır. Bu iki arzuya insanı yönelten benliktir. Bu iki isteğe kavuşmaya çalışınız. Zevkinizi her şeye tercih ediniz. Basit bir zevkiniz için binlerce insan yok olsa bile hiçbir değer vermeyiniz. Var oluşunuzun gereği budur. Doğanın gerektirdiği de budur: Küçük bir kuş, böcekleri, daha büyük kuşlar küçük kuşları yiyor. Büyük kuşları da bazen gıdasızlık, bazen da soğuk mahvediyor. Bir böcek tohumları yiyor. O böcek de başka bir hayvanın gıdası oluyor. O hayvanı da bir diğeri yutuyor. Bir koyun otları yiyor, siz de koyunu yiyorsunuz. Bu âlem birbirini yemek, mahvetmek için kurulmuştur. Her şey birbirinin değişmez düşmanıdır. Birbirinin hırslı dişlerinden ve yem olmaktan kurtulanları da bir gün gelir ecel denilen büyüleyici korkunç yaratık yutuyor... İşte gerçek budur. Konulmuş prensiplere uymayınız. Benliğinizden başka varlık, zevkinizden başka amaç tanımayınız...


Hürmüz bunun üzerine yavaşça ayağa kalktı:


– Ey insanlar! Ehrimen denilen alçak yaratığı, kovulmuş devi dinlemeyiniz. Sözleri yalandır. Gerçek kulluk, kibir denilen yalancı fikre kıyaslandığında büyük bir zevktir. Nice manevi zevkler vardır ki arzu onların yanında nefret edilecek bir şey olarak kalır. Ehrimen’in dediği benlik, hayvana mahsus bir içgüdüdür. İnsanın benliği ahlakın dengesi ile düzenlenmeli ve ahlak benliğe ölçü olmalıdır, insan, doğanın bahçesinde yetişmiş güzel, değerli bir çiçek ise de akıl denilen ruh okşayıcı koku ile diğerlerinden ayrılan bir çiçektir. Hayvanlar âlemini idare eden canlıların çoğu, insana göre değiştirilmiş, bir kısmı ise adeta saptırılmıştır. Dinlemeyiniz... dedi.


Bu defa Ehrimen öfkeli ve sinirli bir şekilde söze başladı:


– Hürmüz yalan söylüyor. Sizi birtakım uydurulmuş kanunların, hayali yasaların kulu, acizlikte ve itaatte en basit hayvanlardan daha aşağı yapmak istiyor. Sizi üç beş günlük zevkinizden de alıkoymayı arzu ediyor. Dinlemeyiniz. Tanrının dalkavuğu olan Hürmüz’ü dinlemeyiniz, dedi.


Bundan sonra her ikisi birbirini yalanlaya yalanlaya sonunda birbirine hücum edecek kadar ileri gittiler. Yalnız onlardan yüksek bir tahtta oturan, elindeki küreyi uzattı:


– Daha sizin zamanınız gelmedi. Boşuna uğraşmayınız. Mücadele size tabi olanlar arasında olacaktır, dedi.


Bunun üzerine Hürmüz:


– Beni seven meydana çıksın, dedi.


Aynı sözü Ehrimen de söyledi. Ben de rehberimle beraber sağ taraftaki kavgacıların arasına katıldım. O geceyi orada geçirdik. Mükemmel bir ikram ve saygı gördük. Ertesi günü, sabah vakti dümbelekler, davullar çaldı. Ehrimen taraftarı bir er, meydana çıktı. Bizim taraftan da biri onu karşıladı. Bu şekilde o gün her iki taraftan yirmi kadar kavgacı ortaya çıkıp birbiri ile savaştı. Bazen Ehrimen’in tarafı, bazen bizim taraf galip geliyordu. Her gün kavga devam ediyordu. Böylece her iki taraftan birçok insan kırıldı gitti. Yedinci günü bizim tarafımızdan çıkan bir pehlivan, akşama kadar karşısına çıkanları yendi. Ehrimen tarafından gelenlerden elli kişi öldürdü. Artık bizimkilerin sevincine diyecek yoktu. Ehrimen’in çıkardığı pehlivanların birer birer yerde serili yattığı görüldükçe bizim tarafta müjde davulu çalınıyor. “Allah mübarek etsin” sesleri göklere çıkıyordu. O gece bizim tarafın casusları ertesi günü Ehrimen’in henüz yenilmemiş pehlivanlarından birinin meydana çıkacağını haber verdiler. Herkes telaş içindeydi. Rehberimle casuslardan birinin çadırına gittik. Casusla uzun uzadıya sohbet ettik. Ertesi gün Ehrimen’in “Nifak” adındaki cadısının meydana çıkacağı anlaşıldı. İşin garibi oradaki bu “Nifak” cadısı, kıyamete kadar yaşamaya mahkûmmuş. Bunu öldürmek mümkün değilmiş, işte herkeste görülen telaşın sebebi buymuş. Ben de fazlaca merak ettim. Sabaha kadar uykumda acayip kavgalar gördüm.


