Korsanfan.Com - One Piece Türkiye
Korsanfan.Com - One Piece Türkiye
Neler yeni

Krallık (Roman Denemesi)

Merhaba arkadaşlar. 7 kitaplık bir seri kurgum var ve ilk kitabını bu sene sonunda bastırmayı düşünüyorum. Fantezi bir evren olduğu için burada benzeri birçok eseri okumuş veya izlemiş insanlar var ve bu kişilerin eleştirisi benim için altın değerinde. İmla hataları ve azda olsa eksik cümleler mevcut. Hikayem çünkü hala bir taslak konumunda ve 30.000 kelime yazmış bulunmaktayim daha. Giriş kitabı tahminen 114 ile 140 bin arası bir kelime sayısı tutacak. Kısacası daha giriş kısmı henüz bitmiş değil. Hikayenin haritası ilerki dönemlerde paylaşılacak.
Daha önce 10 kez sil baştan yazdim fakat asla ilk kitabın girişinin sonuna bile gelememiştim. Şimdi bitirmek için motive oldum. Umarım sizde beğenirsiniz.
Daha çok ikinci kitaptan sonra açılan bir örüntü izledim. Fakat yazdıkça buraya güncelleme yapacağım. Şimdiden eleştirileriniz için çok teşekkür ederim.


Üçü de batmıştı. Fakat hava o kadarda karanlık gözükmüyordu. Hafif esen tatlı rüzgar yüzünü gıdıklıyordu. Her adım ise bel kısmında bulunan iğne batmasını ona hatırlatıyordu. Varması gereken yere varmak üzere idi. Bu onda tatmin duygusu yaratıyordu. Ayakları artık çekmiyordu. Terinin kokusunu alabilecek kadar pisti. Fakat bulunacağı yerde bu normal sayılırdı. İçinden küfür etti. Fakat bu bir sevinç ifadesi idi. Hanın dış lambaları gözüne ilişmişti çünkü. Dört tanesinden biri yanmıyordu. Fakat onu umursamamıştı. Tıpkı sokakta dolaşan sayılı insanın onu umursamadığı gibi. Belki de ondan korkmuşlardı kim bilir. Zaten amacı da buydu. Çünkü tedbirli olması lazımdı. Buluşma yerini ve zamanını Zai seçmişti. Korunaklı bir yer olduğunu tahmin edebiliyordu. Yine de tedbirli olması onun yararınaydı. Elinde bulunan kırmızı zincirli eldiveni yokladı. Şık olmayan bir deriden yapılmıştı. Bu yüzden ilgi çekici değildi. Fakat bu sinyal buydu. Zai onu eldiven sayesinde tanıyacaktı. Kırmızı eldiveni ile ittirdiği kapıyı yavaşça açtı.


İçeriden yoğun olmayan ahşap, mantar birası ve toz kokusu yayıldı. İçerisi ne çok aydınlık nede çok bunaltıcı derecede karanlık sayılırdı. Masalara doğru göz gezdirdi. Tek başına oturmakta olan 4 kişi üçer ve dörder oturmakta olan 7,8 farklı gruba rastladı rastladı. Masanın tekinde 7 kişi oturmuş değişik kartlarla bilmediği türden bir oyun oynuyorlardı. Üçlü bir grubun bulunduğu masanın ve tek başına oturan birinin bulunduğu masanın arasındaki masayı gözüne kestirdi. Ne izole bir yerdi ede çok insanlar arasındaydı. Tamda istediği gibiydi. Sert bir şekilde tahta sandalyeye oturdu. Sandalyeden kısık bir çığlık şeklinde gıcırtı duydu. Ayakları bayram ediyordu. Bekledi ve içinden sakin bir şekilde birkaç kez nefes aldı. Sonrasında elini kaldırdı.


Yaklaşan garson esmer tenli zayıf 20’li yaşlarında bir kadındı. Zayıf gözüküyordu. Güzel sayılabilecek bir yüzü vardı. Saçlarıda kendisi kadar siyahtı. Yüzünde bıkkın ve ürkek bir ifade vardı. İnsanların kendisine sarmasından ve işin kendisinden yorulmuş olabileceğini tahmin etti. Kadın yapay bir gülümseme ile yanına yaklaştı. Kibar bir ses tonuyla ne istersiniz? Diye seslendi. Ben bir beyaz diş istiyorum diye kadına cevabını verdi kırmızı eldivenli adam. Beyaz dişin ne olduğu hakkında en ufak bir fikri yoktu. Buraya yabancıydı ve bu ismi yolda kulak misafiri olduğu kocasına sinirlenen bir kadından duymuştu. Kadın kocasına bu haftalık paramızı beyaz dişe mi verdin senin sike sürülecek bir aklın yok diye serzenişte bulunmuştu. Kırmızı eldivenli adam olayı hatırlayınca tebessüm etti. Esmer tenli kadın hızlıca masaya yaklaşınca onunla göz göze geldi. Sonrasında yanakları bardağı bırakırken hafifçe kızardı. Kırmızı eldivenli adam şaşırdı. Şaşkınlığı iki sebepten kaynaklanıyordu. Bardağın içindeki sıvı süte benziyordu. Alkollü olduğunu anca hafifçe koklayınca anlayabilmişti. Fakat yüzü morluklar içindeyken kırılmış birkaç dişi gülünce gözükürken onu herhangi bir kadının beğenebileceğini düşünmemişti. Koyu siyah boya ile örtülmüş saçları yağ içinde iken özellikle. Elindeki içki bardağını tekrar yavaşça yukarı kaldırdı ve bu sefer ağzına götürdü. Kokusu yoğundu. Ağır bir içki olmalıydı. Tek seferde bu işkenceyi bitirmeliyim diye düşündü. Tek seferlik şiddetli bir acı uzun süren orta vadeli acıdan daha kabul edilebilirdi. Tek yudumda hepsini içti. Hafif mide bulantısı içini sardı. Dilini dışarı çıkarmak ve tiksinti dolu ifadesini takınmak istemişti. Fakat hepsini bastırdı. Derin bir nefes aldı. Tekrar aklına garson kız geldi. Üzüldü.

Gün boyu gördüğü insanlar onun bu halinden kat ve kat daha çirkin gözüküyor olmalıydı. Kafası hafifçe uyuşmuştu. Çakırkeyif olması için bir tane daha içmesi gerekiyordu. Dört bardağın onun için ideal olduğunu zihninden hesapladı. Derken vücudunu bir rahatlık kapladı. İçki büyücülere yasaklıydı. Büyücü olmadığı için bir kez daha şükür etti. Hayatını kolaylaştırabilecek birçok şey olabilirdi elbette. Fakat rahatlamayı hepsine şuan için tercih ediyordu. İki yan masada bulunan üç kişilik grupta ateşli bir tartışma patlamıştı. Hafif göbekli saçlarının ortası kel olan 40’lı yaşlarında adam Vandamel’in ne büyük bir şans olduğu konusunda bir tutuk çekmekteydi: “Nankör orospu çocukları sizi. Sanki hiç bilmiyorsunuz neydik ve ne olduk? Cahil sünepe piçler. Şuan burada olsa önünde secde ediyor olurdunuz!” Zayıf, garip bir şapka takan ve nutuk çeken adamdan daha koyu tenli ve azda olsa genç gözüken ahbabı elini sırtına koydu ve alay eder ses tonuyla cevapladı “ Ah Kador, sana öğretilen yalanları tekrar edip duruyorsun. Ilama Papağanından farkın yok cidden. Neden daha fazlasına sahip olmayalım düşünsene. Bazı günler aç yatıyorsun.” Kador gururla cevapladı: “Aç gözlü amcık seni. Anan seni bir ateş büyücüsü doğurmuş fakat bunun farkına varamamış. Onun yerine senin berber olman için ustaya vermiş.” Masada bulunan Kador dışındaki iki kişi kahkaha patlattı. Berber kahkaha atarken hala elini omzunda tutuyordu: “Peki saygıdeğer Kador. Seni hayata gülümseyen bir şekilde uyandıran şey eşeğe benzeyen karın mı? Bir köpek kulübesinden hallice evde yaşıyor olman mı? Neyse belki eşeklerin hayatına özeniyorsundur seni suçlayamam.” Kador içini çekti: “ En azından yaşıyoruz. Özgürüz.” Masada kısa bir sessizlik oluştu. Berber sessizliği yavaşça bozdu: “ Dostum aptallık hangi büyünün özünü oluşturuyor bilgim yok. Ama annen sanırım seninde içindeki cevheri tam görememiş.”


