Korsanfan.Com - One Piece Türkiye
Korsanfan.Com - One Piece Türkiye
Neler yeni

Türkiye'nin 2. Dünya Savaşı Politikası Doğru muydu?

Denge Politikası Doğru Muydu?

  • Evet,doğruydu.

    Kullanılan: 68 98.6%
  • Hayır,Müttefiklere katılmalıydı.

    Kullanılan: 0 0.0%
  • Hayır,Mihverlere katılmalıydı.

    Kullanılan: 1 1.4%

  • Kullanılan toplam oy
    69
Azerbeycan türklerini yarı yolda bırakan bir adam 2.dünya savaşınamı girecek
O dönem Azerbaycan SSR, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nin bir parçasıydı. Azerbaycan Türklerini isteyen de Moskova'ydı diye hatırlıyorum. Moskova'nın sonraki yaptıklarını biliyorum ama eğer vermese idin Sovyet-Türkiye ilişkileri zedelenirdi.Sonuçta Birlik içinde ki herkes bir Sovyet vatandaşı olarak geçiyor.

Bir de olayın tarihine baktığımız zaman 2.Dünya Savaş'ı sırasında gerçekleşiyor. Sen o zaman tarafsızdın ve asker kaçaklarını iade etmeseydin eğer bu ülkenin tarafsızlığını bozabilecek hamle olurdu.

Yapılan bu hamle korkaklık değil doğru bir hamledir bana sorarsan.

Edit:Cevap verseydin keşke. İddia ettiğin şeyin altını doldursaydın.
 
Son düzenleme:
O zamanki güçsüz Türkiye savaşı kazananların yanında olsaydı bile pastadan bir pay alamazdı. Pastadan pay almak istiyorsan hakkın olan ya da gözünü diktiğin pastada senin de payın olduğunu düşünen aslanların olması gerekir. Sen de o aslanlar kadar aslan değilsen yedirmezler sana hiçbir şey. Dolayısıyla savaşa girmek bir ülke için her zaman maliyetli ve yıpratıcıdır. Türkiye pastadan hiçbir pay alamadan harcadığı insan ve ekonomik kaynaklarla eli boş da kalabilirdi ki bunun uzun vadeli sonuçlarını ödemesi de cabası olurdu vs. vs.

Savaşa girmemekle iyi yaptı yani zamanın Türkiye'si :good:
 
Türkiye'nin o dönemdeki dış politikasına ve dönemin karmaşık ilişkilerine dair:

Not: Yazıyı okumadan önce Polonya sendromuna bakın ve bu çerçevede olayları değerlendirin.
Türkiye üzerine Alman-Sovyet Pazarlığı:

Kasım 1940 SSCB Dışişleri Bakanı Molotov Berlin'e gider. Hitlerin amacı SSCB'yi Mihver devletler tarafına çekmektir. Hitler Molotov ile olan görüşmelerinde Almanya, Japonya, İtalya ve SSCB'nin ortak bir platformda anlaşmaları halinde Türkiye'nin de bu ülkelere yöneleceğini vurgular. Yine SSCB'yi kendi tarafına çekmek için Boğazlar hakkında SSCB lehine iyileştirmelerden yana olduklarını dile getiri. Montreux'un bir kenara atılıp SSCB, Türkiye, Almanya, İtalya arasında bir sözleşme ile SSCB'ye savaş gemilerini ve ticaret filolarını serbestçe Akdeniz'e çıkartma dahil olmak üzeere, SSCB'ye yeni sözleşme ile bazı özel ayrıcalıklar verilmesi konusunda anlaşma sağlanır.

12 Kasım'daki görüşmelerde Hitler Karadeniz'deki ve Boğazlardaki çıkarlarını nasıl korumayı planladığını sorduğunda Molotov, Boğazların SSCB'nin güvenliği için hayati öneme sahip olduğunu ve bu nedenle Almanya'nın Romanya'ya verdiğine benzer bir garantiyi Bulgaristan' vermesi konusunda ne düşündüklerini sordu. Hitler bunun Almanya'nın görüşleriyle büyük ölçüde uyuştuğunu belirtti. Buna göre Boğazlar sade SSCB'nin savaş gemilerine açık olacak ve diğer bütün ülkelerin savaş gemilerine kapalı olacaktı. Ancak bunun için önce Bulgaristan'a böyle bir garanti isteyip istemediğinin sorulması ve ardından kendisinin Mussoli'niye danışması gerekiyordu. Molotov SSCB'nin kağıt üzerindeki garantilerle yetinmeyeceğini, gerçek garantiler istediğini belirtti. Ege adalarında ya da Boğazlarda bazı kontrol noktalarına sahip olmak veya Bulgaristan'a garanti vermek SSCB açısından bu nedenle önemliydi. Kısaca SSCB Mihvere katılmadan önce Boğazlarda deniz ve hava üssü talep ediyor, Batum ve Bakü'nün güneyinde İran Körfezi yönündeki bölgenin de Sovyet nüfuz alanı olarak tanınmasını istiyordu.

Sonunda SSCB, Almanya ve İtalya' ylaTürkiye'yi mevcut yükümlülüklerinden kurtarmak ve onu yavaşça kendileriyle siyasi işbirliği yapmak için kazanmanın ortak çıkarlarına olduğu ve genel olarak yürürlükteki Montreux'nün kaldırılması konularında anlaştı. Anlaşmaya göre SSCB herhangi bir zamansa savaş gemilerini sınırsız geçrime hakkına sahip olacak ve Karadeniz ülkeleri ile Almanya ve İtalya hariç diğer ülkelerin savaş gemileri ilke olarak Boğazlardan geçemeyeceklerdi. Molotov ayrıca Türkiye'nin SSCB, Almanya, İtalya ve Japonya ittifakına katılmayı reddetmesi halinde Almanya, İtalya ve SSCB'nin gerekli askeri ve diplomatik tedbirler için çalışmalarını, bubları uygulamak için birlikte hareket etmelerini istedi.

Esasen dünyayı Mihver devletler ve SSCB arasınsa nüfuz alanı paylaşımını konu alan bu görüşmede, Molotov SSCB'ye sönerken Almanya tarafından kendisine bir mektup verildi. Bu mektubun Türkiye ile ilgili kısmında şunlar öneriliyordu: Türkiye İngiltere'ye olan taahhütlerinden kurtarılarak Mihver'le işbirliği yaptırılmalı, yeni bir Boğazlar rejimi düzenlenerek SSCB'ye sınırsız geçiş hakkı verilmeli, Boğazlar Karadeniz'e kıyısı olmayan devletlerin savaş gemilerine kapatılmalıdır.

25 Kasım'da cevap veren SSCB'nin Mihver devletlerine katılmak için ileri sürdüğü şartlar arasında, Bulgaristan'la karşılıklı imzalayacağı bir yardım paktı ve Boğazlar üzerinde uzun vadeli kiralama yoluyla kara ve deniz üsleri kurması vardı. Ayrıca, Türkiye'nin Almanya, İtalya ve SSCB'ye bir pakt ile katılmayı kabul etmesi halinde toprak bütünlüğünün garanti edilmesi, aksi taktirde ise Türkiye'ye karşı gerekli tedbirlerin alınması gerektiği ifade ediliyordu. Ancak Sovtlerin hem Berlin görüşmeleri sırasında hem de daha sonraki yazışmalarda büyük stratejik öneme sahip Boğazlar konusundaki talepleri Hitler'i Sovyetlerle iibirliğini bitirme zamanının geldiğine ikna etmişti.

Nazilerin Sovyetleri İhbarı ve Türkiye'nin cevabı:

Türkiye, kendi üzerine yapılan Nazi-Sovyet pazarlığını, İnönü'nün Hitler' e yolladığı mektubu vermeye giden Türk büyük elçi Hüsrev Gerede'ye Hitler'in bizzat aktarmasıyla öğrendi. Görüşmeden anlaşıldığı kadarıyla Türkiye aleyhine olacak bu anlaşmayı engelleyeb şey Sovyetlerin Bulgaristandan ve Çanakkale'den üs istemesi, Boğazlar ve Balkanlarda başka bir rakip istemeyen Almanya'nın da bunu reddetmiş olmasıydı.
28 Mart 1941'de dönemin Dışişleri Bakanı Menemencioğlu'nu görmeye gelen Almanya büyükelçisi von Papen Führer'in tarihi Türk-Alman dostuluğuna dayanarak SSCB'nin öne sürdüğü şartları reddetmesinin ne kadar taktire şayan olduğunu ifade edince Menemencioğlu:

"Politikada duygusallıktan, eski dostluklardan ve silah kardeşliğinden değil, Reicj'ın ve Türkiye'nin politikasını belileyen aktüel çıkarlarından konuşalım. Biz Türkler tabii ki SSCB ile yapılan müzakerede Türkiye'nin bir pazarlık konusu olduğunu varsaydık, bütün olasılıkları düşündük. Fakat ben manzarayı açıkladığımda bile eğer Almanya SSCB'yi seçer ve Boğazlaru ona vermej isterse o zaman Alman zaferi beklentileri pek gerçekçi olmayacaktır. Böyle bir tercih Romanya ve Bulgaristan aracılığıyla SSCB'nin Boğazlara ve Akdeniz'e ulaiması ve Almanya'nın güneyden çevrilmesi demek olur. Eğer Almanya bu yüksek fiyatı ödemeye istekli iseler, o zaman galiba savaşı kaybederler. Biz Türkler de farklı bir yoldan kâr ederiz. Führer'in Boğazları SSCB'ye vermemesi bunun sonucu akıllıcadıe ve Alman çıkarınadır. Biz, bu savaşın bir tarafın topyekun yenilgisiyle sonuçlanmasını isteyoruz. Türkiye'nin çıkarı görüşmelerle barışın sağlanması yönündedir. Müttefik olmamıza rağmen biz kendimizin herhangi bir şekilde kullanılmasına izin vermedik. Biz egoistiz ve yalnızca kendimizi düşünürüz."

Bu cevap Türk dış politikasının bu dönemdeki niteliğini ve dayandığı gerçekliği göstermesi açısından oldukça önemlidir.

Kısa özet:

Almanya ve SSCB dünyayı parsellemek için anlaşmaya çalışırılar. Bu parsellemede Türkiye ve Boğazlar önemli bir noktadadır. SSCB Boğazlardan ayrıcalıklar üs falan ister. Bu durım Almanya'nın savaş sonunda güneyden SSCB tararından kuşatılması anlamına geleceğinden ve Almanya, Boğazları SSCB kontrolüne vermek istenediğinden anlaşamazlar. Bunun sonucunda SSCB Mihvere katılmaz ve Haziran 1941'de Barbarossa Harekatı başlar.

Bu pazarlıkta Türkiye'yi satmadık diyerek Türkiye'yi yanına çekmeye çalışan Almanya'ya dönemin Dışişleri Bakanı Menemencioğlu okkalı bir cevap verir. Bu cevap Türkiye'nin o dönemdeki dış politikasının niteliğini ve dayandığı gerçekliği anlatması yönünden oldukça önemlidir.


Almanya'nın toprak tekliflerine dair:

Not:Bu teklifler yapılırken bir yandan da Almanya'nın SSCB ile anlaşmaya çalıştığını hatırda tutarak okuyalım.

Almanya'nın Türkiye'yi idare etme politikası ve toprak teklifleri:

Almanya Balkanları işgal etmiş ve 17 Nisan'da Yugoslavya ve 23 Nisan'da Yunanistan teslim olmuştı. Bu arada Almanlar Türkiye'ye, Yunanistan'da ilerleyen Alman birliklerine Edirne'den ve Türk-Yunan sınırından uzakta kalmaları emri verildiğini tekrar ilettiler. Ayrıca Almanya'nın Ege ve Karadeniz kıyılarında gözükmesinin Almanya'ya karşı bir Türk-Sovyet yakınlaşması doğuracağından endişelenen Alman Dışişleri Türkiye'yle bid saldırmazlık paktı yapılması konusunda zemin yoklamaya başladı. Bu çerçevede 9 Nisan'da Berlinde Türk büyükelçisi Gerede'yle görüşen Alman Dışişleri Bakanı Ribbentrop Führer'in Almanya'nın eski dostlarını tekrar kendi safında görmekten memnun olacağını belirterek şöyle dedi: "Almanya'ya geri dönme yollarını bulmuş eski müttefiklerimizin hepsi revizyonist isteklerini tatmin edebilecek bir pozisyon kazanmışlardır. Bu geçmişte Bulgaristan ve Macaristan için doğrulanmıştır ve şimdi Yunanistan ve Sırbistan'a karşı yürütülen operasyonlarda tekrar dikkate alınacaktır." Böylece Almanya yanında savaşa katılması karşılığında Ege'de Türkiye lehine birtakım düzenlemeler yapılabileceği imasında bulunuyordu.