Ertesi sabah davul ve dümbeleklerin sesi ile “Nifak” cadısı meydana çıktı. Heybetli bir pehlivandı. Baştan aşağı çelik zırhlar giymiş büyük bir ata binmişti. Kavga meydanında atı oynatarak:


– Kavgacı nerde? Ben o pehlivanım ki keskin kılıcım nice çelik zırhlı kafaları yarmıştır. Ben o yiğidim ki delici okum nice sağlam göğüsleri delmiştir. Var mı bana karşı çıkacak? Canından bezmiş, dünyasına küsmüş kim varsa gelsin!.. diye nara attı.


“Nifak”ın eline düşenin yok olacağını bildiği halde Hürmüz’e sadık bir pehlivan ortaya çıktı. Bir anda yere serildi. Birbirinin ardı sıra otuz kişi ortaya çıktı. Otuzu da öldürüldü. Üç gün boyunca “Nifak” ortaya çıktı. Her üç günde otuzar, kırkar kişi öldürerek zaferini kuvvetlendirdi. Dördüncü gece bizim tarafta önemli hazırlıklar görülüyordu. Herkesin yüzünü kaplayan üzüntü kalkmış, yerine ümit ışığı doğmuştu.


Rehberime sordum. Bana:


– Yarın Hürmüz’ün en özel ve en fazla sevdiği kullarından “Muhabbet” pehlivan meydana çıkacaktır. Bu lanetlenmiş “Nifak”la ondan başka kimsenin baş edemeyeceği anlaşıldı. Bu gece Hürmüz’ün vekillerinden “Salah” gelip tavsiyelerde bulunacaktır, dedi.


Gece yarıcı “Salah” denilen yaşlı kişi geldi. Hak ve hakikat uğruna herkesin canını feda etmesi gerektiğini anlatarak insanları bunun için ikna etti. En sonunda düzgün bir dua okudu. Ertesi sabah “Nifak” cadısı ortaya çıktı. Acı acı gülerek:


– Bugün canından bezmiş kimse yok mu? Meydan niçin boş kalıyor? diye bağırdı.


Hürmüz’e bağlı olanların tekbirleri ve gürültüleri ile “Muhabbet” meydana çıktı. “Nifak” cadısı “Muhabbet” pehlivanı gördüğü gibi gözleri öfkesinden kan çanağına döndü:


– Üç gündür seni bekliyordum. En sonunda gelebildin. Ölümüne hazır ol! dedi.


“Muhabbet” pehlivan düzenli ve uyumlu bir nara attı:


– Beni bilen bilsin. Bilmeyen öğrensin ki ben “Muhabbet” pehlivanım. Aslan gibi pençem yürekleri paralar. Kahramanca pazılarım kafaları koparır. Ey “Nifak” Bilirsin ki ben ne zaman meydana çıksam seni tepelerim. Yeter artık ettiklerin. Ölümüne hazır ol! dedi.


Nifak:


– Evet, önce beni yendin. Yalnız bu sefer seni mahvedeceğime eminim, dedi.


Muhabbet ise:


– Sakın bunu umut etme. Muhabbet pehlivan, her zaman “Nifak” cadısını yenecektir, diye karşılık verdi.