Kırmızı eldivenli adam gizlice dinlenmekten sıkıldı. İki bardak beyaz diş çoktan midesine karışmıştı. Konuşan adamlar onun konuşmak isteyeceği insanlar arasında değildi. Bilmediği şeyler için kendilerince fikir oluşturuyorlardı. Konuştuğu konuları değiştirmek için hiçbir uğraşta bulunmuyorlardı. Bulunmaları da pek mümkün değildi. Belki 20 sene içerisinde böyle bir insana dönüşecekti. Ya da biraz daha iyi bir işe sahip bir baharat tüccarına kim bilir. Umudunun yok olması için iki büyük olay gerçekleşmişti. Belki de gençti ve gerçekliği kabul etmek istemiyordu. Çocukluğu geçince kendini olduğu gibi görmeye başlayacaktı ve realist olacaktı. Garsonu tekrar çağırmak için elini yavaşça kaldırdı. Yarım saat geçmişti ve artık dikkat çekmeyecek bir konumdaydı. Han’ın bir parçası olmuştu. Garsonu yanına çağırdı kısık bir sesle ona sordu : “Rüzgarın sesinin duyulmayacağı bir yer biliyor musun?” Garson kız gülümsedi: “Tabi ki de kaç şişe alabileceğinizi soracağım. Demek içkimizi beğendiniz.” Yan masada bulunan kişilerden hiç biri uzun bir süre kırmızı eldivenli adama uzun süre bakmadı. Onu bir içki alıcısı zannettiler. Sıradan bir köylü. Güzel. Garson kız rolünü çok güzel oynamıştı. İçeriye gitti. Sonra el hareketiyle gel işareti yaptı: “Han’ın sahibi sizinle görüşmek istiyor. Biraz eli sıkıdır sizi tembih ederim. Uzun süre pazarlık edeceksiniz. Durumunuzda pek iyi gözükmüyor umarım vaktiniz vardır.” Kırmızı eldivenli adam yanıtladı: “Evim çok yakın değil ama sanırım bugün konaklayabilirim. Tabi indirim yapabilirseniz onun içinde…” Garson kız eliyle yönü gösterdi: “Bayım buyurun lütfen…” Kırmızı eldivenli adam içeri girdi. Altın renkli kaplamalara döşenmiş bir sandalyede Zai oturuyordu.
Siyah uzun sayılabilecek saçları atkuyruğu şeklinde toplanmıştı. Gözlerindeki sürmeler yakışıklı yüzüyle birleşince gülümsemesi onu gören herhangi birine tehlikeli gelebilirdi. Normalden çok az zayıf sayılırdı. Gözleri açık kahverengi renkteydi. Sokaklarda resminin bulunduğu birkaç bayrak gözüne çarpmıştı. O yüzden kırmızı eldivenli adam karşısındakinin Zai olduğundan emin oldu. Ya da çok özenle seçilmiş bir aktör olmalıydı. Fakat ona benzeyen farklı birinin hayatta uzun süre kalması pek olası değildi. O Vem’in en fazla aranan adamıydı. Başına konulan ödül 1500 altın ve yardımcı generallik rütbesi idi. Sandalyesinin yanında Zai’nin boyunun 1,5 katı büyüklüğünde gözüken dev asası mevcuttu. Asa ahşaptan yapılmaydı. Üzerinde siyah alev simgeleri vardı ve başlık kısmında baltalı mızrak sapı mevcuttu. Zai’nin sadece büyülerine güvenmediği kullandığı silahtan ve ihtişamlı zırhından belli oluyordu. Zırhının sırt kısmında alevlerle çevrili bir yumurta simgesi vardı. Bu simge alev büyücüsü Zai’nin simgesiydi. Vem Şehiri’nde çeşitli tabaklarda, hediyelik eşyalarda bu simge bulunuyordu. Bu simgenin bulunduğu eşyalar el altından satılıyordu. Tabi bu simgenin olduğu eşyaları taşımak yasaklanmıştı ve karşılığında ağır bir para cezası vardı. Zai 30’una yaklaşmış olmalıydı. Yüzü oturmuş olmasına rağmen kırmızı eldivenli adam aşağı yukarı 26,27 yaşında olduğunu tahmin etti. Bu çıkarımı zaten görmüş olduğu el çizimlerinden çıkarmıştı. Zai sinsi bir gülümseme sonrasında ince fakat erkeksi bir ses tonuyla konuşmaya başladı. İlk adımı atan o olmuştu. Misafirperver olmak bunu gerektirirdi: “ Evet işime göz diken meşhur o kişi sensin demek. Kısa sürede tehlikeli bir namın oldu. Bana gösterilen çizimlere hiç benzemiyorsun itiraf etmeliyim. Yoksa yeni tehdit… Bir korkak mı veya kibirli birisi mi? Kendi karşıma çıkmaya cesaret edemedi sanırım. Ya da çok tevazu sahibi değil” Kırmızı eldivenli adam samimi bir gülümsemeyle karşılık verdi: “ Hayır… Daha uygun kelime sanırım… Tedbirli olması gerekir. General Pan’ın teftiş işinde ince eleyip sık dokuduğunu istihbaratım bana sağlamıştı. Bu istihbarat bana birkaç kırık dişe, şişmiş ve morarmış bir yüze, siyah saç boyasına ve ortalama bir hayat kadından daha fazla yüz makyajına sebep oldu. Ek olarak… Uzun bir süre duş almadım.” Zai’nin gözleri memnuniyet ile hafifçe kısıldı: “Evet bunu anlamam zor olmuyor. Bu arada Pan’ın tek başarılı olduğu konu işleri sıkı tutması değil. Aldığı sert önlemlerde kan donduran cinsten. İnsanları sevme konusunda çok başarılı birisi değil. Eğer mevzu bahis kralı değilse tabi…” Zai’nin esprili tarzı ve iğneleyici konuşması kırmızı eldivenli adamın hoşuna gitmişti. Kesinlikle zeki birisiydi ve sosyal yönü çok kuvvetliydi.


Zai eliyle garson kıza iki beyaz diş istediğini gösteren bir işarİet yaptı. Kendi içkisi önüne konduktan sonra küçük bir yudum aldı: “Beyaz diş birden çarpmaya başlar. Anlaman için sana sadece ufak bir uyarı gönderir. O yüzden canına susamadıysan tek yudumda bitirmemeni dilerim. Kador adıyla tanıdığın kişi bana bu istihbaratı verdi.” Kırmızı eldivenli adamın Zai’nin casuslarının onu izlediğini düşünmüştü. Fakat becerikli aktörleri tutmuş olduğu bir gerçekti. O adamdan fazla şüphelenmemişti. Sanırım garson kız ona haberleri iletmişti. Onun ki olduğunu kapıdan girdikten hemen sonra fark etmişlerdi. İçki içme hızı… Ufak bir detay. Fakat yabancı olduğunu gösteren bir delil olmuştu. Kırmızı eldivenli adam can sıkıntısını gösteren bir mimikle başını hafifçe iki yana salladı: “ Burası senin hanın mı? İsyancı liderine göre tehlikeli bir iş değil mi peki han sahipliği?” Zai başıyla onayladı: “Tek hanım bu değil ve sürekli burada ikamet etmiyorum. Buraya gizli bir geçit sayesinde geliyorum. Bir toprak büyücüsünü bu iş için tutmuştum. Buranın asıl sahibi kağıt üzerinde farklı birisi olarak gözüküyor. Genelde 3 ayda bir burada buraya geliyorum ve handa şuan hizmet eden herkes emin ol benim adamım değil. Yoksa çoktan iflas etmiş olurdum… Peki sana bir soru. Rüzgar’ın sesinin duyulmayacağı bir yer biliyor musun?” Evet… Buluşmak için gizli kod bir bilmeceydi. Garson kızda şansını denemişti. Çünkü bu cümle bir flört cümlesi gibi duruyordu. Eğer Zai’nin adamı olmasaydı bile garson kız bu cümleden şüphelenmezdi. Fakat yine de üstünde düşünmüştü istemsiz bir şekilde. Sonucu aramıştı :”Sanırım tek bir cevabı yok. Uzayda sesi duyulmaz, bir mağarada duyulmaz, madende duyulmaz. Rüzgarın esemeyeceği bir yerde duyulmaz. Şaşırtmaca bir soruydu sanırım…” Zai başını aşağı yukarı salladı ve kısık gözleriyle kırmızı eldivenli adamı süzdü: “ Sen analitik bir zekaya sahipsin. Adımlarla gidiyorsun. Cevabın sana göre doğru. Bu soruyu ben cevaplamış olsam deniz derdim. Sade ve estetik. Ben işin bu yönüne bakıyorum. Farklı yönden bakmamız güzel. Aynı olmamızda… Demek ki birbirimizden bir şeyler alabiliriz. Seninle üç görüşme daha yapacağız. Her görüşme bir hafta aralıklarla gerçekleşecek. Hepsi farklı bir mekanda gerçekleşecek… Hepsinin amacı birbirinden farklı olacak. İlk görüşmenin konusu neden beraber hareket etmeliyiz? Amacımızı tartışacağız. İkinci görüşmede birbirimizi ve kim olduğumuzu tanıyacağız. Üçüncü görüşmede ise nasıl bir yol izlememiz gerektiğinden bahsedeceğiz. Son olarak ise harekete geçme planını ortaya koyacağız. Eğer herhangi bir şekilde bir görüşme olumsuz giderse bir daha asla benimle görüşemeyeceksin. Senin için uygun mudur?” Zai’nin bu konuşma için bir plan yaptığı baştan belliydi. Demek ki kırmızı eldivenli adamın onun için bir önemi olabileceğini düşünüyordu. Fakat ortaklık kurulmasındaki bu zorlu süreç Zai’nin süreci sabote etme isteğine de bir delildi. Gerçekten istekli fakat bir o kadarda kararsızdı.