Önceki yazıda da bir örneği bulunan, Almanya'nın Türkiye'yi Sovyet endişesi altında tutarak idare etme politikası, bu tarihten sonra Türkiye'yi savaş sonrası düzenlemeler ve topraj vaadleriyle kontrol etmeye çalışma politikasına dönüşmüştür. İlk defa Ribbentrop tarafından dile getirilen bu düzenlemeler çeşitli defalar genişletilerek von Papen tarafından Türk Dışişlerine iletilmiştir. Bu çerçevede Nisan'nın sonuna doğru gittiği Berlin'den 12 Mayıs'ta Ankaraya dönen von Papen karşılıklı yardım anlaşması yapılması için İnönü ve Saracoğlu ile görüşmelere başlamıştır. Saracoğlu ile yaptığı ilk görüşmede Balkan harekatının sonuçlandığını ve Führer'in İnönü'ye verdiği sözü tuttuğunu belirterek (bu söz alman askerlerinin Türkiye sınırına 100 km.den fazla yaklaşmayacağına dairdir. Ancak fiiliyatta 60 km. olarak gerçekleşmiştir.), " Şimdi mesele Türkiye' nin politikasında kesin bir değişiklipe hazılanması hususudur." dedi. Ardından Reich'ın Türkiye'ye vermeye hazırlandığı taahhğtleri özetledi. Buna göre Almanya:

"1) Daha önce vermiş olduğumuz güvence (Alman askerlerinin Türk sınırından uzakta kalacağı garantisi) geçerlidir ve öyle kalacaktır

2) Bütün Türk çıkar ve amaçları adilane bir şekilde çözümlenecektir

3) Resmen ve açıkça, Türkiye'nin egemenlij ve bağımsızlığına Almanya'nın yalnız hürmet hissi bulunmaktadır. Türk hakları da aynı hürmeti görecektir. Boğazlardaki Türk hakları da Türkiye'nin istediği doğrultuda güçlendirilecektir.

4) Türkiye'yle bütün siyasi ve ekonomij sorunları görüşmeye hazırız ve Türkiye'yi ilgilendirirse güvenlik bölgelerinse Türkiye'yi tamamen tatmin edebiliriz

5) Edirne civarındaki bölge ve (Ege'de) kıyıya yakın adalar Türkiye'ye bırakılacaktır.

6) Türk topraklarından asla asker geçirmek istemeyeceğiz, yalnız var olan ticaret sözleşmesine istinaden, gerekirse savaş malzemesi geçirmeyi isteyebiliriz.

7) İki ülke arasındaki güven ve dostluğu açıklayan herhangi bir şey yapılabilirse, her çeşit savaş malzemesi verebiliriz, bunların Almanya'ya karşı kullanılmayacaklarından emin olmak kaydıyla Türk yükümlülükleriyle çatışan hiçbir şey istemeyeceğiz. (Bu yükümlülükler Müttefiklere karşı olanlar.)

8) Bunlara kaşılık gizli veya açık Türk yükümlülükleriyle çatışmayan bir anlaşma yapmayı taahhüt ederiz."

Burada, Türkiye'yi bu dolaylı görüşmelere ve Almanya ile olası bir işbirliği aramaya iten gereklilik, nereye varacağı ve savaş sonunda ne ifade edeceği hiç belli olmayan bu tür taahhütlerin çekiciliğinden değil, olası bir Alman-Sovyet işbirliğinden duyduğu endişe olduğunu vurgulamak gerekir. Nitekim 14 Mayıs'ta von Papen ile İnönü bir görüşme yaptı. Görüşmede Almanya'nın SSCB'yle anlaşmasının uzun vadeli olamayacağını ve bir yıl sonra çok faha elverişsiz bir durumla karşılaşabileceklerini belirterek, eğer Almanya Türkiye'ye karşı hiçbir ülkeye taahhüt vermeyeceğini ifade ederse, Türkiye'nin de Almanya'nın çıkarlarına karşı hiçbir yükümlülüğe girmeyeceğini ve asla onunla çatışmayacağını taahhüt edeceğini, bunun da Türkiye'nin diğer taraflara olan yükümlülükleriyle uzlaşacak bir formülle yazılı hale getirilebileceğini söyledi.

Türkiye Almanya'nın bu girişimlerinden müttefiki İngiltere'yi de haberdar etti ve zamanla desteğini de aldı.

Irak Darbesi ve Almanya'nın istek ve teklifleri:
Almanya Irak'a, 2 Nisan'daki darbenin ardından yönetime gelen Raşid Ali Geylani yönetimine Türkiye üzerinden transit geçerek yardımda bulunmak istemekte, Türkiye ise buna direnmekteydi. Darbenin ardından İngiktere Irak'taki durumu tekrar kendi lehine çevirebilmek için 2 Mayıs'ta Basra'ya asker çıkarmış, bunun üzerine darbeci yönetimin savunma bakanı Ankara'ya gelerek von Papen'den yardım istemişti. Almanya'nın bu yardımı göndermesi ancak Türk topraklarından geçerek mümkün olabilirdi. Bu durum Irak'ta etkin olmanın yanı sıra, Almanya için Vichy hükümetinin Suriye'de Almanya'ya bıraktığı üslere ulaşmak, İran ve Irak petrollerini denetimine almak ve ardından Süveyş'e uzanmak ya da Basra yoluyla Hiny Okyanusu'ndaki Japon güçleriyle doğrudan temas sağlamak için iyi bir fırsattı.

Bu çerçevede von Papen Ribbentrop' tan gelen bir anlaşma taslağını 23 Mayıs 1941'de görüştüğü Menemencioğlu'na verdi. Bu anlaşmaya göre bir gizli protokolle Türkiye Almanya'nın Irak'a silah yardımı yapmasını güvence altına alacak, buna karşılık bir başka gizli protokolle "Reich'ın barışa ulaşıldığında Trakya'ya, adalara ve Boğazların statüsünün değiştirilmesine ilişkin Türk dileklerine daha yakın anlayış ile, askeri operasyonlar genişlediğinde aynı anlayışın güney ve doğudaki komşu bölgelerdeki çıkarları içinde geçerliliği" önerisi getiriliyordu. Böylece Almanya sadece Balkanlar'da ve Ege'de değil, fakat daha yakın bir işbirliği durumunda Suriye, Irak ve İran sınırlarında da Türkiye lehine bazı sınır düzenlemeleri yapılmasını teklif ediyordu.

Almanya somut önerilerden kaçınarak yürüttüğü müzakerelerle aslında kendisini herhangi bir somut öneriyle bağlamadan bazı muğlak sözlerle Türkiye'yi yavaş yavaş Mihver'le işbirliğine sevk etmeye çalışıyordu.
Türkiye bu teklife karşılık Menemencioğlu'nun ağzından Almanya'ya Türkiye'nin herhangi bir toprak talebi olmadığını, kendisinden Türk-İngiliz ittifakına aykırı herhangi bir istekte bulunmamasını ve dolayısıyla gizli protokolün mümkün olmayacağını, fakat "Almanya Türkiye'ye saldırmamayı taahhüt ederse Türkiye'nin de Almanya'nın herhangi bir devletle yaptığı savaşta tarafaız kalmayı ve saldırmamayı" taahhüt edebileceğini bildirdi. 28 Mayıs'ta Raşid Ali'nin teslim olmasından sonra İngilizlerin Irak'taki duruma hakim olmaları ve iktidarın değişerek İngiliz yanlısı bir yönetimin kurulması, Türkiye'yi tüm bu baskılardan kurtardı.

Türk-Alman Saldırmazlık Paktı:

Irak'taki gelişmeler üzerine artık Almanya için Türkiye üzerinden savaş malzemesi geçirmenin bir anlamı kalmamıştı. Fakat bu sefer de Sovyetlere saldırmadan önce Türkiye'nin tarafsızlığı sağlanarak Almanya'nın sağ kanadının güvenceye alınması önem kazanmıştı. Bu çerçevede Irak'a silah gönderme bahsi çıkarılmış ama Türkiye'ye de karşılığında sadece toprak bütünlüğüne saygı ve bir de savaş sonunda Edirne sınırlarındaki düzenlemeye ilişkin olarak Türkiye'nin dileklerini Reich'ın 'mümkün olduğu ölçüde' dikkate alacağı vaadini içeren gizli bir protokol eklenmişti.

1 Haziran'da Ribbentrop von Papen'e bi anlaşma taslağı gönderdi. Taslak:
"1) Almanya ve Türkiye karşılıklı olarak birbirlerinin toprak bütünlüğüne ve ihlal edilmezliğine saygı göstereceklerdir.

2) Gelecekte onların ortak çıkarlarını etkileyen bütün sorunlarda, bu sorunların çözümüne ilişkin bir anlayışa ulaşmak için birbirlerine dostça danışacaklardır."

Gizli protokol ise şöyledir:
"1) Almanya, Türkiye'nin Boğazlar'daki ülkesel egemenliğini tanıdığını ve bu egemenliğin uluslararası uygulanışını emin kılacak bütün Türk çabalarını destekleyeceğini bildirir. Buna karşılık Türkiye, kendi tarafında, Boğazlar sorununda Alman denizciliğinin gereklerini hesaba katacaktır.

2) Reich Hükümeti, barışın sonuçlanmasında Türkiye'nin Edirne dileklerini mümük olduğu ölçüde dikkate alacaktır."

Türkiye'nin bu öneriyi olumlu karşılamaması üzerine Ribbentroo'un von Papen aracılığıyla 3 Haziran'da Türk Dışişlerine sert bir açıklama iletti. Bu açıklamada Almanya'nın ve müttefiklerinin halihazırda Avrupa'nın kesin hakimi olduklarını ve isterlerse Türkiye'yi çok rahatlıkla bertaraf edebileceklerini, dolayısıyla Türkiye'nin önerilen işbirliği ve toprak bütünlüğü garantisinin tamamıyla Türkiye'nin avantajına olduğunu hatırlattı. Yani Almanya havuç politikasının işlemediğini fark edip artık açıkça sopa göstermeye başlamıştı.

Bu sırada Türkiye'nin Alman safına katılacağından endişelenen İngiltere ABD'yi de devreye sokarak olası bir anlaşmayı önlemeye çalışıyordu. ABD'den Türkiye büyükelçisi MacMurray'e Türk yetkililere iletilmek üzere bir mesaj gönderildi. Mesajda, eğer Alman saldırısının genişlemesine direnmede Türkiye'nin tutumu yumuşarsa ve bunu takiben Türk-İngiliz işbirliğinde bir değişiklik olursa bunun ABD kamuoyunda yaratacağı kötü etkiye dikkat çekiliyordu. Ayrıca böyle bir durumda Türkiye Ödünç Verme ve Kiralama Yasasından da yararlanamayacaktı. Fakat İngiliz büyükelçisinden söz konusu anlaşmanın birkaç gün içinde imzalanacağını öğrenen MacMurray, bakanın mesajını istendiği gibi derhal iletmedi ve bu tür sert girişinlerin yarar yerine zara getireceğini de belirterek Washington'dan yeni bir talimat istedi.

Nitekim, İngilizler de bu arada taktik değiştirerek söz konusu anlaşmayı önlemek yerine, anlaşmaya Türkiye'nin İngiltere'yle olan ittifakını zayıflatmadığı yolunda bir açıklama eklenmesini sağlamaya çalışmaktaydı. Zaten Türkiye de Almanya'yla olan anlaşmalarının giriş kısmına Türliye'nin İngiltere'yle olan ittifakna zarar gelmeyeceği yolunda bir kayıt konulması ve eğer Türkiye üçüncü bir taraftan saldırıya uğrarsa İngiltere'nin yardımını isteme hakkının saklı tutulması konhlarında ısrarcıydı. Sonunda 18 Haziran'da imzalanan Türk-Alman Saldırmazlık Paktı'na göre Türkiye Cumhuriyeti ile Alman Reich' ı:

"Aralarındaki ilişkileri karşılıklı güven ve içtenlikle dostluk temenline oturtmak isteğiyle ve her birinin bugün mevcut uluslararası yükümlülükleri saklı kalmak üzere, bir anlaşma yapmaya ve aşağıdaki hükümleri kararlaştırmışlardır:

1) Türkiye Cumhuriyeti ve Alman Reich'ı topraklarının dokunulmazlığına ve bütünlüğüne karşılıklı olarak saygı göstermeyi ve doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak, birbirlerine karşı her türlü harekattan kaçınmayı yükümlenirler.

2) Türkiye Cumhuriyeti ve Alman Reich'ı ortak yararlarına olan tüm sorunlarda, bunların çözümü için anlaşma sağlamak üzere, bundan böyle aralarında dostça temasta bulunmayı yükümlenirler.

3) İmzası günü yürürlüğe girecek olan bu anlaşma 10 yıl süre için geçerlidir. Bağıtlı yüksek taraflar, anlaşmanın süresinin uzatılması konusunda, zamanı gelince aralarında kararlaştıracaklardır."

Bu anlaşmayla Türkiye, Polonya gibi SSCB ve Almanya arasında parçalanma tehlikesinden, muhtemel bir Alman işgalinden, Alman tekliflerine kapılıp savaş dahil olmaktan vs. kendini kurtarmıştır.

Almanya ise güney kanadını sağlama aldıktan 4 gün sonra yani 22 Haziran'da SSCB harekatını başlatmıştır.

