İstanbuldaki ilk zamanlarım. Henüz metrobüse binip de oturabilmişliğim yok. Köylü ben, nazik nazik kimseye temas etmeden metrobüse binene kadar millet çoktan boş olan 3-5 koltuğa oturmuş oluyor. Bir yandan olsun büyüklük bende kalsın diyorum içimden, bir yandan da gücüme gidiyor. Bu şehir beni kabul etmiyor, nazik köylü diyerek dışlıyor çünkü. Metrobüse binerken itiliyor, kakılıyor, örseleniyorum sürekli.
Bir gün yorgun argın metrobüse bindim yine. Bir baktım üç tane boş koltuk var iki tane yan yana bir tane de karşılarında tekli. Hemen hareketlendim ama karşıdan da üç kız hareketlendi boş koltuklara.
Önce duracak gibi oldum. Boş koltuk sayısı üçtü. Kızlar da üç kişiydi. Koltuklar onların hakkıydı. Sonra büyüklerimin şu sözü aklıma geldi: "Ya bir kahraman olarak ölürsün ya da villain olacak kadar uzun yaşarsın."
Bir kahraman olarak ölmek istemiyordum. Metrobüste iyiler asla yer bulamıyorlardı. Herkesin sövdüğü, ama herkesin de içten içe yerinde olmak istediği o boş yer kapabilen adam olmak istiyordum artık. Hızımı arttırdım. Tekli olan boş yere kızlardan biri oturmuştu bile.
Diğer iki kız ikili boş yere oturamadan ikili koltuktan camın yanında olana oturdum. Yanıma kızlardan biri oturdu. Üçüncü kız ise ayakta kaldı. Ayakta kalan kız yol boyunca bana pis pis bakmıştı; fakat umurumda değildi. Artık ben de boş koltuk için çomarlaşan biriydim.
Bu olaydan sadece birkaç hafta sonra, metroda inenleri beklemeden binmeye çalışan yaşlı teyzeleri yarıp geçecek kadar iradeli birisi olmuştum. Yürüyen merdivenin solunda duran yaşlı amcaları çiğ çiğ yiyordum. Büyüklerimin dediği gibi: "En zor kararlar, en güçlü iradeleri gerektirir."