Her ikisi birbirlerine karşılıklı olarak hücuma geçtiler. Kılıçları kalkanlarına çarptıkça ateş çıkıyordu. Akşama kadar uğraştılar. Birbirlerine üstünlük sağlayamadılar. Ertesi gün inanılmaz bir azim ve istekle yine birbirlerine hücum ettiler. Yine üstünlük sağlayamadılar. Ancak üçüncü gün, güneş tam tepeye gelmişti ki “Muhabbet”, aslana benzer bir darbe ile “Nifak”ı yere serdi. Hürmüz’e bağlı olanların sevinç sesleri gökyüzüne çıktı. Ehrimen’e bağlı olanların öfkesi âlemi titretti. Sonunda o gün akşama kadar “Muhabbet” pehlivan otuz kişi daha mahvetti. Yedi gün boyunca kavga meydanında karşısında kimse tutunamadı. Yedinci günün gecesi, casuslarımızdan, ertesi gün Ehrimen tarafından çok meşhur bir pehlivanın ortaya çıkarılacağını öğrendik. Gerçekten güneşin doğuşu ile beraber sol taraftan gürültüler koptu. Behrimen tarafından bu sefer meydana çıkan boynu çok uzun, kendisi çok heybetli bir devdi. Sarı bir deveye binmiş ve elinde insan başı büyüklüğünde bir gürz vardı. Meydanı dolaştı:


– Ey Hürmüz’ün dostları bana hanginiz karşı gelecek? Bana “Gazap” pehlivan derler. Şimdiye kadar karşımda sağ kalan pek az kimse olmuştur, dedi.


O gün Ehrimen’in pehlivanının karşısına çıkan “Muhabbet” pehlivan ise devle çarpıştı. Üçüncü günü ikindi vakti bir gürz darbesi ile “Muhabbet”i yere yıktı. Daha ölmemişti ki bu güzel pehlivana acımadan dişleriyle vücudunu parça parça etti. Kalbini kopararak Ehrimen’in önüne attı:


– En büyük düşmanlarımızdan “Muhabbet”in kalbi sizin ayaklarınızın altında sürünsün, dedi.


Bu dehşetli manzara, bu üzücü ölüm, bizleri kalbimizden yaraladığı halde Ehrimen taraftarlarını sevince boğdu. Eğlence Bayramı (Festival) denilen bu garip bayram başlayalı tam otuz sekiz gün olmuştu. Gazab’ı bizim taraftan henüz yenen olmamış, Hürmüz’le Ehrimen’in arasındaki meçhul gencin elindeki kürenin sağ tarafını da karanlık kaplamaya başlamıştı. Ehrimen tarafı galip gelmek üzereydi. Hürmüz’ün veziri Salah yanımıza geldi. Gazab’ı ancak Hikmet pehlivanın öldürebileceğinden bahsederek, ertesi gün ortaya çıkmasının, Hürmüz tarafından emredildiğini söyledi. Bayramın bitmesine sadece iki gün kaldığından, Hikmet’in Gazap karşısında başarıya ulaşması için o gece dua etmemiz emredildi. Çadırımıza döndüğümüz zaman rehberim gayet ciddi bir tavırla:


– Bu Hikmet pehlivan kimdir bilir misin? dedi.


– Hayır, dedim.


– Hikmet pehlivan sensin. Bu gece uyku uyumak zamanı değildir. Yarın Ehrimen’in ikinci pehlivanı Gazap ile çarpışacaksın. Gecenin geri kalanını ibadet ve kılıç eğitimi ile geçireceğiz, dedi.


Şaşkınlığımla donup kalmıştım. Bana bu kadar önemli bir görev verileceğini aklımdan bile geçirmemiştim. Özellikle ismimin Hikmet pehlivan olduğunu bilmiyordum. Ancak böyle kutsal bir dava uğrunda Gazap kadar büyük bir düşmana karşı gönderileceğim için kendimde büyük bir azim, büyük bir kuvvet hissetmeye başladım. Beni ve kutsal amacımızı yenmemesi için sabaha kadar içten dualarda bulundum. Ara sıra da rehberim bana acıyıp hücum ve darbe şekilleri öğretiyordu. Sabah namazı vakti zırhımı giydim. Rehberim belime örme zırhtan olan kemerimi taktı. Alnımdan öperek ve ağlayarak dualar etti. Güneşin doğuşu ile beraber atıma binerek hazırlandım. Gazap ortaya çıktı. Karşısına çıktım. İsmimi sordu:


– Hikmet pehlivan, dedim.