Kırmızı eldivenli adam kaşınan burnunu işaret parmağının üstüyle kaşıdı: “ Evet. Tabi ki. Sonuçta talepte bulunan ilk ben oldum. Senin de taleplerine saygım sonsuz. Neden bu işe giriyoruz… Ben bu konuda son derece eminim. Açık konuşmak ve kozlarımı açmak gerekirse… Aslında başka çaremde çok yok. Kendim bunu başarabileceğimi düşünmüyorum. Eğer başarırsam da… Bir kralı yok etmek… Çok fazla kan ve çok fazla zaman gerektirir. Her ikisi içinde çok tahamülüm yok. Ben kararlıyım. Sonuna kadar… Bence ilk senden başlayalım. Kendi içindeki kuşkuları ve amacını söyle. Benim amacım için sonra beni dilediğin gibi sorgulayabilirsin. Amacın ne?” Zai içten bir kahkaha attı: “ Son derece dürüstsün. Böyle bir dönemde böyle kişilere rastlamak zor. Amacım sadece yönetimin değişmesi başka bir şey değil. Halkımın yarısı o adamdan nefret ediyor. Diğer yarısı ise çok seviyor. Bazen o yüzden acaba kendim mi büyütüyorum diye kendimi sorguladığımda oluyor. Fakat halkım için en iyisini istemek benimde hakkım. Abim ise… Bazı yollardan işi çıkmaza vuruyor. O kadar otoriter bir rejim kurdu ki… Bazı yollardan tıkanıyor. Bundan bir ay önce gerçekleştirdiği eylem emin ol hiç bir şey. İnsanlar çok baskılanmış durumda. Krallık ise donup kalmış. Hatta donup kalmayı bırak belli bir istikamete gidiyor. O istikametin sonunda 8 kralın dikkatini çekmek var diye endişeleniyorum. Evet yemin bizi koruyor. Bunun farkındayım ama bu böyle devam ederse. Genel hukuk bir gri alan oluşturabilir. Halkım o zaman yok oluşa sürüklenir.” Kırmızı eldivenli adam Zai’nin dürüstlüğünden sonra rahatladı: “Yani seni sadece kaygıların yönlendiriyor öyle mi?” Zai boğazını temizledi: “Hayır. Daha fazlasını istiyorum. Ne şaşırtıcı cevap değil mi bir ateş büyücüsü için? Güçlü bir ateş büyücüsünün hayatına yön veren her zaman onun aç gözlülüğü olmuştur bunu 5 yaşındaki bir çocuk bile bilir. Bu yüzden bundan bahsetmeyi gereksiz buldum. Evet halkın bir kısmı beni seviyor. Bir kısmı ise beni bir bela olarak görüyor. Sevgi tek bir eylemle yerini korkuya bırakabilir. O yüzden benim için yeterli değil. Sonuçta güç abimde. İnsanlar korkarsa güce sarılırlar.” Zai kırmızı eldivenli adama su isteyip istemediğini sordu. Sonrasında bitmiş olan içkilerini tazeleyen garson kız onlara birer bardak su ve birer bardak beyaz diş ikram etti. “Daha da önemlisi bir döngü içerisindeyim. Halkın sevgisi elimdeki tek koz. Halkta beni dışlarsa elimden sadece krallığı yakıp kül etmeye çalışmak gelir. Bu kadarını becerebileceğimi ise düşünmüyorum vicdanım el verse bile. Neyse… Döngü demiştik. Sadece suçlulara, yozlaşmış zenginlere eylem düzenleyip fakir kesime yardımcı olabiliyorum. Büyük toplardan uzak duruyorum. Çünkü birine bulaşınca eylemleri kansız tamamlamam mümkün görünmüyor. Bu döngüden çıkabilmenin tek yolu bariz. İmajını düşünmeyen ve sert eylemler yapabilen birisine dönmem gerekiyor.” Kırmızı eldivenli adam soğukkanlılıkla gülümsedi: “Veya başka birisinin senin yerine bu işleri yapması gerekiyor sanırım… Benim çetemde bu tanıma cuk oturuyor. Kirli işi yapacak ve haksız konuma düşmeyecek bir topluluk. Zaten şuan bile Waal’da çoğu kişi bizden korkuyor ve nefret ediyor. Peki ya sen bizi karşına alırsan?” Sonuçta halkın sevgisini düşünen bir lider için yabancı oluşan bir tehdite karşı durmak yararına olurdu. Fakat kırmızı eldivenli adam söylediği sözden yine de endişe duydu anlaşmayı başlamadan bitirebilirdi. Yine de kendi grubunu düşünmesi gerekirdi. Zai yüzünde büyük bir gülümsemeyle soruyu cevapladı: “Zaten planım bu yönde olacak. Fakat plan kısmını sonra konuşacağız. Neyse ben bu döngüsellikten sıkıldım kısacası. Öte yandan da şuan böyle yaşamakta kötü bir hayat değil kesinlikle. Zenginlik içerisindeyim. Saygınlığım var ve insanlara yapay bir umut veriyorum. İnsanlar beni 100 sene sonra bir halk kahramanı ilan edebilirler. Birkaç sene içinde bir mürit seçilebilirim. Çok daha güzel görevlerim olur.”

Kırmızı eldivenli adam gizemi çözmüştü: “Fakat bu sen değilsin. Birinin altında olmak sana hiçbir zaman sıcak gelmiyor. O yüzden ortaklık fikrine sıcak bakıyorsun. Çünkü isminin bağımsız büyümesini istiyorsun. Çünkü hatırlanmak istiyorsun. Ateşin sönmesini asla istemiyorsun.” Zai içkiyi tek dikişte bitirdi. Verdiği tavsiyeye kendisi de uymamıştı. “Birbirimizi sonra tanıyacağız. Bunlar gelecek haftanın konusu. Bana başka ne vadediyorsun? Seninle yürüttüğümüz bu ortaklık… Bu benim isteklerimi sence tam olarak yerine getirebilir mi?” Kırmızı eldivenli adam kendini hana ilk oturduğu andan beri çok kaygılı ve yorgun hissediyordu. Ancak ağrıyan beli ile beraber bu olumsuz hissiyatları da zaman içerisinde yok olmuştu. Oturmak ve içmek ona çok iyi gelmişti. Zihni hala çok iyi çalışıyor durumdaydı. Kendinden emin bir şekilde ve tok bir ses tonuyla yanıtladı: “Evet. Fazlasını da vereceğim.” Zai ciddiyetle oturuşunu düzeltti: “Bir insan eğer çocuğuna karşı bir şeyler vermeyecekse genelde bir şeyler vereceğinin en az kendisi kadarını vereceği kişiden alır. Ya benim babam olmak istiyorsun ya da farklı amaçların var.” Kırmızı eldivenli adam başıyla onayladı: “ Fazlasını alacağım.” Zai masadan kalkmak istedi fakat bu çılgın adamın söylediklerini dinlemek ona çok tuhaf geliyordu. Daha önce hiç kimse, abisi bile ona bu şekilde davranmamıştı. Kırmızı eldivenli adamın her cümlesi Zai’nin zihnine bir balyoz gibi iniyordu: “Bu gerçekleştireceğimiz olay benim yapmak istediğim şeylerin başında bile gelmiyor. Bu sadece ilk basamak. Üç sene içerisinde krallığı yok etmek istiyorum. Sonrasında ise hayatın boyunca benimle hareket etmeni talep ediyorum.”