Kısa özet:

Almanya bir yandan SSCB ile Türkiye üzerine pazarlık yapıyor, bir yandan da Türkiye'yi yanına çekmeye çalışıyor. SSCB ile anlaşamayan Almanya, Türkiye ile anlaşabilmek için toprak falan teklif ediyor. Bu teklifler sırasında Türkiye üzerinsen Irak'taki Nazi yanlısı yönetime yardım geçirmek gibi ödünler falan istiyor. Türkiye Almanya'nın ne isteklerini ne de toprak tekliflerini kabul etmiyor. İşin sonunda Almanya ve Türkiye saldırmazlık anlaşmask imzalıyor. Bu anlaşmayla Türkiye, Polonya gibi Almanya ve SSCB arasında parçalanmaktan ve olası bir Alman işgalinden kendisini kurtarırken, Almanya güney kanadını sağlama alıyor ve anlaşmanın imzalanmasından 4 gün sonra 22 Haziran'da SSCB harekatına başlıyor.

Adalar konusunu da daha sonra bir ara yazarım. Bunları yazarken bir hayli yoruldum. Daha ayrıntılı bilgi için bkz. Türk Dış Politikası Cilt 1.

İyi okumamalar şimdiden. :d

Kişsel yorumum, savaşa katılmaması doğrudur. Bu politikayı uygularken hem Müttefikleri hem Miğfer devletlerini idare etmek gibi büyük bir zorluk başarıyla atlatılmıştır ancak savaş sonunda bu politikanın bedeli olarak Türkiye yalnız kalmıştır. Savaşın hemen ardından tüm Doğu Avrupa'yı ele geçiren ve Türkiye'yi kuzeyden kuşatan SSCB ile belli bir süre başbaşa bırakılmış ve SSCB'nin toprak ve Boğazlar'da üs isteklerine tek başına direnmek zorunda kalmıştır. Bu direncin Batı'nın desteği olmadan çok uzun süre sağlanamayacağı göz önüne alınırsa, savaş sonrası süreçteki politiklar daha kolay anlaşılabilir bir konuma gelecektir. Saygılar. :sapkali:
 
Son düzenleme:
Türkiye'nin o dönemdeki dış politikasına ve dönemin karmaşık ilişkilerine dair:

Not: Yazıyı okumadan önce Polonya sendromuna bakın ve bu çerçevede olayları değerlendirin.
Türkiye üzerine Alman-Sovyet Pazarlığı:

Kasım 1940 SSCB Dışişleri Bakanı Molotov Berlin'e gider. Hitlerin amacı SSCB'yi Mihver devletler tarafına çekmektir. Hitler Molotov ile olan görüşmelerinde Almanya, Japonya, İtalya ve SSCB'nin ortak bir platformda anlaşmaları halinde Türkiye'nin de bu ülkelere yöneleceğini vurgular. Yine SSCB'yi kendi tarafına çekmek için Boğazlar hakkında SSCB lehine iyileştirmelerden yana olduklarını dile getiri. Montreux'un bir kenara atılıp SSCB, Türkiye, Almanya, İtalya arasında bir sözleşme ile SSCB'ye savaş gemilerini ve ticaret filolarını serbestçe Akdeniz'e çıkartma dahil olmak üzeere, SSCB'ye yeni sözleşme ile bazı özel ayrıcalıklar verilmesi konusunda anlaşma sağlanır.

12 Kasım'daki görüşmelerde Hitler Karadeniz'deki ve Boğazlardaki çıkarlarını nasıl korumayı planladığını sorduğunda Molotov, Boğazların SSCB'nin güvenliği için hayati öneme sahip olduğunu ve bu nedenle Almanya'nın Romanya'ya verdiğine benzer bir garantiyi Bulgaristan' vermesi konusunda ne düşündüklerini sordu. Hitler bunun Almanya'nın görüşleriyle büyük ölçüde uyuştuğunu belirtti. Buna göre Boğazlar sade SSCB'nin savaş gemilerine açık olacak ve diğer bütün ülkelerin savaş gemilerine kapalı olacaktı. Ancak bunun için önce Bulgaristan'a böyle bir garanti isteyip istemediğinin sorulması ve ardından kendisinin Mussoli'niye danışması gerekiyordu. Molotov SSCB'nin kağıt üzerindeki garantilerle yetinmeyeceğini, gerçek garantiler istediğini belirtti. Ege adalarında ya da Boğazlarda bazı kontrol noktalarına sahip olmak veya Bulgaristan'a garanti vermek SSCB açısından bu nedenle önemliydi. Kısaca SSCB Mihvere katılmadan önce Boğazlarda deniz ve hava üssü talep ediyor, Batum ve Bakü'nün güneyinde İran Körfezi yönündeki bölgenin de Sovyet nüfuz alanı olarak tanınmasını istiyordu.

Sonunda SSCB, Almanya ve İtalya' ylaTürkiye'yi mevcut yükümlülüklerinden kurtarmak ve onu yavaşça kendileriyle siyasi işbirliği yapmak için kazanmanın ortak çıkarlarına olduğu ve genel olarak yürürlükteki Montreux'nün kaldırılması konularında anlaştı. Anlaşmaya göre SSCB herhangi bir zamansa savaş gemilerini sınırsız geçrime hakkına sahip olacak ve Karadeniz ülkeleri ile Almanya ve İtalya hariç diğer ülkelerin savaş gemileri ilke olarak Boğazlardan geçemeyeceklerdi. Molotov ayrıca Türkiye'nin SSCB, Almanya, İtalya ve Japonya ittifakına katılmayı reddetmesi halinde Almanya, İtalya ve SSCB'nin gerekli askeri ve diplomatik tedbirler için çalışmalarını, bubları uygulamak için birlikte hareket etmelerini istedi.

Esasen dünyayı Mihver devletler ve SSCB arasınsa nüfuz alanı paylaşımını konu alan bu görüşmede, Molotov SSCB'ye sönerken Almanya tarafından kendisine bir mektup verildi. Bu mektubun Türkiye ile ilgili kısmında şunlar öneriliyordu: Türkiye İngiltere'ye olan taahhütlerinden kurtarılarak Mihver'le işbirliği yaptırılmalı, yeni bir Boğazlar rejimi düzenlenerek SSCB'ye sınırsız geçiş hakkı verilmeli, Boğazlar Karadeniz'e kıyısı olmayan devletlerin savaş gemilerine kapatılmalıdır.

25 Kasım'da cevap veren SSCB'nin Mihver devletlerine katılmak için ileri sürdüğü şartlar arasında, Bulgaristan'la karşılıklı imzalayacağı bir yardım paktı ve Boğazlar üzerinde uzun vadeli kiralama yoluyla kara ve deniz üsleri kurması vardı. Ayrıca, Türkiye'nin Almanya, İtalya ve SSCB'ye bir pakt ile katılmayı kabul etmesi halinde toprak bütünlüğünün garanti edilmesi, aksi taktirde ise Türkiye'ye karşı gerekli tedbirlerin alınması gerektiği ifade ediliyordu. Ancak Sovtlerin hem Berlin görüşmeleri sırasında hem de daha sonraki yazışmalarda büyük stratejik öneme sahip Boğazlar konusundaki talepleri Hitler'i Sovyetlerle iibirliğini bitirme zamanının geldiğine ikna etmişti.

Nazilerin Sovyetleri İhbarı ve Türkiye'nin cevabı:

Türkiye, kendi üzerine yapılan Nazi-Sovyet pazarlığını, İnönü'nün Hitler' e yolladığı mektubu vermeye giden Türk büyük elçi Hüsrev Gerede'ye Hitler'in bizzat aktarmasıyla öğrendi. Görüşmeden anlaşıldığı kadarıyla Türkiye aleyhine olacak bu anlaşmayı engelleyeb şey Sovyetlerin Bulgaristandan ve Çanakkale'den üs istemesi, Boğazlar ve Balkanlarda başka bir rakip istemeyen Almanya'nın da bunu reddetmiş olmasıydı.
28 Mart 1941'de dönemin Dışişleri Bakanı Menemencioğlu'nu görmeye gelen Almanya büyükelçisi von Papen Führer'in tarihi Türk-Alman dostuluğuna dayanarak SSCB'nin öne sürdüğü şartları reddetmesinin ne kadar taktire şayan olduğunu ifade edince Menemencioğlu:

"Politikada duygusallıktan, eski dostluklardan ve silah kardeşliğinden değil, Reicj'ın ve Türkiye'nin politikasını belileyen aktüel çıkarlarından konuşalım. Biz Türkler tabii ki SSCB ile yapılan müzakerede Türkiye'nin bir pazarlık konusu olduğunu varsaydık, bütün olasılıkları düşündük. Fakat ben manzarayı açıkladığımda bile eğer Almanya SSCB'yi seçer ve Boğazlaru ona vermej isterse o zaman Alman zaferi beklentileri pek gerçekçi olmayacaktır. Böyle bir tercih Romanya ve Bulgaristan aracılığıyla SSCB'nin Boğazlara ve Akdeniz'e ulaiması ve Almanya'nın güneyden çevrilmesi demek olur. Eğer Almanya bu yüksek fiyatı ödemeye istekli iseler, o zaman galiba savaşı kaybederler. Biz Türkler de farklı bir yoldan kâr ederiz. Führer'in Boğazları SSCB'ye vermemesi bunun sonucu akıllıcadıe ve Alman çıkarınadır. Biz, bu savaşın bir tarafın topyekun yenilgisiyle sonuçlanmasını isteyoruz. Türkiye'nin çıkarı görüşmelerle barışın sağlanması yönündedir. Müttefik olmamıza rağmen biz kendimizin herhangi bir şekilde kullanılmasına izin vermedik. Biz egoistiz ve yalnızca kendimizi düşünürüz."

Bu cevap Türk dış politikasının bu dönemdeki niteliğini ve dayandığı gerçekliği göstermesi açısından oldukça önemlidir.

Kısa özet:

Almanya ve SSCB dünyayı parsellemek için anlaşmaya çalışırılar. Bu parsellemede Türkiye ve Boğazlar önemli bir noktadadır. SSCB Boğazlardan ayrıcalıklar üs falan ister. Bu durım Almanya'nın savaş sonunda güneyden SSCB tararından kuşatılması anlamına geleceğinden ve Almanya, Boğazları SSCB kontrolüne vermek istenediğinden anlaşamazlar. Bunun sonucunda SSCB Mihvere katılmaz ve Haziran 1941'de Barbarossa Harekatı başlar.

Bu pazarlıkta Türkiye'yi satmadık diyerek Türkiye'yi yanına çekmeye çalışan Almanya'ya dönemin Dışişleri Bakanı Menemencioğlu okkalı bir cevap verir. Bu cevap Türkiye'nin o dönemdeki dış politikasının niteliğini ve dayandığı gerçekliği anlatması yönünden oldukça önemlidir.


Almanya'nın toprak tekliflerine dair:

Not:Bu teklifler yapılırken bir yandan da Almanya'nın SSCB ile anlaşmaya çalıştığını hatırda tutarak okuyalım.

Almanya'nın Türkiye'yi idare etme politikası ve toprak teklifleri:

Almanya Balkanları işgal etmiş ve 17 Nisan'da Yugoslavya ve 23 Nisan'da Yunanistan teslim olmuştı. Bu arada Almanlar Türkiye'ye, Yunanistan'da ilerleyen Alman birliklerine Edirne'den ve Türk-Yunan sınırından uzakta kalmaları emri verildiğini tekrar ilettiler. Ayrıca Almanya'nın Ege ve Karadeniz kıyılarında gözükmesinin Almanya'ya karşı bir Türk-Sovyet yakınlaşması doğuracağından endişelenen Alman Dışişleri Türkiye'yle bid saldırmazlık paktı yapılması konusunda zemin yoklamaya başladı. Bu çerçevede 9 Nisan'da Berlinde Türk büyükelçisi Gerede'yle görüşen Alman Dışişleri Bakanı Ribbentrop Führer'in Almanya'nın eski dostlarını tekrar kendi safında görmekten memnun olacağını belirterek şöyle dedi: "Almanya'ya geri dönme yollarını bulmuş eski müttefiklerimizin hepsi revizyonist isteklerini tatmin edebilecek bir pozisyon kazanmışlardır. Bu geçmişte Bulgaristan ve Macaristan için doğrulanmıştır ve şimdi Yunanistan ve Sırbistan'a karşı yürütülen operasyonlarda tekrar dikkate alınacaktır." Böylece Almanya yanında savaşa katılması karşılığında Ege'de Türkiye lehine birtakım düzenlemeler yapılabileceği imasında bulunuyordu.

Önceki yazıda da bir örneği bulunan, Almanya'nın Türkiye'yi Sovyet endişesi altında tutarak idare etme politikası, bu tarihten sonra Türkiye'yi savaş sonrası düzenlemeler ve topraj vaadleriyle kontrol etmeye çalışma politikasına dönüşmüştür. İlk defa Ribbentrop tarafından dile getirilen bu düzenlemeler çeşitli defalar genişletilerek von Papen tarafından Türk Dışişlerine iletilmiştir. Bu çerçevede Nisan'nın sonuna doğru gittiği Berlin'den 12 Mayıs'ta Ankaraya dönen von Papen karşılıklı yardım anlaşması yapılması için İnönü ve Saracoğlu ile görüşmelere başlamıştır. Saracoğlu ile yaptığı ilk görüşmede Balkan harekatının sonuçlandığını ve Führer'in İnönü'ye verdiği sözü tuttuğunu belirterek (bu söz alman askerlerinin Türkiye sınırına 100 km.den fazla yaklaşmayacağına dairdir. Ancak fiiliyatta 60 km. olarak gerçekleşmiştir.), " Şimdi mesele Türkiye' nin politikasında kesin bir değişiklipe hazılanması hususudur." dedi. Ardından Reich'ın Türkiye'ye vermeye hazırlandığı taahhğtleri özetledi. Buna göre Almanya:

"1) Daha önce vermiş olduğumuz güvence (Alman askerlerinin Türk sınırından uzakta kalacağı garantisi) geçerlidir ve öyle kalacaktır

2) Bütün Türk çıkar ve amaçları adilane bir şekilde çözümlenecektir

3) Resmen ve açıkça, Türkiye'nin egemenlij ve bağımsızlığına Almanya'nın yalnız hürmet hissi bulunmaktadır. Türk hakları da aynı hürmeti görecektir. Boğazlardaki Türk hakları da Türkiye'nin istediği doğrultuda güçlendirilecektir.