Bana:


– Behey çaresiz! Senin gibi mazlum ve kendi halinde bir abdal, benim gibi kükremiş bir aslan ile dövüşebilir mi? Hadi, defol, git! Sen zararsız bir bunaksın. Senin kanını dökmek bana yakışmaz, dedi.


Ben de cevaben:


– Senin beni yeneceğini hiç sanmıyorum. Acaba densizliğine mi güveniyorsun? Bilmez misin ki ben seni yenemeyecek olsaydım karşına çıkarılır mıydım? Hadi, fazla konuşma, ölümüne hazır ol!, dedim.


Gazap kızdı:


– Vay! Galiba sana şarap içirmişler. Saçmalıyorsun. Hadi öyleyse!, dedi ve üzerime saldırdı.


Ben bu heybetli devin öldürücü darbelerinden kendimi korumak için oldukça çevik olmak zorundaydım. Bu çabam sonucunda neredeyse kuş gibi hafiftim. Ve havada uçuyordum. Akşama kadar uğraştık. Ancak bana bir darbe bile isabet ettiremedi. Yalnız ben de deve bir şey yapamadım. Biraz dinlendikten sonra o geceyi de dua ile geçirdik.


Sabaha karşı rehberim bana bazı emirler verdi. Sabahla beraber meydana çıktım. Gazap öfke ve hırs doluydu. Etra-fımda fırıldak gibi dönerek:


– Dün elimden kaçtın. Ancak bugün kaçamayacaksın, dedi.


Üzerime saldıracak bir vaziyet aldı. Rehberimin verdiği taktik icabı:


– Vay, başında ne var? dedim


Elini başına getirdi. Ben de zırhsız kalan koltuğa altından, tam kalbine doğru kılıcımı sapladım. Gazap, dehşetli bir haykırmayla yere düştü. Kan kusmaya başladı. Ehrimen tarafından öfkeli feryatlar göklere çıktı:


– Hikmet, Gazap’ı hile ile vurdu, diyorlardı.


Meçhul gencin elindeki küre, bir taraftan diğer tarafa nur olmaya başladı. Bizim tarafın sevinç sesleri dünyayı doldurmuştu. O gün öğlene kadar birçok düşmanı yok ettim. Yalnız öğle zamanı karşıma yüzü örtülü bir pehlivan çıktı. Beyaz bir file binmiş olan bu pehlivan meydana çıkar çıkmaz Ehrimen’in yüzü sevincinden hileli bir ürperme ile doldu. Hürmüz son derece üzüldü. Meçhul gence hitap ederek:


– Tanrım! Amacın nuru yok etmek mi? Merhamet!.. Merhamet!.. Merhamet!.. dedi.


Tanrı:


– Ehrimen’in hakkıdır. Ne yapalım. İstediğini çıkarır, cevabını verdi.


Ehrimen gülüyordu. Hürmüz kederli boynunu büktü:


– Emir senindir!... dedi.


Yenileceğime işaret olan bu konuşmayı herkes gibi ben de duyuyordum. File binmiş olan pehlivan gururla meydanı dolaştı. Gök gürültüsüne benzeyen bir nara attı:


– Ey benim gücümü inkâr eden gafiller! Bilin ki ben pehlivanlar pehlivanı, kahramanlar kahramanı “Nefs-i Emare”yim yani insanoğlunu kötülüğe sürükleyen isteğin bizzat kendisiyim. Şimdiye kadar teker teker yenemediğim hiç kimse yoktur. Beş bin şekil alırım. Bin türlü silaha sahibim. (Bana dönerek) Ey miskin Hikmet! Gel kendi rızanla teslim ol! Seni en iyi şekilde kullanayım. Sen abdal ve aciz bir varlıksın. Benim elimde bir sinek kadar değerin yoktur. Fakat her nedense seni severim. Çünkü senin bana da hizmet ettiğin oldu. Hadi, kılıcını teslim et de kurtul! dedi.


Ben cesaretimi toplayarak bundan vazgeçtim.


