Korsanfan.Com - One Piece Türkiye
Korsanfan.Com - One Piece Türkiye
Neler yeni

İzlediğiniz Son Film

A Brighter Summer Day


https://www.imdb.com/title/tt0101985/

Yönetmen: Edward Yang
1949 yılında Çin İç Savaş'ını Komünist Parti'nin kazanmasının sonucu olarak milyonlarca Çinli mülteci olarak Tayvan'a sığınıyor. Bu ortamda kimlik arayışı içinde büyüyen Çinli çocuklar sokak çetelerine dönüşüyor. Film 1960 yılında geçiyor. Film için coming of age hikayesi de diyebiliriz. Yaklaşık 4 saat sürüyor, süre sorun olmaz diyenlere öneririm. Bu arada bazıları için film yavaş gelebilir o yüzden izleyecek varsa bu uyarımı da göze alsın.
8/10
 
Biraz açar mısın?
Zor soru.

Benim açılımım şu:

Elimizde bir Anaakım Aristocu dram geleneği var. Kuralları 2000 sene önceden yazılmış, Mimesis (taklit) ve Katarsis (doyum) üzerine kurulu, bir sonraki olayın bir öncekinin sonucu, bir önceki olayın bir sonrakinin nedeni olduğu katı bir nedensellik barındıran, flash backler olmasa zamanın tamamen lineer ilerlediği, dolayısıyla zamanın dışına çıkamadığın, en fantastiğinde bile mantık kalıplarını aşamadığın bir kapalı kutu.

Her şeyin kalıplarla belirlendiği bir ortam, önünde sonunda bir sınıra gelip dayanır ve daha öteye gidemez. Eğer üst aşamaya/aşamalara geçmek istiyorsan, daha ötesini anlatmak için daha üst bir dil kurmak istiyorsan gramer kurallarını yıkman, kapıyı açıp bir sonraki boyuta geçmek istiyorsan mühürleri kırman gerekir.

Resimde perspektifin, müzikte klasik armoninin yıkılmasını buna örnek olarak verebilirim. Yani bunu her sanat dalında görmek mümkün.

Anaakım geleneğe sinemanın grameri dersek, Tarkovski ve onun gibilere de bu gramere uymayan, başka bir dil konuşan adamlar diyebiliriz.

Ağır anlatma olayına bu dilin kelimelerinden biri dersek, Tarkovski'ye de bu kelimelerle şiir yazan bir şair diyebiliriz. Tarkovski bunu sadece bir araç olarak kullanıyor. Yani kelime değil anlam önceleniyor. Aslında ağır anlatma olayının teknik bir form olmak dışında, özünde hiçbir anlamı yok. Yönetmenin kameraya üflediği ruha göre anlam kazanıyor. İşte Tarkovski'deki anlama ben "zaman mührünü kırmak" diyorum. Buna zaman içinde zamanı bulmak ya da zamansızlığı yakalamak da diyebilirsin, kamerayla şiir yazmak da.

Çok entel dantel bir yazı oldu ama benim yorumum bu.
 
Zor soru.

Benim açılımım şu:

Elimizde bir Anaakım Aristocu dram geleneği var. Kuralları 2000 sene önceden yazılmış, Mimesis (taklit) ve Katarsis (doyum) üzerine kurulu, bir sonraki olayın bir öncekinin sonucu, bir önceki olayın bir sonrakinin nedeni olduğu katı bir nedensellik barındıran, flash backler olmasa zamanın tamamen lineer ilerlediği, dolayısıyla zamanın dışına çıkamadığın, en fantastiğinde bile mantık kalıplarını aşamadığın bir kapalı kutu.

Her şeyin kalıplarla belirlendiği bir ortam, önünde sonunda bir sınıra gelip dayanır ve daha öteye gidemez. Eğer üst aşamaya/aşamalara geçmek istiyorsan, daha ötesini anlatmak için daha üst bir dil kurmak istiyorsan gramer kurallarını yıkman, kapıyı açıp bir sonraki boyuta geçmek istiyorsan mühürleri kırman gerekir.