4) Türkiye'yle bütün siyasi ve ekonomij sorunları görüşmeye hazırız ve Türkiye'yi ilgilendirirse güvenlik bölgelerinse Türkiye'yi tamamen tatmin edebiliriz

5) Edirne civarındaki bölge ve (Ege'de) kıyıya yakın adalar Türkiye'ye bırakılacaktır.

6) Türk topraklarından asla asker geçirmek istemeyeceğiz, yalnız var olan ticaret sözleşmesine istinaden, gerekirse savaş malzemesi geçirmeyi isteyebiliriz.

7) İki ülke arasındaki güven ve dostluğu açıklayan herhangi bir şey yapılabilirse, her çeşit savaş malzemesi verebiliriz, bunların Almanya'ya karşı kullanılmayacaklarından emin olmak kaydıyla Türk yükümlülükleriyle çatışan hiçbir şey istemeyeceğiz. (Bu yükümlülükler Müttefiklere karşı olanlar.)

8) Bunlara kaşılık gizli veya açıj Türk yükümlülükleriyle çatışmayan bir anlaşma yapmayı taahhüt ederiz."

Burada, Türkiye'yi bu dolaylı görüşmelere ve Almanya ile olası bir işbirliği aramaya iten gereklilik, nereye varacağı ve savaş sonunda ne ifade edeceği hiç belli olmayan bu tür taahhütlerin çekiciliğinden değil, olası bir Alman-Sovyet işbirliğinden duyduğu endişe olduğunu vurgulamak gerekir. Nitekim 14 Mayıs'ta von Papen ile İnönü bir görüşme yaptı. Görüşmede Almanya'nın SSCB'yle anlaşmasının uzun vadeli olamayacağını ve bir yıl sonra çok faha elverişsiz bir durumla karşılaşabileceklerini belirterek, eğer Almanya Türkiye'ye karşı hiçbir ülkeye taahhüt vermeyeceğini ifade ederse, Türkiye'nin de Almanya'nın çıkarlarına karşı hiçbir yükümlülüğe girmeyeceğini ve asla onunla çatışmayacağını taahhüt edeceğini, bunun da Türkiye'nin diğer taraflara olan yükümlülükleriyle uzlaşacak bir formülle yazılı hale getirilebileceğini söyledi.

Türkiye Almanya'nın bu girişimlerinden müttefiki İngiltere'yi de haberdar etti ve zamanla desteğini de aldı.

Irak Darbesi ve Almanya'nın istek ve teklifleri:
Almanya Irak'a, 2 Nisan'daki darbenin ardından yönetime gelen Raşid Ali Geylani yönetimine Türkiye üzerinden transit geçerek yardımda bulunmak istemekte, Türkiye ise buna direnmekteydi. Darbenin ardından İngiktere Irak'taki durumu tekrar kendi lehine çevirebilmek için 2 Mayıs'ta Basra'ya asker çıkarmış, bunun üzerine darbeci yönetimin savunma bakanı Ankara'ya gelerek von Papen'den yardım istemişti. Almanya'nın bu yardımı göndermesi ancak Türk topraklarından geçerek mümkün olabilirdi. Bu durum Irak'ta etkin olmanın yanı sıra, Almanya için Vichy hükümetinin Suriye'de Almanya'ya bıraktığı üslere ulaşmak, İran ve Irak petrollerini denetimine almak ve ardından Süveyş'e uzanmak ya da Basra yoluyla Hiny Okyanusu'ndaki Japon güçleriyle doğrudan temas sağlamak için iyi bir fırsattı.

Bu çerçevede von Papen Ribbentrop' tan gelen bir anlaşma taslağını 23 Mayıs 1941'de görüştüğü Menemencioğlu'na verdi. Bu anlaşmaya göre bir gizli protokolle Türkiye Almanya'nın Irak'a silah yardımı yapmasını güvence altına alacak, buna karşılık bir başka gizli protokolle "Reich'ın barışa ulaşıldığında Trakya'ya, adalara ve Boğazların statüsünün değiştirilmesine ilişkin Türk dileklerine daha yakın anlayış ile, askeri operasyonlar genişlediğinde aynı anlayışın güney ve doğudaki komşu bölgelerdeki çıkarları içinde geçerliliği" önerisi getiriliyordu. Böylece Almanya sadece Balkanlar'da ve Ege'de değil, fakat daha yakın bir işbirliği durumunda Suriye, Irak ve İran sınırlarında da Türkiye lehine bazı sınır düzenlemeleri yapılmasını teklif ediyordu.

Almanya somut önerilerden kaçınarak yürüttüğü müzakerelerle aslında kendisini herhangi bir somut öneriyle bağlamadan bazı muğlak sözlerle Türkiye'yi yavaş yavaş Mihver'le işbirliğine sevk etmeye çalışıyordu.
Türkiye bu teklife karşılık Menemencioğlu'nun ağzından Almanya'ya Türkiye'nin herhangi bir toprak talebi olmadığını, kendisinden Türk-İngiliz ittifakına aykırı herhangi bir istekte bulunmamasını ve dolayısıyla gizli protokolün mümkün olmayacağını, fakat "Almanya Türkiye'ye saldırmamayı taahhüt ederse Türkiye'nin de Almanya'nın herhangi bir devletle yaptığı savaşta tarafaız kalmayı ve saldırmamayı" taahhüt edebileceğini bildirdi. 28 Mayıs'ta Raşid Ali'nin teslim olmasından sonra İngilizlerin Irak'taki duruma hakim olmaları ve iktidarın değişerek İngiliz yanlısı bir yönetimin kurulması, Türkiye'yi tüm bu baskılardan kurtardı.

Türk-Alman Saldırmazlık Paktı:

Irak'taki gelişmeler üzerine artık Almanya için Türkiye üzerinden savaş malzemesi geçirmenin bir anlamı kalmamıştı. Fakat bu sefer de Sovyetlere saldırmadan önce Türkiye'nin tarafsızlığı sağlanarak Almanya'nın sağ kanadının güvenceye alınması önem kazanmıştı. Bu çerçevede Irak'a silah gönderme bahsi çıkarılmış ama Türkiye'ye de karşılığında sadece toprak bütünlüğüne saygı ve bir de savaş sonunda Edirne sınırlarındaki düzenlemeye ilişkin olarak Türkiye'nin dileklerini Reich'ın 'mümkün olduğu ölçüde' dikkate alacağı vaadini içeren gizli bir protokol eklenmişti.

1 Haziran'da Ribbentrop von Papen'e bi anlaşma taslağı gönderdi. Taslak:
"1) Almanya ve Türkiye karşılıklı olarak birbirlerinin toprak bütünlüğüne ve ihlal edilmezliğine saygı göstereceklerdir.

2) Gelecekte onların ortak çıkarlarını etkileyen bütün sorunlarda, bu sorunların çözümüne ilişkin bir anlayışa ulaşmak için birbirlerine dostça danışacaklardır."

Gizli protokol ise şöyledir:
"1) Almanya, Türkiye'nin Boğazlar'daki ülkesel egemenliğini tanıdığını ve bu egemenliğin uluslararası uygulanışını emin kılacak bütün Türk çabalarını destekleyeceğini bildirir. Buna karşılık Türkiye, kendi tarafında, Boğazlar sorununda Alman denizciliğinin gereklerini hesaba katacaktır.

2) Reich Hükümeti, barışın sonuçlanmasında Türkiye'nin Edirne dileklerini mümük olduğu ölçüde dikkate alacaktır."

Türkiye'nin bu öneriyi karşılaması üzerine Ribbentroo'un von Papen aracılıpıyla 3 Haziran'da Türk Dışişlerine sert bir açıklama iletti. Bu açıklamada Almanya'nın ve müttefiklerinin halihazırda Avrupa'nın kesin hakimi olduklarını ve isterlerse Türkiye'yi çok rahatlıkla bertaraf edebileceklerini, dolayısıyla Türkiye'nin önerilen işbirliği ve toprak bütünlüğü garantisinin tamamıyla Türkiye'nin avantajına olduğunu hatırlattı. Yani Almanya havuç politikasının işlemediğini fark edip artık açıkça sopa göstermeye başlamıştı.

Bu sırada Türkiye'nin Alman safına katılacağından endişelenen İngiltere ABD'yi de devreye sokarak olası bir anlaşmayı önlemeye çalışıyordu. ABD'den Türkiye büyükelçisi MacMurray'e Türk yetkililere iletilmek üzere bir mesaj gönderildi. Mesajda, eğer Alman saldırısının genişlemesine direnmede Türkiye'nin tutumu yumuşarsa ve bunu takiben Türk-İngiliz işbirliğinde bir değişiklik olursa bunun ABD kamuoyunda yaratacağı kötü etkiye dikkat çekiliyordu. Ayrıca böyle bir durumda Türkiye Ödünç Verme ve Kiralama Yasasından da yararlanamayacaktı. Fakat İngiliz büyükelçisinden söz konusu anlaşmanın birkaç gün içinde imzalanacağını öğrenen MacMurray, bakanın mesajını istendiği gibi derhal iletmedi ve bu tür sert girişinlerin yarar yerine zara getireceğini de belirterek Washington'dan yeni bir talimat istedi.

Nitekim, İngilizler de bu arada taktik değiştirerek söz konusu anlaşmayı önlemek yerine, anlaşmaya Türkiye'nin İngiltere'yle olan ittifakını zayıflatmadığı yolunda bir açıklama eklenmesini sağlamaya çalışmaktaydı. Zaten Türkiye de Almanya'yla olan anlaşmalarının giriş kısmına Türliye'nin İngiltere'yle olan ittifakna zarar gelmeyeceği yolunda bir kayıt konulması ve eğer Türkiye üçüncü bir taraftan saldırıya uğrarsa İngiltere'nin yardımını isteme hakkının saklı tutulması konhlarında ısrarcıydı. Sonunda 18 Haziran'da imzalanan Türk-Alman Saldırmazlık Paktı'na göre Türkiye Cumhuriyeti ile Alman Reich' ı:

"Aralarındaki ilişkileri karşılıklı güven ve içtenlikle dostluk temenline oturtmak isteğiyle ve her birinin bugün mevcut uluslararası yükümlülükleri saklı kalmak üzere, bir anlaşma yapmaya ve aşağıdaki hükümleri kararlaştırmışlardır:

1) Türkiye Cumhuriyeti ve Alman Reich'ı topraklarının dokunulmazlığına ve bütünlüğüne karşılıklı olarak saygı göstermeyi ve doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak, birbirlerine karşı her türlü harekattan kaçınmayı yükümlenirler.

2) Türkiye Cumhuriyeti ve Alman Reich'ı ortak yararlarına olan tüm sorunlarda, bunların çözümü için anlaşma sağlamak üzere, bundan böyle aralarında dostça temasta bulunmayı yükümlenirler.

3) İmzası günü yürürlüğe girecek olan bu anlaşma 10 yıl süre için geçerlidir. Bağıtlı yüksek taraflar, anlaşmanın süresinin uzatılması konusunda, zamanı gelince aralarında kararlaştıracaklardır."

Bu anlaşmayla Türkiye, Polonya gibi SSCB ve Almanya arasında parçalanma tehlikesinden, muhtemel bir Alman işgalinden, Alman tekliflerine kapılıp savaş dahil olmaktan vs. kendini kurtarmıştır.

Almanya ise güney kanadını sağlama aldıktan 4 gün sonra yani 22 Haziran'da SSCB harekatını başlatmıştır.

Kısa özet:

Almanya bir yandan SSCB ile Türkiye üzerine pazarlık yapıyor, bir yandan da Türkiye'yi yanına çekmeye çalışıyor. SSCB ile anlaşamayan Almanya, Türkiye ile anlaşabilmek için toprak falan teklif ediyor. Bu teklifler sırasında Türkiye üzerinsen Irak'taki Nazi yanlısı yönetime yardım geçirmek gibi ödünler falan istiyor. Türkiye Almanya'nın ne isteklerini ne de toprak tekliflerini kabul etmiyor. İşin sonunda Almanya ve Türkiye saldırmazlık anlaşmask imzalıyor. Bu anlaşmayla Türkiye, Polonya gibi Almanya ve SSCB arasında parçalanmaktan ve olası bir Alman işgalinden kendisini kurtarırken, Almanya güney kanadını sağlama alıyor ve anlaşmanın imzalanmasından 4 gün sonra 22 Haziran'da SSCB harekatına başlıyor.

Adalar konusunu da daha sonra bir ara yazarım. Bunları yazarken bir hayli yoruldum. Daha ayrıntılı bilgi için bkz. Türk Dış Politikası Cilt 1.