–Ey Hikmet! Bendeki silahlara bak. Rehberinin sana öğrettiği alçak gönüllülük, bilim, kanaat, dikkatsizlik, tevazu, sabır gibi başkaları, için yok oluş sebebi olan darbelerin bana hiçbir etkisi yoktur. Her birine karşılık kin ve hiddet, hile ve düşmanlık, nefret ve şehvet gibi sayısız yok edici darbelerim vardır. Gel kendine kıyma! dedi.


Yine çekindim.


–Yazık çaresiz Hikmet! Ne düşünüp duruyorsun! Senin darbelerinin bana bir etkisi olamaz. Seni bir anda yok etmek benim için çok basittir, dedi.


Bu teklifleri reddettim. Bunun üzerine kavgaya başladık. Ben bildiğim vuruşların hepsini denedim. Hiçbir etkisi olmadı. “Nefs-i Emmare”, bana karşılık vermeyi önemsemiyor, içinde bulunduğun çaresiz duruma gülüyordu. Sonunda en etkili olduğunu bildiğim son darbe olan “Azm-i Kavi” adı verilen kuvvetli azim ve irade darbesini vurmayı düşündüm. “Emmare”nin sol tarafına geçtim. Vurmaya uygun bir durum almak için çalışmaya başladım. “Emmare” işi anladı:


– Ya!.. Beni mutlaka yok etmek istiyorsun, ha! Dur öyleyse, dedi. Ve tam kılıcı böğrüne sokacağım sırada yüzündeki perdeyi kaldırdı. Hayallerin bile kat kat üstünde bir güzellik gözlerimi kamaştırdı. Kılıç elimden düştü. “Emmare” kemerimden tutup, beni filin üzerine aldı. Ehrimen’in huzuruna getirdi:


– Ya Ehrimen! Hikmet’i öldürmedim. Esir ettim. Mut-fağımızda soğan soyar. Tam da kendisine uygun bir hizmettir, dedi.


Bu şakaya Ehrimen kahkahalarla güldü. Hürmüz’ün gözlerinden yaş dökülüyordu, tanrının elindeki küreden yavaş yavaş nur kalkmakta ve karanlık her tarafı kaplamaktaydı. Ehrimen tarafı galip gelmişti. Sol taraf:


– Karanlıklar! Karanlıklar! Gerçek olan karanlıklardır. Galip geldik, diye bağırıyordu.


Bizim taraf ise:


– Aferin sana, aferin sana! Ey nur’un nuru! Nurunu kaldırma!, diye yalvarıyordu.


Hürmüz, nur perisinin önünde secde etti:


– Eşsiz Tanrım! Medet, medet. Senden medet! Senin başın için, senin hakkın için! dedi.


Hürmüz başını secdeden kaldırmıyordu. Ehrimen ise başını göğe doğru kaldırmıştı. Sol tarafın karanlığı küreyi o şekilde kaplamıştı ki ancak kenarında bir nokta kadar fark edilebilecek nurlu bir lekecik kalmıştı. İşte o sırada uzaktan bir ses duyuldu. Bu ses erkekçe olduğu kadar hoş, hoş olduğu kadar erkekçe idi. Şarkı söylüyordu. Sonunda karanlıklar içinde, yüzünün ışığından etrafı aydınlanan ve bu şekilde kendisi tamamıyla fark edilen bir süvari göründü. Dört ayaklı, alnı boynuzlu, nefti yeşil renginde kanatlı bir ejderhaya binmiş olan bu pehlivan; güzellik timsali ya da güzellik kaynağı denecek kadar güzeldi. Kıvırcık ve kestane rengine yakın, daha doğrusu bazen siyah, bazen kırmızımsı görülen kıvırcık saçları omuzlarına dökülmüştü. Başında kıymetli taşlarla süslü bir taç, üzerinde yeşil renkli ipek bir elbise vardı. Şarkı söylüyordu. Biz de ürkek ürkek o yüce sesi dinliyorduk:


Ben o’yum ki satvetimden kâinat lerzandır.


Ben o’yum ki zur-i bazum hakinri her candır.


Ben o’yum ki her kim olsa ser-furu’ eyler bana.


Hak-i pay im secdegah-ı zümre-i insandır.


Ben o’yum ki siret-i merdi’de yoktur benzerim.




Hadimin-i barigah im zümre-i merdandır.


Ben o’yum ki mizan-i adlimde müsavi cümle halk


Şehin-şahlarla gedalar bence hep yeksandır.