Zai sakin olmaya çalıştı ama sesi biraz hiddetli çıkmıştı: “3 sene mi? Bu deli saçması. Fakat bu işi ancak bir deli yapabilir yapabilirse de. Seninle beraber hareket etmek mi?” Zai sinirlenmişti fakat bir o kadarda merak içerisindeydi. Kırmızı eldivenli adam kontrolleri eline almıştı: “ Buradaki işimiz bitince bunu sende isteyeceksin. Neyse döngüsellikten bahsetmiştin değil mi? Evet ben değişim vadediyorum. Sadece senin için değil. Tüm dünya için bir değişimden bahsediyorum. Öyle bir çark kurmak istiyorum ki dünya sürekli değişim içerisinde olsun. Zai… Yüce kudretli Vem’in alev büyücüsü ve isyancı lideri… İlk bu kalkışmaya başladığın zaman ki halini ve isteklerini hatırla ve bana de ki bu halim ondan daha iyi. Daha saf ve daha umutlu… Hadi beni buna ikna et. Ya da öncelikle kendini buna ikna et.” Zai’nin öfkesi yerini şaşkınlığa bırakmıştı. İlk isyancıları topladığı halini hatırladı. Yoldaşların daha fakir fakat daha ümitli olduğu dönemi hatırladı. Halkı için sabahladığı dönemi, öldürülmekten asla korkmadığı dönemi hatırladı. Kendindeki bu değişimi yaşın getirdiği değişime bağlamıştı. Kendini böyle sorgulamayalı aslında bir o kadarda zaman olmuştu. Çünkü çevresindeki herkes ona itaat ediyordu ve dediklerini dinliyordu. Acaba bu döngüselliğe daha fazla maruz kalınca abisinden bir farkı kalmayacak mıydı? Düşüncelerini kırmızı eldivenli adamın iştahlı sözleri böldü: “Yerinde duran peynir bayatlar Zai. Bu gezegen 900 senedir aynı şekilde dönüyor. Herkes. Krallar. Savaşçılar, aşıklar, tüccarlar. Herkes benzer yollardan geçip bayatlıyor. Yeni bir sistem vadediyorum. Değişimin ön planda olduğu bir sistem. Onun bile değişebileceği bir sistem. Amacım tüm 8 büyük krallığı, altındaki krallıkları, hatta denizin ötesini içeren güneyi, büyük dağların hüküm sürdüğü kuzeyi her şeyi değiştirmek. Amacım bu gezegenin ters yönde dönmesini sağlamak” Zai kırmızı eldivenli adamın son cümlesinin mecaz içerdiğini biliyordu. Fakat o bile anlattığı diğer şeylerin yanında daha realist kalırdı. Abisinin hükmünün düşmesi bile hayal ürünü gözükürken Vandamel, Fernon, Malvin, Ogaboord, onlarca krallık… Hayır bunu herhangi bir insan evladının yapması mümkün değildi. Tarihte bilinen onca kişi vardı. Kahraman Baruk… İlk aklına o gelmişti. Onun başardığı olaylar bile kırmızı eldivenli adamın bahsettiği amaca kıyasla korkunç derecede yapılabilir geliyordu. Bu adam aklını üşütmüş olmalıydı. Fakat bir o kadarda zeki gözüküyordu. Acaba fazla zekası yüzünden mi bu duruma gelmişti? İmkansızdı. Hayır. Her şey yolunda gitseydi bile insan ömrü kısa idi. Zai kendini toparlamıştı. Garson kıza babacan bir ses tonuyla seslendi: “Enoka bizi yalnız bırak.”