İyi okumamalar şimdiden. :d

Kişsel yorumum, savaşa katılmaması doğrudur. Bu politikayı uygularken hem Müttefikleri hem Miğfer devletlerini idare etmek gibi büyük bir zorluk başarıyla atlatılmıştır ancak savaş sonunda bu politikanın bedeli olarak Türkiye yalnız kalmıştır. Savaşın hemen ardından tüm Doğu Avrupa'yı ele geçiren ve Türkiye'yi kuzeyden kuşatan SSCB ile belli bir süre başbaşa bırakılmış ve SSCB'nin toprak ve Boğazlar'da üs isteklerine tek başına direnmek zorunda kalmıştır. Bu direncin Batı'nın desteği olmadan çok uzun süre sağlanamayacağı göz önüne alınırsa, savaş sonrası süreçteki politiklar daha kolay anlaşılabilir bir konuma gelecektir. Saygılar. :sapkali:
Dostum güzel paylaşım yaptın eline sağlık okurken etkilendim o zamanlar doğru kararı vermişler anladığım kadarıyla sen böyle konulara takip ediyorsun paylaşım için teşekkürler.
 
Türkiye, Osmanlı İmparatorluğu’nun yenilgisi, işgal edilmesi ve paylaşılmasıyla sonuçlanan Birinci Dünya Savaşının ardından Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde ulusal bağımsızlık savaşı verdi. Bu savaş neticesinde, çok yönlü bir devrim gerçekleştirildi ve bağımsız, halkçı bir ulus devlet kuruldu. Aslında bu Türk Devrimi, 20. Yüzyıl içinde gerçekleşecek bağımsızlık atılımlarının öncülerindendi. Ancak ne Türk Devrimi emperyalizme karşı verilen ne son bağımsızlık savaşıydı, ne de daha önce gerçekleşmiş olan Birinci Dünya Savaşı, batılı devletlerin dünyayı paylaşmak için giriştiği son büyük kapsamlı çatışmaydı.

Birinci Dünya Savaşının bitmesiyle, Avrupa’nın eski imparatorlukları çökmüş, ‘’doğu sorunu’’ denen paylaşım çekişmesi yeni bir yüze bürünmüştü. Ayrıca bu savaş büyük bir yıkıma ve dünyanın çoğunu içine alan ilk askeri çarpışmaya sahne oldu. Ancak bu savaşın neticesi Avrupa merkezli mali sermayenin ve batılı sömürge imparatorluklarının pazar paylaşımı üzerinden giriştikleri çekişmeyi sonlandırmaktan çok uzaktı. Savaşın sonunda emperyalist paylaşım yarışı sonuçlanmamış, hatta derinleşmiş ve sertleşmişti. 1918’de yapılan ateşkes veya barış anlaşmaları, bir barıştan çok bir tür molayı andırıyordu. Bunu, okuduğum bir kitapta adını hatırlayamadığım Fransız bir General, “Yapılan, yirmi yıllık bir ateşkestir.” diye belirtmişti.

Batı’nın kendi içinde yaptığı ateşkes yirmi bir yıl sürecekti. Ancak Türkiye için savaş bitmiş değildi. 1918 ve 1922 arasında verilen Türk Kurtuluş Savaşı, Türkiye’yi baştan aşağı yeniledi, sömürülen bir imparatorluğun yerine ulusçu ve bağımsız bir devletin doğmasını sağladı. 1923 yılında kurulan genç cumhuriyet, kendini batılıların sömürgeci hesaplarından uzak tutmasına, bölgesinde kendine özgü bir dış siyaset izlemesine ve Dünya için o dönemde yeni sayılabilecek bir düşünce ile yaşamını sürdürmesi neden oldu.

Yukarıda zikrettiğiniz bu yeni düşünce ulu önder Mustafa Kemal Atatürk'ün şu sözleri ile en iyi şekilde özetlenebilir:

"Yurtta sulh cihanda sulh"

Bu düşünce çerçevesinde genç Türkiye Cumhuriyeti, Avrupa’nın yirmi bir yıllık ateşkesi süresince hem komşularını, hem de dünyayı yakından büyük bir ilgiyle izledi, tüm ülkelerle barışçıl ilişkiler kurmayı dış siyasetinin temel ilkesi yaptı. Kuşkusuz Türkiye için batılıların sömürgeci hesaplarından uzak kalmak, Avrupa’dan uzak kalmak ve olan bitenden etkilenmemek demek değildi. Çünkü Dünya’da dönemin konjonktürel yapısı içerisinde yukarıda zikredilen unsurlardan etkilenmek kaçınılmazdı. Birinci Dünya Savaşı’nın Avrupa’ya mirası, kendi içinde çatışan sermayenin o zamana değin görülmemiş ölçüde öfkeli yönetimler doğurması olacaktı. Birinci Dünya Savaşından galip olarak çıkan devletler, kaybedenlerle yaptıkları anlaşmalarda bulunan ağır şartlardan ötürü kısa süre içinde önce İtalya, sonra Almanya'da yükselen faşizm ile karşı karşıya kaldı.

Birinci Dünya Savaşı’nın ardından askeri sonuçlar bakımından yenen tarafta yer alan İtalya, konu ekonomik getiri olduğu zaman, savaşa girerken umduklarının hemen hemen hiçbirini alamadı. Almanya ise koşulları yıkıcı Versailles Anlaşması dolayısıyla yenilgiyi her alanda ve uzun süre hissetti. Savaşın sonunda Almanya’da İmparatorluk yönetiminin yerini Weimar Cumhuriyeti aldı ve Almanya yenilgiyi kabullendi. Alman sermayesi ve özellikle de Alman toplumu hem ekonomik anlamda, hem de moral olarak büyük bir çöküşe geçti. Yönetici sınıf barışın neden gerekli olduğunu kendince biliyordu. Ancak halk ve özellikle askerler, savaşın henüz sürdüğünü ve çatışmanın ortasındayken devletlerinin yenilgiyi kabullendiğini ileri sürüyorlardı.

Öyle ki, bir Alman askeri, “Hiç de yenilmiş değildik!” diyecek. “Cephedeki askerler kendilerini hiç de yenilmiş görmüyorlardı, ateşkesin niye bu denli aceleyle imzalandığını, mevzilerimizi niye bu denli aceleyle bırakmak zorunda kaldığımızı anlamakta güçlük çekiyorduk. Çünkü hala düşman toprakları üzerindeydik ve olan biten bize tuhaf geliyordu.” Devam edecekti.

Ateşkes ve ardından gelen Versailles Anlaşması, Alman halkı için bir utanç, bir "şeref lekesi" olacaktı. İşte bu koşullar altında, pazar paylaşım çekişmesi derinleşecek, Avrupa’da Almanya ve İtalya, Uzakdoğu’da ise bölgesinde bir emperyal güç olarak varlığını dayatmaya başlayan Japonya, pazar payını ve varlığını İngiltere-Fransa-ABD üçlüsünden alma yönünde adımlar atmaya başlayacaktı.

Önce İtalya’nın, ardından Almanya’nın faşizme kayması, 1930’ların başından itibaren Avrupa’da savaş öncesi gerginliği canlandırdı. 1918’den 1933’e dek İngiltere ve Fransa’nın ağır yaptırımı altında bulunan ve Fransa’ya yönelik bir ödün siyaseti izleyen Almanya’nın yerini, 1933’te Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi’nin yönetimi ele geçirmesinden sonra, Avrupa’yı sessizce ve gitgide artan oranda ürküten bir Almanya aldı. Bu parti, yani NSDAP ya da kısaca Nazi Partisi, emperyalist paylaşım çekişmesinin dizginlerini kısa sürede eline alacak ve dünyayı temelden sarsacak, kısa sürede kalıcı olarak değiştirecekti.

Türkiye, Avrupa’yı saran faşizm ve Nazizm dalgalarını, güvenli bir uzaklıktan ve kaygıyla izledi. Mustafa Kemal’in devrimci cumhuriyeti, yarım kalan dünya savaşının yakın zamanda tamamlanacağını düşünüyordu. Bu yüzden Mustafa Kemal Atatürk kurduğu genç Cumhuriyet bir yandan bölgede etkin rol üstlenirken öte yandan uluslararası alanda barışın öncülüğünü yapmaya çalıştı ve bu yönde bir dış siyaset çizgisi izlendi.

1938’de Mustafa Kemal’in ölümünün ardından Türkiye’de yeni bir cumhurbaşkanı göreve başladı. Yeni yönetim yalnızca Mustafa Kemal’in oluşturduğu devrimlerin devam etmesi için çabalamakla kalmayacak, yaklaşan savaşa yönelik yoğun ilgi ve kaygısını da kendi omuzları üzerinde hissedecekti. Kısaca 1938’den sonra Türkiye, Mustafa Kemal'in ölümünden ileri gelen iç değişimiyle Dünyayı saran savaş sürecini aynı anda yaşamak zorunda kalacaktı.

Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya’nın müttefiki olan, Avrasya’nın tam ortasında yer alan, Nazilerin değer verdiği tüm stratejik hedeflerle o veya bu biçimde yakın ilişkide ve coğrafyada bulunan Türkiye’nin, Nazi düşüncesinde ve Nazilerin savaş tasarılarında yer bulmaması beklenemezdi. Benzer nedenlerle İngiltere, ABD ve Rusya için de büyük önem taşımakta olan Türkiye’nin savaş boyunca konumu her iki taraf için de yaşamsal önemde olacaktı. Her iki tarafta savaş boyunca Türkiye’yi kendi yanında savaştırmak için uğraşacaktı.
Bu durumda Naziler, Türkiye’den İkinci Dünya Savaşı kapsamında ne beklemekteydi? Dünya egemenliği tasarılarında Türkiye’nin yeri neydi? Savaş boyunca Nazi Almanyası ve Türkiye’nin ilişkileri nasıl ilerleyecekti? Bunların yanıtını vermek, yalnızca dış siyaset tarihi açısından değil, Türkiye’nin geçirdiği siyasal ve düşüncesel süreçleri anlayabilmek için de, Dünya için önemi hiç azalmayacak olan Nazizm’i anlamak için de gereklidir.

***TÜRKİYE’NİN SAVAŞA YÖNELİK TEMEL TUTUMU***

1938’de devrim önderi Mustafa Kemal Atatürk’ün yaşamını yitirmesinin ardından, Türkiye belli konularda 15 yıllık cumhuriyetin birikiminden ve alışkanlıklarından saparken, belli başlı konularda da kusursuz bir süreklilik gösteriyordu. Mustafa Kemal’in savaşa yönelik hazırlıkları ve bölge odaklı dış siyaset tasarısı 1939’dan başlayarak çekmeceye kaldırıldı. Ancak olası bir İkinci Dünya Savaşı’nda, Türkiye’nin savaşın dışında kalması gerektiğine yönelik inancı, İkinci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün benimsediği bir düşünceydi.
İnönü yönetimi, olası bir savaşa katılmanın Türkiye için eninde sonunda yıkıcı olacağına inanıyordu. Savaşın büyük bölümünde Türkiye’nin Dışişleri Bakanı olarak görev yapan ve diplomatik pazarlık becerileri dünyaca ün kazanan Numan Menemencioğlu, bu durumu şöyle açıklayacaktı:

Dış politikamızın amacı, kendi başımıza karar yetkimizin sonuna kadar korunmasıdır. Kesinlikle inanıyorum ki savaşa girersek kendi kendimiz karar verme yetkimizi yitiririz ve bundan ülkemin en küçük bir kazancı olmaz.

Ne olursa olsun savaşın dışında kalma düşüncesi, Türkiye’nin 1939 ile 1945 yılları arasında dış siyasetinin omurgasını oluşturacaktı. Hem coğrafi hem de tarihsel konum bakımından Türkiye, Birinci Dünya Savaşının sonunda verdiği bağımsızlık savaşıyla Batı’da büyük yankı ve kaygı uyandırmıştı. Türklerin verdiği bu bağımsızlık savaşı İngiltere’nin Ortadoğu üzerindeki egemenliğini de temelinden sarmıştı. Dolayısıyla Türkiye'nin şimdi hangi tarafta yer alacağı da hem müttefikler hem de Nazi Almanya’sı için yaşamsal önemdeydi. Çünkü savaşın ikinci yılından itibaren çatışma bölgesi, Türkiye’nin çevresiyle dönmekteydi.

İnönü yönetimi, altı yıllık savaş boyunca cumhuriyetin dış siyasetini Osmanlı’nın dış siyaset modeliyle yürüttü. Çöküş dönemindeki imparatorluk da tarihsel ve coğrafi önemine dayanarak büyük güçler arasında bir tür ip cambazlığı yapmış, yıkılmasını böylece geciktirmişti. Bu tarihsel birikimden yararlanan İnönü yönetimi, aynı yöntemin güncellenmiş ve çağa uyarlanmış bir benzerini kullandı. Açıkçası bana göre İsmet İnönü'nün aldığı sonuçlar Osmanlı’nın aldıklarından üstün oldu.