Hasılı şemşir-i izz ü kudretiyim Izid’in


Aşkım ben, satvetimden kainat lerzandır.


Bu tatlı ses, bu güzel deyişler her iki tarafı coşturmuştu. Tuhaftır ki Ehrimen tarafı da bizim taraf kadar hoşlanmıştı. İsmi “Aşk” olan bu pehlivan bize yaklaştıkça nur perisinin elindeki küre parlaklık kazanmakta ve nur, karanlığı kaldırmaktaydı. Meydanın ortasına geldiği zaman küre tamamen aydınlıktı ve alemden karanlıklar kalkmıştı. Meydanda file binmiş süvari “Nefs-i Emmare” ile onun esiri olan ben bulunuyorduk. “Aşk”, ejderhasını bize doğru yöneltti. Çok zarif, fakat dalga geçer gibi bir tavırla:


– Emmare! Bana da karşı duracak mısın? dedi.


“Emmare” eğilerek filden yere indi. “Aşk”ın önünde diz çöktü:


– Sen herkesin olduğu gibi benim de efendim, varlığımın nedenisin. Çaresizliğimi ilan ederek işte sana secde ediyorum, dedi.


“Aşk” beni serbest bıraktı. Gülerek:


– Haydi, koca abdal Hikmet, git. Rahatına bak! dedi.


Meydanda yalnız “Aşk” kaldı. Ejderhasından indi. Elleri göğsünde olduğu halde gayet yavaş ve ölçülü adımlar atarak nur perisine doğru yürümeye başladı. Üç adım kaldığı vakit:


– Ey Güzellik Nuru, yalnız senin kulunum dedi ve secde etti.


– Ya Hürmüz! Ya Nur! Selam olsun sana! Ki karanlığın kıymeti seninle bilindi, dedi.


Sonra Ehrimen’e:


– Ya Ehrimen! Ya Deycür! Selam olsun sana! Ki nur’un kıymeti seninle bilindi dedi.


Sonra meydanın ortasına çekildi. Elini gökyüzüne kaldırdı. Her iki taraf bağlı olduğu efendinin elini öpmekteydi. Hürmüz’le Ehrimen tahtlarından inmişler, yan yana gelmişler ve kardeş gibi tokalaşmışlardı. Nur Perisi gülerek bu duruma bakıyordu. Hürmüz’ün elini öptüm. Yüzüne baktım. Bir de ne görsem... Hayretimin şiddetinden bir çığlık attım. Gözlerimi açtığım vakit Aynalı Dedenin bana hafifçe gülümseyen yüzünü gördüm...
 


Arthur Schopenhauer; Türkçe tercümesiiSelahattin Hilav tarafından yapılan Aşkın Metafiziği isimli kitapçığındaki analiz-tez'in de; aşkın ne olduğunu, erkeklerin kadınlardan ne beklediğini ve kadınların erkeklerden ne istediğini analiz eder. Aslen; Schopenhauer bunu bir kitap amaçlı değil; kısa bir tez amaçlı yazmıştır. Her ne kadar kitapçıkta yaklaşık 43 sayfa süren bir analiz olsa da; A4 sayfası büyüklüğündeki bir basımda 25 sayfalık klasik bir Schopenhauer analiz-tez'idir.

Analiz; kadınların erkeklerde kendilerinde bulunmayan özellikleri aradığını, çok büyük aşkların çok büyük hüsranlarla sonlanacağını, aşkın bir nevi gözünün kör olduğunu, bir aşkta beklenilenin entelektüel bir diyalogtan çok hayvansal içgüdülerin tatmini doğrultusunda olduğunu analiz eder.

Bakış açısı olarak negatifdir; bununla birlikte, birçok konuda felsefi yapıtlar sunan (hayat acıları, ölüm, sanat, ahlak vb.) ve kendisinden sonraki felsefi gelişmeyi (özellikle akıl ve irade konularında) etkileyen Schopenhauer'in günümüzde de en tanınmış eseridir.
 

Bu Konuya Bakmış Kullanıcılar (Üye: 0, Ziyaretçi: 3)

Korsanfan.com Her Hakkı Saklıdır. 2008-2023.
Tasarım Korsanfan V.6.0
Yukarı Çık