Kapı çarpma sesi sonra oluşan sessizlik. Zai tehlikeli gözüken biri ile baş başa kalmıştı. Bu onu tanımlayan sıfatlardan birinin korkak olmadığına delaletti. Bekledi ve sessizlik yayılldı. Sonrasında odayı ele geçirdi. Kırmızı eldivenli adam bardağının dengesini bozup düzeltip ufak bir oyun oynuyordu sadece. Zai gerginliği bozmak istedi: “Böyle daha romantik oldu.” Kırmızı eldivenli adam kahkaha attı: “İlk buluşmaya göre fazla hızlı ilerliyorsun.” Zai espriyi devam ettirmesinden memnun kalmış gibi gözüküyordu. Hayır, bu intikam delisi bir adama benzemiyordu. Sosyal olarak becerikli birine benziyordu. “Tarih fazla bilir misin bilmem. Bundan 250 sene önce deli Iybarsi adında güneyli bir kral yaşıyormuş. Söylenene göre 8 krallığa veya Vandamel’e karşı herhangi bir kin beslemeyen bu kral elde ettiği askeri başarıları gözünde büyütmüş ve insanoğlunun başına ölümsüz bir insanın geçmesi gerektiğini düşünmüş. Aslına bakarsan sadece kendi ihtirasları onu ele geçirmiş diyor pek çok tarih kaynağı. Gerçi tarih yazımını Vandamel himayesindeki adamlar gerçekleştiriyor ama neyse. 70 bin kişilik bir ordu toplamış. 8 krallığın merkezine doğru yola çıkmayı düşünüyormuş. Sonra bu planı yaptığı ve orduyu dizdiği ilk gün… Evet tam olarak ilk gün karşısında kaç kişi dikilmiş tahmin edebiliyor musun?” Kırmızı eldivenli adam tamamen rasgele bir tahminde bulundu. Amacı hikayenin çabuk bitmesiydi: “ Bir milyon mu?” Zai ciddileşti: “Hayır sadece 4 kişi. Kaldı ki bunlar arasında ne Vandamel vardı nede herhangi bir yüce kral. Sadece onların müritlerinden oluşan 4 kişilik bir grup. En güçlü müritlerden özel seçmece bir grupta değilmiş üstelik. Sadece o an işi bulunmayan kişilerden bir toplulukmuş. Bu topluluk ilk önce orada bulunan tüm askerleri yok etmiş. Sonra köylülerin hepsini teker teker avlamışlar. Güzel buldukları kadınlara zorla sahip olmuşlar. Sonrasında köyü bir harabeye dönüşene kadar yıkmışlar. Evleri yok etmişler ve tarlaları yakmışlar. Tamamen canlılardan arındırmışlar.” Kırmızı eldivenli adam duygusal olarak herhangi bir belirti göstermedi. Ne yüzünde bir şaşkınlık ifadesi nede herhangi bir korku emaresi vardı: “Son zamanlarda tarih hakkında birçok şey öğrenmiştim. Bu gözümden kaçmış olmalı. Trajik bir hikaye. Bir kralın aptallığı yüzünden ve birkaç güçlü büyücünün zalimliği yüzünden onca düzeni bozulmayan insanın başına kötü şeyler gelmiş.” Zai sesini önceki konuşmasına göre biraz arttırmıştı fakat bu öfkeden kaynaklanmıyordu. Zihninde cevaplanması gereken ve merak ettiği sorular vardı. “ Kötü şeyler olmamış. Halkın resmen ilk önce annelerini sikmişler. Sonra öldürüp ölülerini sikmişler. Korkunç şeyler yaşanmış. Kimse sonra o bölgeye tekrar bayrak açıp yerleşmeye cesaret edememiş. İşin korkunç bir boyutu da şu. Ibarsi kararı aldığı gün içerisinde gelmişler demiştim… 8 krallıktan Ibarsi’nin ülkesine yaklaşık olarak ulaşım atlarla 3 gün sürüyormuş. Fikir neredeyse zihninden geçer geçmez 4 mürid harekete geçmiş. Şimdi ben sana şöyle söyleyeyim dürüst olayım. Ben belki de buradaki en güçlü büyücüyüm. Dengim abimdir veya onun generalleridir. Fakat bırak 70 bin kişiyi… Yüz kişi sağlam bir plan yaparsa benim için problem oluşturabilir. Hadi her şey istediğim gibi gitti. Bin rakamı inanılmaz bir rakam. İnsanın sınırlarını aşan bir nokta. 70 bin kişi ise tam bir delilik. Sana bir soru soracağım hadi diyelim müritlerin gücünü bilmiyorsun. Sence bir müridi yenebilecek bir güce sahip misin? Eğer değilsen vandameli, onu savaşta bir kez mağlup etmiş Fernon’u, karanlık kral Malvin’i, Rüzgar’ın kralı Ayove’yi hepsini konuşarak mı aynı çatı altında toplamayı düşünüyorsun. Kaldı ki ağzın kötü laf yapmıyor. Beni biraz etkiledin dürüst olacağım fakat daha kaç yaşındasın ki? Kaç sene boyunca yaşamış kişileri nasıl ikna edebilirsin? Sana bir gerçeklikten bahsedeyim. Bazı planlar vardır. Bunlar kötü planlardır. Çünkü genel olarak bakınca çok iyi gözükürler fakat ufak detaylar gözden kaçar ve plan gerçekleşmez. Bu planın kaba tasladı bile imkansız gözüküyor.” Kırmızı eldivenli adam masada duran suyundan bir yudum aldı: “Birkaç soru sordun fakat hepsini sırayla cevaplıyorum. Birincisi eski bir mürit ile tanıştım. İkincisi asla onunla baş edebileceğimi düşünmüyordum. Üçüncüsü ise konuşma veya alt etme şeklinde ilerlemeyecek. Sadece bu krallık düşecek ve gerisi gelecek. Aslında şöyle diyeyim. Bu ilk aşama. Önümüzde bu denli zor görevler illa olacak. Fakat bu ilk aşama gerçekleşmezse hatta üç sene içerisinde gerçekleşmezse büyük plan zaten asla gerçekleşmeyecek.” Kırmızı eldivenli adam karnında bir ağrı hissetti. Konuşma çok güzel ilerlemiyordu. Fakat bu durumun oluşabileceğini tahmin edip ona göre planını yapmıştı: “Emrimde yaklaşık 17 bin asker bulunuyor. Düzenli bir orduya sahip olmadığını biliyorum. 3 sene içerisinde plan gerçekleşmezse emrine gireceğim. Aynı zamanda ben bir düzensizim. Aynı zamanda antitez konusunda da iyiyimdir. Beni de emrine alacaksın. Fakat en ufak plana aykırı davrandığını görürsem bunların hiç birisi gerçekleşmeyecek.” Zai oturduğu yerden ayağa kalktı ve sağ tarafına doğru yavaş adımlarda yürüdü. Üç adım attıktan sonra arkasını döndü ve arka tarafına doğru yürümeye başladı. Oda bitince tekrar arkasına doğru yürümeye başladı. Düşünüyordu. Tekrar sandalyesine oturdu. Sonrasında sandalyesini masaya yaklaştırdı: “Şuan olduğum noktaya üç sene sonrasında tekrar gelebilirim. Bir delinin tutma ihtimali düşük bir planına ortaklık edeceğim ve sonrasında anladığım kadarıyla plan gerçekleşmezse tüm gücüne el koyacağım. Eğer plan gerçekleşir ise o deliyle ömür boyu iş tutacağım. Heyecanlı evet. Korkutucu mu? Sonuna kadar.” Zai elini uzattı. Bir kadın eli gibi pürüzsüz ve inceydi: “Kabul ediyorum. Tam anlamıyla bir kumar. Şans. Olasılıkların zarların bin kere ard arda 6 atılması. Fakat kötü zar gelse de kazancım ikiye katlanıyor.” Kırmızı eldivenli adamın gözleri gülümsüyordu. İşe yaramıştı. İlk büyük zorluk bir ölçüde tamamlanmış gözüküyordu. Yapılacak çok iş vardı. Bu işin yüzde 1 ihtimal bile gerçekleşmesi için güven gerekiyordu ve Zai’ye güvenmesi aptallık demekti. Çünkü güven zaman gerektirirdi. Fakat zamanı yoktu. Havada olan eli tuttu. Sertçe sıktı. Zai kırmızı eldivenli adamın elini bırakmamıştı: “ Tek bir şey aklımı kurcalıyor. Neden? Başlangıç noktan neden tam olarak burası ve neden ben?” Kırmızı eldivenli adam bu sorunun geleceğini tahmin etmiş olmalıydı: “Çünkü yanlış bir şeyler dönüyor. Sadece başıma gelen olaylar bunda etkili değil tabi ki. Neler olduğunu duymuş veya görmüş olmalısın sonuçta.” Kırmızı eldivenli adam Zai’nin başıyla onaylamasını bekledi. İşareti aldıktan sonra devam etti: “Kişisel değil. Sana bir şey göstermek istiyorum.” Kırmızı eldivenli adam elini cebine götürdü ve oradan ufak takta bir sandık çıkardı. Sandığın küçük korunağını parmakları ile açtı. Açtıktan sonra tak diye bir ses duyuldu: “Öncelikle bu görüntü için özür dilerim.” Sandığın içinde hoş görülmeyen yassı iki şekil duruyordu. Kırmızı eldivenli adam yavaşça yassı şekilleri masanın üzerine koydu. Üzerlerinden hafif ama pis bir koku duyuluyordu. Bunlar insan derisiydi.


Avuç içi büyüklüğünde kareye benzer şekillerde kesilmişlerdi. Zai dikkatli bir şekilde derilere baktı. Kırmızı eldivenli adam derilerin üzerlerine parmağıyla işaret etmişti çünkü. Zai üstünde En alfabesinde bir derinin üstünde 46 ötekisinde 17 yazdığını fark etti: “Sayılar mı? Bunun ne manası var? Umarım masayı temizlerken Enoka’nın sana edeceği küfürlere değecek bir açıklaman vardır.” Kırmızı eldivenli adamın asıl konuşmak istediği konu açılmış gibi duruyordu. Yüzüne bir tiksinti ifadesi yerleşmişti. Elinde sorudan çok cevap bulunuyordu fakat yine de Zai’ye bildiklerini açıklaması gerekiyordu: “Bunlar tahmin edebileceğin gibi insan derileri.” Yüzünde masum bir ifade ile gülümsedi. Sempatik bir hareketti Zai’nin yüzü dişlerinin gözükebileceği kadar bir gülümseme ile ışıldadı. Mimikler ona yakışıyordu. Yakışıklı biri sayılırdı. Etrafına yüzünde samimi bir ifade olduğu zamanlarda bile aynı ciddi olduğu zamanlardaki gibi güven veren, ışıltılı bir karizma saçıyordu. Kilosu normalden az olsa da kendinden emin duruşu onu sadece büyülerine güvenen biri gibi göstermiyordu. Tip önemliydi. Karizma önemliydi. Kırmızı eldivenli adam arkadaş seçerken böyle bir standarta dikkat etmediğini düşündü. Fakat astlar karizmatik birisinin hatalarını daha fazla görmezden gelebilirdi. İnsanlar ne garip standartlara takılıyor diye içinden geçirirken açıklamasına devam etti: “Bunlardan birisini ben ele geçirdim ötekisini altımda olan askerlerden birisi. İlk önce sıradan bir dövme olduğunu düşünmüştüm. Fakat sonrasında bir dövme olmadığının farkına vardım. Bunlar damgaydı. “En” uzak bir ülke biliyorsun. O dilin burada kullanımına çok rastlamamıştım. Bunlar 46 ve 17 demek. Sonrasında 436 ve 765 dövmeli iki kişiyi daha ele geçirdiğimizi fark ettik. Bu sayıların insanlar üzerinde bulunuyor olması sence de tuhaf değil mi? Damga yerlerini kalça, sırt, göğüs gibi normalde gözükmeyen yerlerine yapmışlar. Bir dövme gibi gözüküyor. Normalde saptanması çok zor. Sence de tuhaf değil mi?” Zai derileri inceledi. Yüzünde ciddi bir hal vardı düşünceliydi. Gerçekten de fark edilmesi çok güç bir detay gibi gözüküyordu. Derilere daha fazla odaklandı. Bir tesadüf olması pek mümkün değildi. Böyle bir modanın var olduğunu ise daha önce duymamıştı. En çok uzaktaydı. 8 krallığın güney batısında yer alıyordu. Bulundukları krallık olan Waal ise 8 krallığın kuzey batısında yer alıyordu. Atlarla bile oraya varmak yarım seneyi aşkın bir süre gerektirirdi. Oradan insanların toplu göç etmeleri çok mümkün değildi. Waal krallığı yabancılara karşı sert bir politika kullanırdı. Zai kaşlarını çattı: “Peki sen bu simgelere nerede rastladın? Kimler üstünde taşıyordu bunları?” Kırmızı eldivenli adam konunun başından beri bu eksene gelmesini bekliyordu: “Şuana kadar gördüğüm hepsi Waal krallığının askerleri üzerinden çıktı. Öncesinde klanımın savaşçıları üzerinden de çıktığı gözükmüş. Bunun haberi bana verildi.” Kırmızı eldivenli adam üzerinde 17 yazan deri parçasını tiksintiyle havaya kaldırdı. “İşin ilginç tarafı şu. Daha düşük sayıların daha önemli insanlarda bulunduğunu gözlemledik. En azından elimizdeki 5 veri bunu gösteriyor.” Zai bu gizemli bulgu sayesinde irkildi. Kendini heyecanlanmış hissetti. Hiç kimsenin fark etmediği ufak bir detay karşısındaki yeni müttefik adayı tarafından fark edilmiş gibi gözüküyordu.