***İNGİLTERE-SOVYETLER-ALMANYA ÜÇGENİNDE DENGE OYUNU***

Büyük güçler arasında bir tür denge oyunu sürdürmek, savaşan taraflara eşit uzaklıkta ilişkiler kurmak anlamına gelmiyordu. Türkiye, savaşın ilk haftalarında, İngiltere ve Fransa’yla bir üçlü anlaşma yaptı. Koşulları büyük oranda Türkiye’nin yararına olan bu anlaşma, katılımcı ülkelerin saldırıya uğraması durumunda işbirliği yapmasını öngörüyordu. Ayrıca Türkiye Cumhuriyeti ile dış siyasette en sıkı ilişkilere sahip olan Sovyetler Birliği’yle ters düşmesine neden olacak durumlarda Türkiye’nin anlaşma koşullarından geri durmasını olanak sağlıyordu. Anlaşmanın doğrudan savaşa girmeyi zorunlu kılmaması ve yardımlaşma ilkesi üzerine kurulu olması, savaş boyunca Türkiye-İngiltere ilişkilerinde belirleyici oldu.

İngilizler, üçlü anlaşmayı Türkleri kendi yanlarında savaşa çekmek için bir araç olarak görürken, Türkler de kendi yararlarına yorumlanabilecek maddeleri ve protokolleri kullanarak İngiltere’nin desteğini, savaşa girmek gibi büyük bir bedel ödemeden sağlamak düşüncesindeydi.

Türk dış siyaseti bakımından bu anlaşmanın tamamlayıcısı ilginç bir biçimde Türkiye’nin yaptığı bir başka anlaşma olmayacak, Sovyetler Birliği ile Almanya arasında yapılan bir dostluk anlaşması olacaktı.

1939’da Türkiye’de önceki 15 yıldan başka bir yönetim vardı. Bunu andıran bir değişim de Sovyetler Birliğinde yaşandı ve dışişleri bakanı değişti. Aynı dönemde İnönü yönetimi de Mustafa Kemal’in değişmez dışişleri bakanı Tevfik Rüştü Aras’ı görevden almıştı. Her iki ülkenin dışişlerinde gerçekleşen bu dönüşüm, Sovyet Rusya ve Türkiye arasında, Mustafa Kemal dönemine göre çok sert bir soğuma sayılacak bir uzaklaşma dönemine yol açtı. Yeni Sovyet Dışişleri Bakanı Molotov, dış ilişkilerde Nazilerle işbirliği çizgisine daha yakındı ve 1939 yılında Nazilerle Sovyetler arasında bir dostluk anlaşması imzalandı.

Türkiye, savaşın ilk dönemlerinde işte 1939 tarihli bu iki anlaşmayı terazinin iki kefesine yerleştirecek ve dengeyi buna göre sağlayacaktı. Evet, İngiltere ve Fransa saldırıya uğramıştı ve Türkiye’nin onlara yardım etmesi gerekiyordu. Edecekti de... Ancak bu yardımın sınırları Nazilerle saldırmazlık anlaşması imzalamış Sovyetler’i Türkiye’ye karşı kışkırtacak bir boyuta ulaşmamalıydı.

***TÜRKİYE’NİN GÜCÜ VEYA GÜÇSÜZLÜĞÜ***

Yeni kurulmuş ve yaşamının büyük bölümünü yoksullukla savaşarak geçirmiş Türkiye Cumhuriyeti, kendi içinde bir kalkınma mucizesi yaratmıştı. Ancak bu mucizenin ekonomik anlamda emperyalist Avrupa Devletleriyle doğrudan baş edebilecek bir güç yaratması düşük bir olasılıktı. Türkiye’nin dış ticaret hacmi, büyük oranda savaşan devletlere yaptığı ihracatı dayalıydı. Savaşın başından sonuna değin bir saldırı olasılığı karşısında hazır bulundurulan yüksek sayılı bir ordu, zaman geçtikçe bütçenin %80’ini kullanmak zorunda kalacak ve bu durumdan dolayı Türkiye yoksullaşacaktı. Bu yüzden savaş sırasında tarafsızlığına karşın Türkiye’nin omuzlarına ekonomik olarak büyük bir yük binecekti.

Türk ordusu da İngiliz ve Nazi ordularına göre teknik anlamda geri kalmıştı. Türk ordusunun savaş gücü yüksekti ve askerin eğitimi nitelikliydi. Ancak konu mekanize güce geldiği zaman Türkiye’nin caydırıcı tank tümenleri ve bir hava gücünün bulunmadığı ortadaydı. Türkiye işte bu durumu kendi lehine çevirecek ve yaptığı tüm dostluk ve ortak savunma anlaşmalarına karşın ‘’savaşa girmek için yeterli gücü bulunmadığını’’ savaşan tüm devletlerle gerçekleştirdiği görüşmelerde öne sürecekti.

Savaş boyunca müttefiklerin, yani İngiltere, Rusya ve ABD’nin Türkiye’den beklentisi, Nazi Almanya’sı ve faşist İtalya karşısında savaşa girmesi olacaktı. Nazilerin beklentileriyse döneme ve savaşın gidişine göre değişti.

***FAŞİZM KARŞISINDA TÜRKİYE'NİN TUTUMU***

Türkiye’nin Nazilerle ilişkilerini mercek altına aldığımız zaman bakacağımız ilk yer Türkiye-Nasyonal Sosyalizm ilişkisi değil, Türkiye-Faşizm ilişkisidir. 1922’de Mussolini’nin Roma yürüyüşüyle İtalya’da yönetimi ele geçirmesi, o dönemde kendi bağımsızlık savaşıyla ilgilenmekte olan Türkiye’de olağandışı bir yankı yapmadı. Ama Nazizm’le hemen hemen aynı ilkelere dayanan faşizm de Birinci Dünya Savaşı’ndan beklentileri karşılanmamış bir İtalya’nın bölgede emperyalist amaçlarının uygulayıcısı olacağı açıktı.

Özellikle Anadolu’da istediğini alamayan ve beklediği büyük ödülü Yunanistan’a kaptıran İtalya, 1920’lerde Akdeniz’e yayılma düşünce ve beklentisi duyuruyor, Akdeniz’e ‘’Mare Nostrum’’, yani ‘’Bizim Denizimiz’’ diyordu. Bu, Mustafa Kemal önderliğindeki genç cumhuriyette tepkiye neden oldu ve Türkiye-İtalya ilişkileri olası bir askeri çatışmanın gölgesi altında yürütüldü. Mustafa Kemal Atatürk’te bilinenin aksine yaklaşan yeni bir Dünya savaşına işaret ederken büyük oranda İtalyan yayılmacılığından söz ediyordu. Dolayısıyla bu dönemde Türkiye, kendini İtalya ile her an savaşacakmış gibi hazırlığını sürdürmekteydi.

1922’de İtalya’yı ele geçiren faşizm ve 1933’te Almanya’yı ele geçiren Nazizm, doğal birer müttefik olarak karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla ileride yaşanacak savaşta da mihver bloğu olarak birlikte yer hareket edeceklerdi. Türkiye de uluslararası alanda, özellikle Akdeniz’in güvenliği bağlamında, bu bloğa karşı kendini güvenceye almaya yönelik hamleler yaptı. 1933’te imzalanan ‘’Saldırganın Tanımına İlişkin Londra Anlaşması’’, Tevfik Rüştü Aras’a göre, İtalyan Faşizmi ve Alman Nazizm’ine bir tepkiydi.

Atatürk Türkiye’si, tüm Dünyayla barışçıl anlaşmalar kurmayı ilke edinmişti. Ancak kendine özgü bir bölgesel savunma sistemi de geliştirmiş bulunuyordu. Bunun için batıda Balkan Antantı, doğuda Sadabad Paktı, kuzeyde Sovyetler’le iyi ilişkiler 1930’ların temel dış politika hareketlerine örnek olarak gösterilebilir.

Bu dış siyasi hamlelere, 1936’da İngiltere’yle yapılan Akdeniz Paktı’nı da eklemek gerekir. Bu pakt yalın bir savunma anlaşmasıydı ve İtalya’nın Habeşistan’ı işgal etmesi üzerine caydırıcı bir diplomatik girişimdi.

Tüm bunlar göz önüne alındığında, Türkiye’nin kendini yaklaşan savaşa hazırlamakla kalmadığı, Nazi yayılmasına da Faşist İtalya’nın Akdeniz üzerindeki egemenlik savlarına da tepkili olduğu anlaşılmaktadır. Ancak bu tepki, Atatürk sonrası İnönü yönetimine, İngiltere’ye yanaşma biçiminde aktarılacaktı.

***NAZİLERİN TÜRKİYE’YE YAKLAŞIMI***

Dünyayı üstün, aşağı ve insanlık dışı ırklar olarak bölümlere ayıran Nazi düşüncesi, Yahudiler, Slavlar ve Polonyalılar gibi toplulukların ya aşağılık ırklar olduğunu, ya da altinsanlar olduğunu öne sürüyordu. Bu sınıflandırmaya göre Türkler aşağılık ırklar arasında sayılmıyordu ve Hitler, savaşta Türklerin kendi yanında yer almasını istemekteydi. Ancak hem Türkiye’nin Nazizm’e Atatürk’ten kalan kuşkulu bakışı, hem de İnönü yönetiminin 1939 tarihli İngiliz-Fransız-Türk üçlü anlaşması, Almanya’nın beklentilerini güncellemesine yol açtı.

Bu beklentiye göre, Türkiye en azından savaşın ilk döneminde tarafsız tutulmalıydı ve İngiltere ile Fransa yanına geçmesi önlenmeliydi. Bunun için Türkiye’ye yeni bir büyükelçi atandı. Bu büyükelçi, Hitler’den önce şansölyelik yapmış olan Franz Von Papen’di. Von Papen, ilginçtir ki, Nazi Partisi üyesi değildi, ancak tanınmış bir devlet adamı ve önemli bir diplomattı. Adolf Hitler’le çoğu zaman karşıt görüşteydi. Buna, savaşın Almanya’nın yararına olmadığı gibi çok temel bir konu da girmekteydi. Savaş çıktığında Von Papen,
Almanya bu savaşı kazanamaz ve zavallı memleketimizden geriye sadece yıkıntılar kalacak!” diyecekti. (bkz. Alman Büyükelçi Franz Von Papen’in Anıları)

Büyükelçi Von Papen’le Dışişleri Bakanı Numan Menemencioğlu’nun görüşmelerinden birinde Menemencioğlu, Almanya’yı bir kargaşa ve sorun kaynağı olarak niteleyecek, Von Papen ise buna karşı çıkmaksızın, ‘’görevinin barışı korumak olduğunu’’ belirtecekti.
Kuşkusuz bu durumu Von Papen’in Türk yanlılığına yormak olanaksızdır ve deneyimli büyükelçi, yeri geldiğinde Türkiye’nin savaşa sokulması için de çalışacaktır. Ancak özellikle ilk dönemdeki ilişkiler, Von Papen’in kişiliğiyle yakından ilişkilidir.

***TÜRKİYE’NİN İŞGAL EDİLMESİ DÜŞÜNCELERİ***

Savaşın çeşitli aşamalarında Naziler, Türkiye’yi işgal etmeyi akıllarından geçirdiler. Bu, düşünceler özellikle Nazi-Türkiye ilişkilerinin üç temel evresinde önemli rol oynadı.

Türkiye’nin uluslararası alanda büyük devletler ölçüsünde güçlü olmadığı yönündeki genel kanıya karşın, bir de tarihsel birikim ve gözle görülebilir bir gerçek vardı. Evet, Türk Ordusu çağdaş ölçütlere uymuyordu. Ancak bu ordunun ulusal onuru ve savaş gücü yüksekti. Bu ordu sayesinde ‘’üzerinde güneş batmayan’’ İngiliz sömürge imparatorluğunu yenilgiye uğratılmış ve ülke özgürlüğünü kazanalı henüz 20 yıl olmamıştı.

Hitler, 13 Aralık 1940’ta,

Türklerin birkaç Alman Zırhlı Tümeniyle nasıl başa çıkacaklarını görmek isterim... Bir yan bakışın İstanbul’u kaybetmelerine yeteceğini çok iyi biliyorlar.” Demişti.

Ancak sorunun İstanbul’u ele geçirmek olmadığını herkes biliyordu. Sorun Türkiye’yi işgal etmek değildi, sorun, bunu yaptıktan sonra, başka hamleler için güç bulup bulamamak ve eninde sonunda Türkiye’yi elde tutup tutamamak sorunuydu.

Büyükelçi Von Papen yalnız deneyimli bir diplomat değildi, asker kökenli bir adamdı ve Birinci Dünya Savaşı’nda Anadolu’da bulunmuştu. İşgalci bir ordunun Toroslar’ı aşmada karşılaşacağı güçlüklerin, Anadolu’da ordu beslemenin olanaksızlığının ve en önemlisi, Türklerin savunma savaşında ne ölçüde dirençli olduğunun farkındaydı. Olası bir işgal başarılı olsa bile, bedelinin oldukça yüksek olacağını biliyordu ve bu durumu devlet erkanına raporlamıştı. Bir de Çanakkale konusu vardı ki, 1915 yenilgisinin tadı hala İngilizlerin damağındayken Türkiye’nin caydırıcılığını artırıyordu. Von Papen, ‘‘Türklerin kanının son damlasına değin Çanakkale’yi savunacağını’’ görüşüyle Nazi hükümetine raporlamıştı.