Resimde perspektifin, müzikte klasik armoninin yıkılmasını buna örnek olarak verebilirim. Yani bunu her sanat dalında görmek mümkün.

Anaakım geleneğe sinemanın grameri dersek, Tarkovski ve onun gibilere de bu gramere uymayan, başka bir dil konuşan adamlar diyebiliriz.

Ağır anlatma olayına bu dilin kelimelerinden biri dersek, Tarkovski'ye de bu kelimelerle şiir yazan bir şair diyebiliriz. Tarkovski bunu sadece bir araç olarak kullanıyor. Yani kelime değil anlam önceleniyor. Aslında ağır anlatma olayının teknik bir form olmak dışında, özünde hiçbir anlamı yok. Yönetmenin kameraya üflediği ruha göre anlam kazanıyor. İşte Tarkovski'deki anlama ben "zaman mührünü kırmak" diyorum. Buna zaman içinde zamanı bulmak ya da zamansızlığı yakalamak da diyebilirsin, kamerayla şiir yazmak da.

Çok entel dantel bir yazı oldu ama benim yorumum bu.
Not: Okumana ya da okusan bile cevaplamana gerek yok. Filmi en son sen izlemiş olduğun ve bu minvalde, yukarıda olduğu gibi bir şeyler yazabileceğini bildiğim için sana laf attım. Tercih senin. Cevap için de teşekkür ederim. Üstteki için ayrı, buna da vereceksen onun için de ayrı.

Acayip karnım acıktı, randımanlı düşünemiyorum ama bir şeyler diyeyim ben de. Şimdi bu dram şeysini kabaca biliyorum. Diğer yandan Tarkovski'nin, diyelim ki bu filmine baktığımız zaman o yolculuk muhabbeti gene var. Flashback yerine de arada sahnelerin değişmesi gibi teknik detayları koyacak olursak esasında değişen pek de bir şey olmadığını görüyoruz bana kalırsa. Bir de bu ağırlaşan anlatım tekniğiyle birlikte var olan yolculuk iyiden iyiye uzamış oluyor. Bana kalırsa o kadar da "üst" bir dil değil. Film özelinde konuşacak olursam film olmaya çalıştığı üst'ü de becerememiş gibi geldi bana. Güzel muhabbetler dönüyor ama mesela bir analiz okudum, entelektüalizmin en büyük eleştirisi denmiş. İnanmak üzerine çok şey var. "Önceden belirlenmiş bir amaçla" diyerek İzci yine onları eleştiriyor ama asıl inananlar bu amaçla doğduğunu düşünmez mi? Adam nereden edindiği bile (Kirpi dese de) belli olmayan bilgilerle, saf inanç ve belki de delilikle hem kendini hem de başkalarını bir şeylere inandırıyor/inandırmaya çalışıyor. Yol boyunca aman etme, şöyle olur; aman yapma, böyle olur dedi durdu ama hiçbir şey olmadı. Kendi kendine gelin güvey olmuş ve düzenden çıkılması hâlinde olumsuz bir şey yaşanacağına dair dediği ne varsa olmuyor bir türlü. Bir tek ikisinin de bir şey söylememesine rağmen yazara durmasını söyleyen ses burada düşüncemle çelişiyor. Gerçi senaryoyu da Tarkovski yazmadı sanırım, benim eleştirim filmeymiş onu fark ettim. :D Bu inandığı şeylerin gerçekleşmemesi üzerinden aklıma dini kullananlar falan geldi ama alt metin olarak böyle bir şey sunulmaya çalışılmış mıdır bilmem. Zaten görünürde kaybeden ne yazar ne de profesör. Olan düşen bardak olan izciye oluyor. Kendine kurduğu dünya yıkılıyor. Gerçi yıkılıyor mu o da belli değil çünkü bardaktan kırılma sesi gelmedi. :oleyo2:

Kusura bakma yordum seni bu şekilde yazarak. :(

Mühür kısmına dönecek olursam bu filmde dediğin şekilde bir kırabilmeyi başarabilmiş mi diye soracak olursan bence başaramamış. Sadece dramatik yapıyı biraz daha esnek hâle getirerek yaymış. Belki de ben tam anlamamışımdır. Anlatım şekli bakımından da bence de tam manasıyla bir şiir gibi. Şiirleri sevmem ve okumaktan da sıkılırım çabucak. Bu filmde de uzun uzun olan sahneleri ileri sardım ama bir şekilde filmin sonunu da getirdim ve tam manasıyla da sıkıldığımı da söyleyeyem. Filmin güzel bulduğum yerleri de oldu. Gerçi renk kullanımı konusunda kafama tam uymayan bir son kısım var mesela. Ailesiyle birlikte dışarı çıktığı zaman ortalık iyiydi hoştu ama eve dönünce gene sarardı. Ne bileyim. Ayrıca kızın olayı nedir?
 
Not: Okumana ya da okusan bile cevaplamana gerek yok. Filmi en son sen izlemiş olduğun ve bu minvalde, yukarıda olduğu gibi bir şeyler yazabileceğini bildiğim için sana laf attım. Tercih senin. Cevap için de teşekkür ederim. Üstteki için ayrı, buna da vereceksen onun için de ayrı.

Acayip karnım acıktı, randımanlı düşünemiyorum ama bir şeyler diyeyim ben de. Şimdi bu dram şeysini kabaca biliyorum. Diğer yandan Tarkovski'nin, diyelim ki bu filmine baktığımız zaman o yolculuk muhabbeti gene var. Flashback yerine de arada sahnelerin değişmesi gibi teknik detayları koyacak olursak esasında değişen pek de bir şey olmadığını görüyoruz bana kalırsa. Bir de bu ağırlaşan anlatım tekniğiyle birlikte var olan yolculuk iyiden iyiye uzamış oluyor. Bana kalırsa o kadar da "üst" bir dil değil. Film özelinde konuşacak olursam film olmaya çalıştığı üst'ü de becerememiş gibi geldi bana. Güzel muhabbetler dönüyor ama mesela bir analiz okudum, entelektüalizmin en büyük eleştirisi denmiş. İnanmak üzerine çok şey var. "Önceden belirlenmiş bir amaçla" diyerek İzci yine onları eleştiriyor ama asıl inananlar bu amaçla doğduğunu düşünmez mi? Adam nereden edindiği bile (Kirpi dese de) belli olmayan bilgilerle, saf inanç ve belki de delilikle hem kendini hem de başkalarını bir şeylere inandırıyor/inandırmaya çalışıyor. Yol boyunca aman etme, şöyle olur; aman yapma, böyle olur dedi durdu ama hiçbir şey olmadı. Kendi kendine gelin güvey olmuş ve düzenden çıkılması hâlinde olumsuz bir şey yaşanacağına dair dediği ne varsa olmuyor bir türlü. Bir tek ikisinin de bir şey söylememesine rağmen yazara durmasını söyleyen ses burada düşüncemle çelişiyor. Gerçi senaryoyu da Tarkovski yazmadı sanırım, benim eleştirim filmeymiş onu fark ettim. :D Bu inandığı şeylerin gerçekleşmemesi üzerinden aklıma dini kullananlar falan geldi ama alt metin olarak böyle bir şey sunulmaya çalışılmış mıdır bilmem. Zaten görünürde kaybeden ne yazar ne de profesör. Olan düşen bardak olan izciye oluyor. Kendine kurduğu dünya yıkılıyor. Gerçi yıkılıyor mu o da belli değil çünkü bardaktan kırılma sesi gelmedi. :oleyo2:

Kusura bakma yordum seni bu şekilde yazarak. :(

Mühür kısmına dönecek olursam bu filmde dediğin şekilde bir kırabilmeyi başarabilmiş mi diye soracak olursan bence başaramamış. Sadece dramatik yapıyı biraz daha esnek hâle getirerek yaymış. Belki de ben tam anlamamışımdır. Anlatım şekli bakımından da bence de tam manasıyla bir şiir gibi. Şiirleri sevmem ve okumaktan da sıkılırım çabucak. Bu filmde de uzun uzun olan sahneleri ileri sardım ama bir şekilde filmin sonunu da getirdim ve tam manasıyla da sıkıldığımı da söyleyeyem. Filmin güzel bulduğum yerleri de oldu. Gerçi renk kullanımı konusunda kafama tam uymayan bir son kısım var mesela. Ailesiyle birlikte dışarı çıktığı zaman ortalık iyiydi hoştu ama eve dönünce gene sarardı. Ne bileyim. Ayrıca kızın olayı nedir?
Dram meselesinde değişen pek bir şey yok dediğinde haklısın çünkü bu film ve Solaris bir edebiyat uyarlaması. Yani tamamen Tarkovski'ye ait bir dünya değil. Söylediklerimden Tarkovski'nin anaakım gelenekle bir problemi var demeye çalıştığım izlenimi mi verdim acaba bilmiyorum ama ben Tarkovski'nin genel durumu için bunu söyledim. Yani Tarkovski filmlerinde asla bunları kullanmaz demek istemedim.

Zaten toplamda 7 filmi var. Hepsinde bir nebze olmakla birlikte özellikle Mirror ve Nostalghia'da daha iyi fark ediyorsun bahsettiğim şeyleri.

Mühür kısmı dediğim gibi benim anlamlandırmam ve isimlendirmem. Bu biraz da Tarkovski'nin tarzının sana hitap edip etmemesiyle alakalı.

Benim için dünya sinema tarihinin en iyi sahnesi aşağıdaki sahne: Bu kanaatim tamamen sübjektiftir.
Bu sahnede yaşadığım halleri anlatacak gerçekten bir kelime yok.

 
Dram meselesinde değişen pek bir şey yok dediğinde haklısın çünkü bu film ve Solaris bir edebiyat uyarlaması. Yani tamamen Tarkovski'ye ait bir dünya değil. Söylediklerimden Tarkovski'nin anaakım gelenekle bir problemi var demeye çalıştığım izlenimi mi verdim acaba bilmiyorum ama ben Tarkovski'nin genel durumu için bunu söyledim. Yani Tarkovski filmlerinde asla bunları kullanmaz demek istemedim.

Zaten toplamda 7 filmi var. Hepsinde bir nebze olmakla birlikte özellikle Mirror ve Nostalghia'da daha iyi fark ediyorsun bahsettiğim şeyleri.

Mühür kısmı dediğim gibi benim anlamlandırmam ve isimlendirmem. Bu biraz da Tarkovski'nin tarzının sana hitap edip etmemesiyle alakalı.

Benim için dünya sinema tarihinin en iyi sahnesi aşağıdaki sahne: Bu kanaatim tamamen sübjektiftir.
Bu sahnede yaşadığım halleri anlatacak gerçekten bir kelime yok.

Filmlerini izlemediğim için bir şey demem yanlış olur.
Videoya gelecek olursak ben hiçbir şey yaşamadım. Sen ne yaşadın peki? :D
 
Playtime (1967)

İzlerken yordu ama buna değdi. Çok güzel bir filmdi. Bir kere daha izlerim bunu müsait bir zamanda, zira gözümden kaçan bir sürü ayrıntı olduğuna eminim.
 

Bu Konuya Bakmış Kullanıcılar (Üye: 0, Ziyaretçi: 7)

Korsanfan.com Her Hakkı Saklıdır. 2008-2023.
Tasarım Korsanfan V.6.0
Yukarı Çık