Zai o an karşısındaki kişinin o kadarda kaçık olmadığına kanaat getirmişti. Evet garip olaylar döndüğü kesindi. 17 rakamını inceledi En dilinde buna karşılık gelen işaret oı= şeklindeydi. Sonra 46 simgesine baktı ve Soo- şeklinde bir simge gördü. Fazla mana getiremedi ama ikisinde bulunan ğ- ve o gibi iki benzer şekil bulunuyordu. Zai alnında biriken terleri elinin tersiyle hızlı bir şekilde temizledi “ Biraz açıklamaya ihtiyacım var. Waal dili dışında dil bilgimin zayıf olduğunu kabul etmekte zorlansam da…” Kırmızı eldivenli adam başıyla onayladı. Birisine bildiği bir bilgiyi aktarırken kahverengi gözleri donuk ve ciddi bir hal alırdı. Kaşları hafifçe yukarı kalktı. “En’in dil sistemi değişik. Waalda kullanılan sisteme fazla benzemiyor. Karışık gelmesi normal. Biz sayıları yan yana yazarız. Yanında bir kalem bulunuyor mu?” Zai başıyla onayladı ve ayağa kalktı. Odadan dışarı çıktı ve bir dakikadan kısa bir süre içerisinde geri geldi. Elinde bir kağıt, mürekkep ve tahta bir çubuk vardı. Hepsini kırmızı eldivenli adamın önüne, masanın üstüne hızlı ama yumuşak bir şekilde bıraktı. Kırmızı eldivenli adam gerildi. Sırtından ufak bir kütleme sesi duydu. Sesi sadece kendisinin duyabileceğini içinden geçirmişti. Kağıda Ik’ya benzeyen bir şekil çizdi: “Teşekkürler. Neyse. 1 ve 9 yan yana görüyorsun. Waal’da bildiğin gibi böyle işliyor sayıların yazılımı. En’de ise bu farklı. Sayılar 1,5,10,25,100,1000 üzerinden değişik bir sisteme göre düzenleniyor. Örnek veriyorum –o şeklindeki simgeyi parmağının ucuyla gösterdi- Bu 10 demek. –Elini ı’nın üzerine götürdü- Bu ise 5 manasına geliyor. –Sonrasında yavaşça elini son kalan simge olan = üzerine getirdi- Bu simge ise 2 manasına geliyor. Tüm yatay çizgiler 1 manasına geliyor. 2 yatay çizgi varsa bu iki manasına geliyor. Şimdi basit bir matematik ile. 10, 5 ve 2 nin toplamı 17 ediyor. Eğer bir kişi 20 yazmak istiyorsa iki tane o simgesi çiziyor. Şimdi gelelim ikinci sayıya. –Deride bulunan S simgesini kağıda çizdi- Bu 25 demek. 25 sayısı – Kağıda ooı simgesini çizdi- böyle gösterilmiyor. Bunu genelde En’li çocuklar ve yabancılar yapar. Sık gözlemlenen bir hatadır.” Zai simgeleri kafasında birleştirdi. S 25 demekti. 25 ve iki tane 10… 45 sonucunu buldu. Üstüne 1 sayısını ekleyince 46 sonucuna vardı. Evet kırmızı eldivenli adam doğruyu söylüyor olmalıydı. Böyle bir sistem gerçekten de olası duruyordu. Pratik bir kullanımdı. Zai kendisini huzursuz hissetti. Bu hissinin bir sebebi olmalıydı. Düşündü. Alnında biriken ter damlacıklarını tekrar yavaşça elinin tersiyle sildi. Bu sefer daha agresif hareket etmiş olmalıydı. Konuşmanın başında çok rahat olduğunu düşünüyordu. Sanırım biraz daha içki ona iyi gelebilirdi. Hayır. Zihnini toparlaması gerekiyordu. Konuşmanın ortalarında var olan gerginliği daha fazla artmıştı. Sebebi neydi ki? İlk başta deli gibi gözüken bu adama gitgide daha fazla inanıyor olması mıydı? İlk başta hareket edeceğine inanmıyor olması mıydı? Ona kendi rahat bulduğu konumdan dışarı çıkması zor mu gelmişti? Büyük bir değişime öne ayak olabilirlerdi. Onu gerek şey bu düşünce miydi yoksa? Ama özgür iradesi vardı. İsterse bu planı reddedebilirdi. Fakat o zaman kendini ömrü boyunca bir korkak olarak mı yargılardı? Midesi kasıldı. İçkiye kesinlikle ihtiyacı vardı. Ama hayır. İçmesi kendini uyutmak olurdu. Daha fazla uyanık olmaya ihtiyacı vardı. Düşünmeye ve öğrenmeye ihtiyacı vardı. Ayağa kalktı ve önceden gerçekleştirmiş olduğu yürüyüşünü tekrar gerçekleştirdi. Hayır. Aklına gelmiş olan şey gerçek olamazdı. Kaygısının gerçek sebebinin farkına vardı. Karnına tekrar bir ağrı girdi. Fakat bir korkak olmadığı konusunda zihninde oluşan tatmin duygusu onu bir ölçüde rahatlatmıştı. Kırmızı eldivenli adamın yanına yaklaştı. Kısık bir sesle ona basit bir soru sordu. Sesinde oluşan ufak çatlama onun gerilmiş olduğuna bir işaretti: “Peki diğer sayılar… En sisteminde diğer sayılar nasıl kullanılıyor.” Gerginliği kırmızı eldivenli adama sıçramıştı fakat o daha soğukkanlı olmayı tercih etti. Çubuğu eline aldı ve mürekkebe batırdı. “ Şimdi. – bir demek. Bu dörde kadar alt alta yazılabiliyor. = iki demek mesela bunu göstermiştim. –o , ı ve S şeklini sayfaya çizdi ve sırasıyla hepsini tahta kalemin ucuyla işaret etti.- 10, 5 ve 25 bunlardan bahsetmiştim. İki simge daha var. Bunlarda sayı sistemini yazarken kullanılıyor. – Ortasından I geçen bir B simgesi çizdi kırmızı eldivenli adam. Sonra tahta çubuğu tekrar mürekkebe iki kez daldırdıktan sonra dışarı çıkardı. Sonrasında mürekkep dağılmasın diye tahta çubuğu mürekkep kabının iç kısmına iki üç kez tıklattı. Sonrasında aşağısında ortalanmış bir v şekli bulunan bir kare çizdi.- Evet. Yüz ve bin. En son çizdiğim bin diğeri ise yüz manasına geliyor.” Zai kalbinin attığını duydu: “Pardon. Alabilir miyim.” Kırmızı eldivenli adam sarı kağıt parçasını Zai’ye uzattı. Zai kalbinin sesini daha net duydu: “Ha siktir. Bu olamaz. Siktir.” Zai bu simgeleri görmüştü. Özellikle karemsi şekle daha önce birkaç kez rastlamıştı. Ama nerde. Düşündü. Zihni alev almak üzereydi. Kendini daha fazla zorladı nefes aldı ve verdi. Aklına gelmedi: “Eloka iki at çürüğü ve bir su daha.” Kırmızı eldivenli adama yüzünü döndü: “Sende bir şey ister misin?” Kırmızı eldivenli adam içki bardağını kaldırdı. Zai beyaz dişte istediğini Eloka’ya iletti.