Özetle Türkiye, diplomatik değerlendirmelere göre askeri ve ekonomik gücü düşük, ancak coğrafi önemi yüksek; işgal edilebilirliği düşük, ancak desteğinin alınması önemli bir ülkeydi. Bu değerlendirme neticesinde Nazilerin neden Türkiye’yi işgal etmediğinin cevabını kısmen vermiş oluyoruz. Ancak Naziler de orantısız özgüvenleri kapsamında Türkiye’yi işgal etmeyi birkaç kez düşünmedi değil. Nazilerin Balkanları işgal ettiği dönemde Türkiye’nin işgal edilmesi olasılığı ağırlık kazanmıştır. Türkiye’nin işgali, savaşın ilk döneminden sonra bir kez daha gündeme gelecekti. Ancak özellikle 1941 sonrasında Nazi orduları Rusya’ya saldırıp Rus steplerinde saplanıp kaldıktan sonra bu olasılık büyük oranda masadan kalkacak, diplomasinin önem ve ağırlığı artacaktı. Dolayısıyla Nazilerin Balkanları işgali sırasında Türkiye ile ilgili planlarını değerlendirmek ve anlamakta fayda var.

***BALKANLAR’DA NAZİ İLERLEYİŞİ***

Türkiye, savaş boyunca sürdürdüğü denge oyunu sırasında hem müttefikler hem de miğfer devletleri için sürekli önemli bir ülkeydi. Türkiye, Nazilere yönelik kuşkulu ve kaygılı bakışına karşın, ikili ilişkileri hem siyasi hem de ekonomik alanlarda sıcak tutmaya çalıştı. Buna ek olarak, Nazi yayılması üç ayrı dönemde özel önem kazandı ve Nazi-Türkiye ilişkileri bu dönemlere göre değişiklikler gösterdi. Bunların ilki, 1940-1941 döneminde Balkanlar’da gerçekleşen Nazi ilerleyişi sırasında Türkiye’nin savaşa girmemesine yönelik girişimler kapsamında değerlendirilebilir.

Türkiye’nin 1934’te Mustafa Kemal Atatürk yönetiminde imzaladığı ‘’Balkan Antantı’’, imzacı Balkan Devletlerinin olası bir saldırı durumunda ortak savunmasını amaçlamaktaydı. Bu, Mustafa Kemal’in dış siyasetinin üç önemli sacayağından biriydi.
İkinci Dünya Savaşı sırasında Türkiye savaşa ne olursa olsun girmemek kararlılığı göstermekteydi ve bir yandan işgale karşı savunmada kullanılacak devasa bir ordu beslerken, öte yandan savaşa girmesini gerektirecek tüm uluslararası anlaşmaların ve ittifak girişimlerinin ‘‘yeterli askeri gücünün olmadığı’’ gibi türlü bahanelerle kendini geri çekmekteydi.

Savaşın ilk aşamasında Naziler Kıta Avrupa’sını denetim altına almıştı, ancak istemedikleri ve hazırlıklı olmadıkları yeni cephelerin kendi istekleri dışında açılmasından çekiniyorlardı. Bunun için Balkan Devletleri birer birer işgal edilirken Türkiye’yi yatıştırmaya, Türklere çatışmaya girme nedeni vermemeye uğraştılar. Bunu yapmadıklarında da Türkiye’nin tarafsız kalma isteğinin sarsılmazlığına güveneceklerdi.

Hitler, bir yandan Türkiye’nin ilk yan bakışında İstanbul’u kaybedeceğini belirtirken, öte yandan Mussolini’ye Balkanlar’daki işgallerin ölçülü ve kışkırtıcılıktan uzak olması gerektiğini bildirecekti.

Bulgaristan işgal edildiğinde, Naziler, Türklere sınıra ‘’50 km kala durulacağını’’ bildirdi ve bu, Türkiye’yi yatıştırdı. Yatışan yalnızca Türkiye değildi, Almanlar da Türklerle çatışmak için birlik ayırmak zorunda kalmayacakları için oldukça hoşnuttular.
Türkiye, Balkanlar’daki Nazi-Faşist işgalleri karşısında kaygılı bir bekleyiş içindeydi. Bu dönemde Türkiye, Balkan Antantı’nı ‘‘kendi toprak bütünlüğü tehlikeye girince uygulanacak bir anlaşma’’ olarak yeniden yorumladı. Öyle ki, İtalya, Balkan Antantı’nın varlığını bilmesine karşın şunu söyleyebilecekti:

“Yunanistan yalnızdır. Türkler, Yunanları savunmayacaktır. Yunanistan’a saldırılabilir.” (Bkz. Denge Oyunu)

Balkan Antantı’ndan açık bir geri adım da Yugoslavya’nın işgali sonucunda atıldı. Antantın 3. Protokolüne göre Naziler Yugoslavya’yı işgal ettiğinde Türkiye’nin savaşa girmesi gerekmekteydi. Ancak bu işgal gerçekleştiğinde Türkiye tarafsız kalmayı sürdürdü ve kendi toprak bütünlüğünün sakınca altında bulunmadığını bildirerek savaşa girmedi.

Doğu Avrupa ilerleyişi sırasında Türkiye’nin savaşa girmemeye, Nazilerin de Türkiye’yi işgale karar vermemeye yönelik tutumları, Türkiye’nin savaştan kaçınması ile birlikte Nazilerin de Avrasya için ayırdığı güçlerini bölmeme isteğinden ileri gelmekteydi.

***NAZİ-İNGİLİZ SAVAŞINDA (THE BLİTZ) TÜRKİYE’NİN TUTUMU***

Fransa’nın işgalinden sonra İngiltere’yle Almanya arasındaki hava savaşlarının (The Blitz) İngiltere’yi savaş dışı bırakmaya yetmemesi sonucunda, Naziler İngiltere’yi vurmak için başka stratejiler geliştirmek durumunda kaldı. Bu yeni stratejiye göre, Süveyş ele geçirilmeliydi ve İngiltere’nin sömürgeleriyle bağlantısı kesilmeliydi. Elbette bu sırada Süveyş kanalı ile birlikte İran petrolleri de ele geçirilecekti.

Planlanan bu harekat ise iki yoldan yapılabilirdi. Ya Afrika’da verilecek bir savaşla Süveyş’e yürünecekti, ya da Türkiye işgal edilecek ve Anadolu üzerinden Ortadoğu’ya inilecekti. Bir diğer seçenek Türkiye ile anlaşıp askeri geçiş hakkı alınmasıydı, ancak Türklerin buna izin vermeyeceği biliniyordu.

Yıl, 1941’di. Alman Dışişleri Bakanı Ribbentrop, “Türklerin, Almanya isterse Türkiye’yi birkaç haftada haritadan silebileceği konusunda hiçbir kuşkusu kalmamalı.” Diyordu.

Ancak General Jodl ve Hitler aynı fikirde değildi. Von Papen’in de uyardığı gibi, Türklerin küçümsenemeyecek bir direnişi olacaktı. Üstelik 1941’de işler değişmişti. Artık Avrupa içinde Nazilere direnebilecek biri kalmamıştı. Sovyetlerle iki yıllık işbirliği, İngiltere’ye karşı savaşta kullanılmaktaydı. Toplama kamplarında üretim çok yüksekti. Artık, Adolf Hitler, 1924’te yazdığı kavgam adlı yapıtta dile getirdiklerini yaşama geçirebilecek güçte ve olanaktaydı. Bunlardan biri Yahudilerin sistemli olarak soykırıma uğratılması, öbürü ise Lebensraum düşüncesinin yaşama geçirilebilmesi için, Rusya’nın işgaliydi.

Görüldü ki eğer Türkiye’ye bir askeri güç ayrılacaksa, Rusya’nın işgal edilmesi için gereken güçten ödün vermek gerekecekti. Bunun yerine Afrika’da savaşmak uygun görüldü ve ‘’Çöl Tilkisi’’ lakaplı efsanevi Nazi generali Erwin Rommel’a Süveyş’i alma emri verildi. Aslında bu emirden önce İtalyan kuvvetleri Afrika çöllerinde İngilizlere karşı işgal girişiminde bulunmuştu. Ancak İtalyanlar, İngilizler karşısında ciddi şekilde hezimete uğramıştı. Erwin Rommel, işte bu başarısızlığı telafi etmek ve Nazi planlarını başarıya ulaştırmak için Kuzey Afrika görevine gönderildi.

Dolayısıyla Türkiye, Nazi işgal tasarılarında öne çıktığı ikinci aşamada da ciddi bir sorun yaşamadan kurtuldu.
Rommell ise Afrika’da İngilizleri önce ağır yenilgilere uğratacak, Ancak İngiliz güçlerini tümüyle yok etmeyi başaramadığı ve kaynakları tükendiği için Nazilerin Süveyş işgalini gerçekleştiremeyecekti.

***TÜRKİYE’NİN SAVAŞAN ÜLKELERLE EKONOMİK MÜNASEBETLERİ***

Türkiye, Nazilerin dünya egemenliği tasarılarında yalnızca coğrafi ve askeri önemiyle öne çıkmıyordu. Türkiye’de üretilen ve silah yapımında kullanılan kromun birinci alıcısı Almanya’ydı ve bu alışveriş hem Alman savaş sanayisinin hem de Türk dış ticaretinde oransal olarak ciddi yer tutmaktaydı. Ayrıca İngiltere de Türkiye’nin krom kaynaklarıyla ilgilenmekteydi ve Almanların Türkiye üzerinden krom’a kolayca erişebilmesinden büyük rahatsızlık duymaktaydı.

Bu denklem, İngiltere ve Türkiye arasındaki bir anlaşmayla bozuldu. Anlaşma, Türkiye’nin ürettiği krom’un tümünü 1943 yılına dek İngiltere’ye satmasını öngörüyordu. Böylece Nazi silah sanayisine bir darbe indirilmesi ve kaynağın İngiltere’ye akması düşünülmüştü.
Almanların krom için İngilizlere göre daha yüksek fiyat vermesi, Türklerin ticari anlamda zarar etmesi anlamına geleceği için, anlaşma kapsamında İngilizlerin Türklerden bir de kuruyemiş almasına karar verildi.

Ticaret iki yıl boyunca bu anlaşma kapsamında devam edecek ve 1943’ten sonra krom bir kez daha diplomatik ilişkilerde belirleyici rol oynayacaktı. Savaşın son aşamalarına gelindiğinde İngilizlerin Türkleri savaşa sokma yönündeki baskıları arttı. Türklerin de buna direnci eşit oranda arttı. Bundan ötürü İngiliz-Türk ilişkileri durma noktasına geldiğinde Türkiye bir kez daha Almanya’ya krom satışını artıracak ve bunu diplomatik düzlemde bir silah olarak kullanacaktı.

1941’de İkinci Dünya Savaşı vites yükseltti. Nazi Almanyası, Adolf Hitler’in öngördüğü üzere Rusya’yı işgal etmek üzere Barbarossa Harekatı’na girişti. Savaşın en kanlı, en yıkıcı evresi böylece başladı. Türkiye de, bu kapsamda, Nazilerle ilişkilerinde üçüncü aşamaya geçmiş oldu.

Balkanlar’daki işgalin tamamlanması ve Süveyş’e Afrika üzerinden ilerlenmesinin kararlaştırılması sonucunda Nazi-Türkiye ilişkileri görece dengeli bir niteliğe büründü. Şimdi işgal tasarıları hemen hemen tümüyle rafa kaldırılmıştı. Artık Alman ordusu tüm gücüyle Rusya’da savaşacaktı. Türkiye’yle işbirliği olasılıklarının zorlanmasının zamanı gelmişti.

Coğrafi gerçekler göz önüne alındığında, Doğu Avrupa üzerinden Rusya’ya saldıran bir güç için Türkiye’nin paha biçilemez bir müttefik olacağı açıktır. Naziler de bunun farkındaydı. Türkiye’yi yanlarına çekmek için 25 yıl önceki görüşlerine geri döndüler: Türkiye’yi emperyalist Almanya’nın uydusu konumundaki bir ‘‘küçük emperyalist’’ devlet konumuna getirmek.

Barbarossa Harekatı’nın başlamasından birkaç gün önce Türkiye ve Almanya arasında bir dostluk anlaşması imzalandı. Bir yandan tarafsızlık siyasetine oldukça uyumlu olan bu hamle, öte yandan İngiltere için kaygı vericiydi. Çünkü Türkiye’nin Naziler için önemi savaşın başka aşamalarında değişip başka anlamlar taşırken, İngilizler için hiç değişmeyecekti ve Türkiye’nin İngilizlerin yanında savaşa girmesi, İngiltere’nin Türkiye’den altı yıl boyunca değişmeyen beklentisi olmuştu.

İngiliz büyükelçisi Hugessen, 1941’de “Türkiye, Almanya yanlısı olsaydı halimiz ne olurdu?” demişti. Aynı yıl içinde imzalanan Türk-Alman anlaşması, kısa süre içinde daha da yaşamsal bir önem kazandı. Çünkü Alman-Rus savaşında Türkiye sonucu doğrudan etkileyebilecek rol oynayabilirdi.