Eloka kapıyı açtı ve bir tepsi üzerinde taşıdığı içecekleri dağıttı. At çürüğünü kırmızı eldivenli adamın önüne koyacakken Zai parmağıyla masasının ön kısmını işaret etti. Eloka önceden getirmiş olduğu kirli bardakları tepsinin üstüne koydu ve tekrar odadan çıktı. At çürüğü bir kahve çeşidiydi. Ağırdı. Zai anlaşılan bu gece uyumayı fazla düşünmüyordu. Kahveyi yavaşça yudumladı. Midesi bir bulantıyla tepki verdi. Bu tepkisini sürdürmeye devam etti. Fakat Zai yine de zihninin daha iyi işlediği için şükür etti. Kahveyi kokladı. Düşünmeye devam etti. Sonrasında bir ışık yandı. Hatırladı: “Ben bu simgeyi daha önce görmüştüm. Hem de birkaç kez. Bundan 4 ay önce Vem’in iç bölgesinde genç kadınları öldüren bir katil vardı. İlk önce yaşı 20’den küçük olan birkaç kadın cesediyle karşılaşmıştık. Sağ göğüslerinin ortak bir şekilde kesilmiş olması dikkatimizi çekmişti. Aynı şekilde işlenen bu cinayetler bizi ortak bir katil olduğu düşüncesine itmişti. Sonra 20 yaş altı kadınları istihbaratımda bulunan güvendiğim adamlarımla izleme kararı aldım. Adamlarım bu görevden oldukça memnun kalmışlardı.” Kısa bir kahkaha attı fakat ortam o an çok gergindi: “ Sonrasında bu adamı yakaladık. Evinin alt katında bir düzine 20 yaş altı kadına rastladık. Hepsi çıplak bir şekilde duvara zincirlenmişti. Kızlar adamlarımı görünce çığlıklar attılar ve ağlamaya başladılar. Anlaşılan düzenli bir şekilde tecavüze uğruyorlardı. Adamı yakalamamız çok zor olmadı. Canını almadan önce bu kadınların çok erken yaşta cinsel ilişkiye girdiğini belirtti. Oda kendine onları cezalandırmak için görev biçmişti. Neyse. Aşırı radikal bir sapık olduğunu düşünmüştük. Tamda halkın nefret edebileceği türden bir katildi. Esir almak istemedik. Halk şüpheli bir gözle bakabilirdi. General Pan’dan önce onu, bulmamız bizim için bir zaferdi… Her neyse öldürme kararı aldık. Adil gözüküyordu ve o pislik bu cezayı çoktan hak etmişti. Mızrağımın ucunu ona dokundurdum ve alev aldı. Yanarken kıyafetleri önce üstüne yapıştı sonra kül oldu. Adam beklediğimden daha az çığlık atmıştı. Yaptığı işlerle gurur duyuyor olmalıydı her neyse.” Zai iki eliyle tutmakta olduğu sarı renkli kağıdı masaya yapıştırdı. Kareye benzeyen simgeyi eliyle gösterdi. “Adamın evinin kapısının üstünde ve boynunda bu işarete rastlamıştım. Bir delinin kendine ait bir estetik zevki olarak yorumlamıştım. O kadar dikkat etmemiştim ki. Şimdi sen bu simgeyi çizince zihnimde bir kıpırdama olduğunu hissettim.” Zai başarmışlık hissinin ve tiksintinin detayı fark etmemesini sağlamış olduğunu düşündü: “Lanet olsun. 8 ay önce yakaladığımız bir hırsızda benzer bir simge görmüştüm.” Alev büyücüsü düşündü. Artık midesinin bulantısı ağır basmaya başlamıştı. İçini döktüğü halde onu rahatsız eden farklı bir detay vardı. Neyi atlıyordu? Ayağa kalktı ve yürüme hareketini tekrar etmeye başladı. İstila mı ediliyorlardı? Tehlikeli birileri Waal için düğmeye basmışlar mıydı? Vandamel’in , farklı bir yüce kralın veya bir müridinin adamları mı harekete geçmişti? Waal için çok mu geç kalmıştı? İlk buna benzer simgeleri ne zaman görmeye başlamıştı? 1 seneden daha kısa bir süre içince olduğu kesin miydi? Yoksa daha öncesinden bu harekat başlamış mıydı? Abisinin yaptığı hareketler sonunda Yüce kralların dikkatini çekmeyi başarmış mıydı? “Evet. O sapıkta gördüğüm simge… İki tane kare bir tane şundan. 3 tane diğer. 2008 ediyor.” Kağıda biraz uzun süre baktıktan sonra kırmızı eldivenli adamdan tahta çubuğu istedi. Birkaç karalama yaptı. “Bu simge 1768 mı ediyor?” Kırmızı eldivenli adam duran simgeleri gözden geçirdi zihninden toplama işlemlerini gerçekleştirdi: “1713 ediyor. Sanırım hırsızda da bunu görmüştün.” Zai yavaşça kafasını evet manasında salladı. Elini uzun mızrağımsı silahına götürdü. Garip bir silahtı. Ucu mızrak ucuna benzese bile yan tarafında keski vardı. Baltalı mızrağa daha çok benziyordu. İki eliyle silahı kavramadan önce sağ eliyle sessiz olması için kırmızı eldivenli adama işarette bulundu ve sonrasında masada bulunan derileri eline alıp küle dönüşmesini seyretti. Bu sefer kırmızı eldivenli adam kendini sorular içerisinde bulmuştu. Zai kısık bir sesle konuştu: “Kador denilenin yanına bir adam yerleştirmiştim. Berberlik yapıyor. Adı Apolte. Zayıf ve esmer görünümlü onu gördün mü bilmiyorum.” Kırmızı eldivenli adam belinin kemerinde duran kısa bıçağını çıkardı. Bıçak kullanmaya pek alışkın değildi fakat bıçak taşımak kendini azda olsun güvende hissetmesine sebep oluyordu. “Ondada mı bir simge görmüştün.” Zai hayır manasında kafasını salladı. “Başkalarının yanında zırhını çıkardığını görmedim. Birkaç kez itiraz ettiğini hatırlıyorum.” Zai’nin isyancı çetesine de sızmış olan birkaç kişi vardı demek. Ateşin doğuşu. Artık oda güvende değildi. Kırmızı eldivenli adam sessizliği bozup Zai’nin düşüncelerini dağıtan kişi olmuştu: “Bu işi gizli halledemeyiz. Buluştuğumuzu öğrenmiş olmalılar. O adamı öldürürsen şüphe çeker. Hatta belki de çoktan bir araya gelmiş olduğumuzu biliyorlardır. Adamı öldürmek veya buradan kaçmak bir seçenek değil.” Kırmızı eldivenli adam çıkardığı bıçağını tekrar kemer kısmında bulunan ufak kılıfa yerleştirdi: “İki seçeneğimiz var. Ya hanı kapatıp adamı ele geçirmek. Yada olayları akışına bırakmak. İlk seçenekte adamı konuşturabiliriz fakat emin değiliz. Boş yere bir yaygara bize pahalıya patlayabilir. Handa bulunan herkesi esir almamız gerekir. İkinci seçenek ise şimdilik bize bir şey kaybettirmez. Sadece bilgi alamayız. Fakat önümüze çıkan tek fırsatın bu olduğunu düşünmüyorum. Sen ne dersin?” Zai mızrağını dik bir şekilde sandalyesine tekrar bağladı. Tekrar sandalyesine oturdu ve kahvesini tek büyük bir yudumda bitirdi. Sonrasında masada bulunan suyu nefes almakta zorlanırcasına kafasına dikti. At kuyruğu saçlarını elleriyle topladı, çekiştirdi ve bu sayede saçının tekrar düzgün bir şekil almasını sağladı: “Fikrimi almaya çalışman ve saygın cidden hoşuma gitti. Kesinlikle boş bir adam değilsin. Bulguların, fikirlerin gayet oturaklı. Teklifinde güzel. Yarı deli olsan da ilk görüşmemiz kesinlikle olumlu. Seni daha iyi tanımak istiyorum. İkinci görüşmemizin mekanı için benden bir mesaj alacaksın. Ben seni bulurum dert etme. Daha fazla konuşmasak iyi olacak. Sen buraya içki almak için gelmiştin. 5 şişe al ve çık. Burada konaklamanı isterdim fakat senin içinde güvenli değil sanırım.” Kırmızı eldivenli adamda yarım kalan içkisini ileri doğru uzattı. Artık içmek istemiyordu. “Başından beri planım bu değildi. Duş almak istiyorum. Yolum pekte uzun değil merak etme. Bu arada” Eldiven bulunan elini Zai’ye doğru uzattı. Tokalaştılar. “Tanıştığıma memnun oldum Zai.” Zai öğrendiklerini sindirmeye başlamıştı. Bu sebeple daha samimi davranabiliyordu. Kırmızı eldivenli adamın omzuna tokalaşmadığı eliyle yavaşça dokundu. Başını salladı. Çetenin liderinin adını ve kim olduğunu hala bilmiyordu. Elbette bir tahmini vardı ve çetenin kökenini biliyordu. Fakat bu görüşmenin işleyişinin bu kadar düşündüğünden farklı geçmesi onun için sürpriz oldu. Zai’nin hayatı çok aktif geçiyordu. Çoğu insanın hayatında göremeyeceği kadar fazla olay ile yüzleşiyor, farklı kadınlarla beraber oluyor ve her gün yeni bir bilgi öğreniyordu. Babası ona yetişkin olunca dünyadaki herhangi bir olayın onu çok fazla şaşırtamayacağını söylemişti. Bununla beraber huzura ve paraya daha çok önem vereceğinden ve ölümden daha çok korkacağından bahsetmişti. Zai’nin hayatı huzursuzlukla geçiyordu. İşlerin kötü gittiği ve aç kaldığı zamanlarda olmuştu, ölümden ise hiç korkmamıştı. Eğer biraz bile korksaydı yolundan gitmekten vaz geçerdi. Abisinin onu affetmeyeceğini biliyordu. En fazla sürgün cezasıyla çarptırılacağının farkındaydı. Fakat 17 yaşından beri fazla şaşırdığı bir olay olmamıştı. O yüzden babasının saymış olduğu hiçbir standarda uymasa da kendini yetişkin olarak görebilecek bir alana sahip olmuştu.