Alman Dışişleri Bakanı Ribbentrop, Türklerin Kafkasya’da Nazilerin yanında savaşması için uğraşılması gerektiğini öne sürüyordu. Tıpkı Birinci Dünya Savaşında olduğu gibi birleşik bir Türk dünyası düşüncesi Türkiye’ye satılabilirse, Rusya’nın paylaşımında Türkiye’nin de yararlanacağı bir şeylerin bulunduğu noktasında inandırıcı olunabilirse, Rusya’yı yalnızca birkaç cephede vurmak değil, Kafkas petrollerini ele geçirerek kaynaksız bırakmak da olanaklı olabilirdi.

Türkiye, savaşın başlarında kesin bir duruş göstermemiş ve denge siyaseti gütmüştü. Hatta eski ittihatçılardan bir kısmının Almanya ile yarı resmi ilişki kurmasına göz yumulmuştu. Almanya bu görüşmeler neticesinde, umutlanmıştı. Ribbentrop bile, “Türkiye’nin bir süredir yatışmış görünen emperyalist eğilimlerini canlandırmalıyız." diyordu.

Balkanlar’ın işgal edilmesi sırasında savaşa girmeyen, bunun için imzalamış olduğu anlaşmalara yüz çeviren İnönü yönetiminin Rusya’ya karşı savaşa girmesini beklemek, herhalde Türkiye’den habersiz olmak demekti. İnönü’nün 1941’de İngilizlere söylediği şu sözler, yalnız Türkleri Turancılıkla kandırmaya çalışan Almanlara bir yanıt oluşturmuyor, aynı zamanda Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı’ndaki tüm dış siyasetini özetliyordu:

Ben Enver paşa değilim. Beni savaşa sürükleyemezler.

Nazilerin Rusya saldırısı 1941’in yaz aylarında bitmeliydi. Ancak İngiltere’de hava savaşı nasıl bir düş kırıklığı olduysa, Barbarossa Harekatı Almanlar için daha da büyük bir düş kırıklığı oldu. Nazi ordusu Rusya’dan 1943’e dek çıkamayacak, 1942’de kalkıştığı ikinci büyük saldırı Rusya’nın Stalingrad şehrinde düğümlenecek ve buradaki Alman yenilgisi, savaşın gidişini değiştirecekti.

Yukarıdaki gelişmeler yalnızca savaşın değil, Türk-Nazi ilişkilerinin de gidişi değişti. Rusya’daki savaş süresince göz yumulan Turancı akım, savaşın Nazilere aleyhine dönmesiyle gözden düştü ve cezalandırıldı.

1943 sonrası, Almanlar için uçurumdan aşağı yuvarlanmaktan farksızdı. Japonların saldırısıyla savaşa girmiş olan ABD, İngiltere ve Rusya’yla birlikte Avrupa’da Nazi karşıtı bir işgal başlamıştı. Normandiya’ya yapılan çıkartma sonrasında Naziler Avrupa’da yenilgi üstüne yenilgi aldılar, batılı güçler bir yandan, Ruslar diğer yandan Nazi ordusunu erite erite ve yok ederek Berlin’e ilerledi.

****NAZİLERLE İLİŞKİLERİN SONU***

Savaşın açıkça Nazilerin yenilgisi yönünde gelişmesi, Türkiye’nin savaşa girmesi tartışmalarını dindirmek yerine alevlendirdi. İngilizler, Nazilerin Balkanlar’dan kalıcı olarak atılması süresince Türklerin de yardımını istiyordu. Türklerin yaman bir pazarlıkla savaştan kaçınması, ABD ve İngiltere bloğunu öfkelendirmiş ve ilişkileri durma noktasına getirdi.

Türkiye, seçeneksiz olmadığını göstermek için, Nazilere krom satışını artırdı. Ancak durumlar değişmişti. Şimdi, 1939’dan beri ilişkilerin kötü olduğu ve Türkiye üzerinde yayılmacı düşünceleri olduğuna inanılan Sovyetler Birliği, Avrupa’nın en büyük gücü olarak Nazi ordusunu Berlin’e dek kovalamaktaydı. Türklerin, belirecek Rus tehdidine karşı güvenceye gereksinimi vardı. İnönü yönetimi, Ruslara karşı kendilerini koruyacak gücün İngilizler olacağına inanmaktaydı.

İngiliz büyükelçisi Hugessen, 1944’te,

Menemencioğlu savaşın bitiminde İngiltere ve Sovyetler'in birbirine düşeceğini varsayıyor. Rusya'nın karşısında Türkiye'nin bizim için vazgeçilmez bir müttefik olacağına güveniyor.” Diyecekti.

Bu yeni koşullara uyarlanmak için Türkiye, 2 Ağustos 1944’te Nazi Almanya’sı ile diplomatik ilişkilerini sonlandırdı. Savaşın tartışılmaz olarak müttefikler yararına dönmesi Türkiye’nin ünlü ‘‘tarafsızlık’’ söylemini gereksiz kılmaya başlamıştı.

Avrupa’da Nazi egemenliğine son verilmesi ve artık güç dengelerinin ABD-Rusya biçiminde yeniden kurulması, Türkiye’yi konumunu yeniden düşünmeye itti. Rusya’yla 1939’dan beri bozulan ilişkilere ve Stalin’in Türkiye’ye karşı olumsuz, yayılmacı tavırları göz önüne alınırsa, Türkiye’nin ABD ve İngiltere karşısında yakınlaşabileceği bir ikinci seçenek kalmayacaktı. Bu nedenle hem Rusya’yla, hem de özellikle ABD ve İngiltere’yle iyi ilişkilerin kesin olarak kurulması için, Türkiye, savaş sonrası dünyada yer alabilmek ve Birleşmiş Milletler Konferansı’na katılabilmek amacıyla 23 şubat 1945’te Almanya ve Japonya’ya savaş açtı.

***SONUÇ***

İkinci Dünya Savaşı, yarım kalmış emperyalist paylaşımın, ırkçı ve yayılmacı bir devlet olan Nazi Almanyası’nın yayılmacı politikası ile başladı. Daha sonra Sovyet Birliği ve ABD’nin önce Avrupa, sonra da dünya üzerinde bir paylaşım savaşına tutuşmasıyla sonuçlandı.
Savaş boyunca Nazi-Türkiye ilişkilerinin temel öğesi Türklerin müttefik cephesine Almanların ‘‘uygun gördüğünden’’ çok yanaştırılmaması için verilen kesintisiz uğraş oldu. Türkiye’nin tüm tarafsızlık politikasına karşın 1939 Türk-İngiliz-Fransız anlaşmasından tutun ‘’1941 krom anlaşmasına’’ değin tüm keskin dönemeçlerde İngiltere’ye daha çok münasebete girdiği rahatlıkla söylenebilir.

Bu kesintisiz uğraşın yanı sıra Türkiye, Nazi Almanya’sının üç ayrı cephesinde özel önem kazandı. Balkanlar’daki ilerleme sırasında uluslararası anlaşmaları dolayısıyla Türkiye’nin de savaşa girmesi gerekirdi ve Nazilerin savaş stratejileri hazırdı bile. Bundan kaçınılmasının ardından, Süveyş’e yönelik saldırıda Türkiye’den asker geçirilmesi düşünüldü ve bunun için yeniden Türkiye’nin işgal edilmesi masaya yatırıldı. Bu risklere karşın Nazi-Türk ilişkilerinin bir tür denge içinde yürütüldüğünü söylemek gerekir. Rusya’ya saldırılırken Türkiye’nin desteğine başvurmak için Türklere Kafkasya’nın önerilmesi de, ilişkilerin üçüncü evresiydi. Buradaki Alman yenilgisinin ardından, Akdeniz’deki deniz savaşlarında kısa bir evre dışında, Nazi-Türkiye ilişkileri önce yavaş, sonra hızlı bir biçimde bozuldu ve kesildi.

Elbette savaş süresince ilişkilerin nasıl yürütülmüş olduğu, bir devrim ülkesi olan Türkiye’yle Nazi düşüncesinin her yeri kapladığı Almanya arasındaki ilişkileri anlamakta görece küçük bir alan kaplamaktadır. Ancak denebilir ki Nazi-Türkiye ilişkilerinin en önemli sonucu, Türkiye’nin bir korku duygusu içinde İngiltere-ABD bloğuna itilmesi olmuştur. Çünkü Nazilerin Türkiye emelleri ve beklentileri, Türkiye’yi kalıcı bir kaygı durumunda tutmuş, savaşa ve işgale sürekli hazır bulunma zorunluluğu, bağımsız bir devleti dış güçler arasında denge kurmak zorunda kalan bir duruma getirmiştir. Bu kalıcı kaygı, Nazilerin tarih sahnesinden silinmesinin ve uluslararası çekişmenin ABD ile Rusya arasında dünya çapında ‘’soğuk’’ bir çatışmaya yol açmasının ardından, Türkiye’nin kurtulamadığı bir alışkanlığı olmuş ve Türkiye uzun süre kendini koruyacak dış güçler aramıştır. Dolayısıyla Sovyetler Birliğinin yayılmacı düşüncesi ve politikası Türkiye’yi batılı müttefiklerin eksenine sokmuş; bunun neticesinde de Türkiye’nin emperyalizmle ilişkileri de gün geçtikçe önemini yitirmek yerine çoğalmıştır.
Bu itibarla; İkinci Dünya Savaşı sırasında girilen dış siyaset rotası 80 yıldır değişmiş değildir. Bu anlamda Türkiye’nin o dönemde kurmuş olduğu ilişkiler daha iyi kavranmalıdır. Çünkü o dönemde kurulan ilişkiler günümüzde güncelliğini korumaktadır. Dolayısıyla şu günlerde eksen sapmasından bahsederken 2. Dünya Savaşı sırasında Türkiye’nin izlediği dış politikayı iyi irdelemek gerekiyor.
 
Son düzenleme:
Köküne kadar doğruydu ve halk düşünülerek yapıldı.
savaşa katılmamanın getirileri kadar götürüleri de olmuştur. evet katılmamamız gereken bir savaşa katılmamıştık. bu doğru bir seçimdi. ancak hammadde olarak dışa bu kadar bağımlı olmamız ülkenin büyük bir kıtlık yaşadığı gerçeğini değiştirmez. Alman tehdidine karşı ordunun hazır tutulması, bu ordunun istihkakının sağlanması, düşmana karşı modern silah ihtiyaçlarının karşılanması gibi konularda halka yüklenen ''varlık vergisi'' gibi bazı ilave vergi şekilleri yüzünden halkın büyük çoğunluğu açlık sınırında veya altında yaşamak zorunda kalmıştır.

bunu nerden mi biliyorum? kore savaşına katılıp gazi olan dedemin anlattıklarından biliyorum. Onun da 80-90 sayfa anısı şuan bende ve bir gün kısmet olursa 2. dünya savaşı yıllarından 70'li yıllara kadar bir kişinin neler yaşadığını anlatan bu anıları yazmayı düşünüyorum.
 
Türkiye’nin 1934’te Mustafa Kemal Atatürk yönetiminde imzaladığı ‘’Balkan Antantı’’, imzacı Balkan Devletlerinin olası bir saldırı durumunda ortak savunmasını amaçlamaktaydı.
Benim bildiğim kadarıyla Balkan Antantı, Balkan devletlerinin Balkanları kapsayan sınırlarına bir saldırı olduğu durumda böyle bir zorunluluk getiriyor. Örneğin Yunanistan'a İtalya saldırdığı zaman hiçbir Balkan devletinin savunma zorunluluğu yok. Ve yine bu saldırıya Balkan devletlerinden biri katılırsa Pakt o devlete karşı yürütülüyor. Kısaca Pakt Balkan devletlerinden birisinin Balkanlarda yayılmacı politika izlemesini önlemek amacıyla imzalanıyor. Diğer devletlerden gelecek saldırılarda devreye girmiyor. Yan Almanya'nın Yugoslavya'yı işgali ya da İtalya'nın Yunanistan'a saldırısı durumunda herhangi bir yükümlülüğü yok Türkiye'nin.

Edit:
Balkan Antantı’ndan açık bir geri adım da Yugoslavya’nın işgali sonucunda atıldı. Antantın 3. Protokolüne göre Naziler Yugoslavya’yı işgal ettiğinde Türkiye’nin savaşa girmesi gerekmekteydi. Ancak bu işgal gerçekleştiğinde Türkiye tarafsız kalmayı sürdürdü ve kendi toprak bütünlüğünün sakınca altında bulunmadığını bildirerek savaşa girmedi.
Balkan Antantının 1 ek protokolü var.
 
Son düzenleme:
Şahsen şavaşa katılan italya almanya ve japonyaya bakarsak katılmamamız kötü oldu diye düşünüyorum, bu pasifliği türk milleti üstünden atamadı ve aza yetinen eziklere dönüştü gibi galiba. Alman cephesine katılmalıydık sonunda yıkım olsa bile, lakin pasif bir şekilde ingilizlerin korkusuyla kimseye ilişmeyerek dünyanın gidişatına yön vermektende vazgeçmiş olduk. Girecektik sonrada adam gibi yenilecektik, bak almanlara adamlar 2 savaş yaptı şimdi onlara kimse ilişmiyo mis gibi teknolojileri çiçek gibi ülkeleri var, bizse muz cumhuriyeti olmaya hızla ilerliyoruz. :bilmem:
 

Bu Konuya Bakmış Kullanıcılar (Üye: 0, Ziyaretçi: 1)

Korsanfan.com Her Hakkı Saklıdır. 2008-2023.
Tasarım Korsanfan V.6.0
Yukarı Çık