Şaşkınlığını hissettiği zaman onda farklı bir parça harekete geçmişti. Belki Zai’nin içinde ki çocuk yetişkinlerin kurmuş olduğu bu dünyayı değiştirmek istemişti. Bu parçası değerliydi. Gülümsedi. O an kırmızı eldivenli adamdan ayrılmak istemedi. Fakat bu istenç çok ağır basmadı. Kendi sorumlulukları vardı: “Eloka müşterimize 8 şişe beyaz diş getir.” Sonra kırmızı eldivenli adamın elini bıraktı. Eloka şişeleri bir bohçaya yerleştirmişti. Hepsinin ağzı tıkalıydı ve dik konumdaydılar. Bohçayı hareket ettirirken cam şişelerin birbirlerine çarpma sesi odada tiz ve kısa bir şekilde yankılandı. Eloka şişeler ile dolu bohçayı masaya koydu ve hepsini birbirlerini saracak şekilde ince kısa bir halatla bağladı. Sonra bohçanın ucunu bağlayıp kırmızı eldivenli adama teslim etti. Kırmızı eldivenli adam bohçayı sırtına yavaşça tekrar aldı. Tekrar cam şişelerin birbirlerine çarpma sesi duyuldu fakat bu sefer ses çok azdı. Odadan ve handan çıktı. Yavaş adımlarla tekrar eve doğru yola çıktı. Bu evi kiralamışlardı. Her adımında yeni bir küfür eden kırmızılı eldivenli adamın yaratıcılığı yolu yarıladığında tükenmişti. Yorgunluğuna değmişti. Eve varınca içini huzur kapladı. Bir sıkıntı çıkmamıştı. Görüşme çok iyi gitmişti. Kendini en kötüsüne hazırlamış ve boşuna kaygı duymuş olduğu için kendine küfretti. İçeride onu bekleyen dört kişi vardı. Elini yumruk yaparak ahşap kapıya birkaç kez tıklattı. Kimin kapıyı açacağına göre tahminde bulundu. Stairz en olası isimdi. Ozan gece geç saatlere kadar uyanık olmaktan hoşlanırdı. Bekledi. Sonrasında kapıdan bir gıcırtı duyuldu. Kapıyı açan kişi Baruk’tu. Gözle zor seçilen bir kambura sahipti. Düz uzun sarı saçları kirli sarı sakallarına karışmıştı: “Erken geldin. İyi gitmedi mi?” Kırmızı eldivenli adam sağ gözünü kırptı. Baruk neşelenmişti. Kırmızı eldivenli adamlar beraber dış kapıdan odanın içine geldiler. Yerlerde yassı yastıklar bulunuyordu. Ballı ekmekler, üzüm, yeşil bir çorba ve çaydan oluşan bir sofra kurulmuştu. Sofranın başında Stairz bulunuyordu: “Erkencisin bakıyorum. Aşçılığım çok iyi değil fakat açsındır diye düşündüm. Çorbanın ve çayın olması bir yarım saat bulur.” Kırmızı eldivenli adam eldivenlerini çıkardı: “İyiydi. Zai bu iş için uygun. Umarım oda bunun farkına varır.” Sofraya oturup ballı ekmekten ufak bir ısırık aldı. Ne kadar acıkmış olduğunun farkına o an vardı: “Duş almak istiyorum. Çokta uykum var. Fakat şu sıralar zamanımızı çokta israf edebilecek konumda değiliz. Diğerleri uyuyor değil mi?” Stairz evet anlamında başını salladı. Kırmızı eldivenini çıkarmış olan adam konuşmasına devam etti: “Ben her şeyi anlatacağım Stairz.” Baruk’a doğru döndü ve kolunu uzattı: “Fakat ilk öncelikle hazır bu ikisi uyuyorken bana neler yaşadığınızı detaylı anlatmanızı istiyorum. Olay nasıl gerçekleşti? Tüm detaylar lazım. En ufak bir ayrıntı bizi yanlış bir yola sürükleyebilir… İyileştir beni Baruk.” Baruk kafasını salladı: “Biraz canın acıyacak biliyorsun. Bu işin kanunu böyle. Elindekini yere bırakmalısın.” Ballı ekmek sofraya bırakıldı. Grubun en yaşlı üyesi olan Stairz duvarda asılı olan 5 telli küçük çalgısını eline almıştı: “Sanırım sana anlatmam gereken bir hikaye var. Sanatıma müdahil olmayın. Sözümü kesmeden dinleyin. Bunun için bana altın teklif eden insanlar bulabilirim. Lütfen kesmeyin.” Baruk ve arkadaşı bakıştılar ve göz imaları ile Stairz’in anlayamayacağı şekilde onunla ufak bir dalga geçtiler. Stairz parmaklarını kıtlattı ve kulağa hoş gelebilecek bir melodi çalmaya başladı. “Baruk hikayenin kahramanı sen olacaksın. Bana anlattığın şeyleri kafamda birleştirdim. Benden daha çok şey gördün. Neyse. Hazırsanız başlıyorum… Kıvılcım…”


Kıvılcım


Kıvılcımlar. Turuncu renkti. Birden sayıları çok fazla artıyordu. Sonra hepsi yavaşça sönüyordu. Tak sesi. Sonra tekrar kıvılcımlar çıktı. Tekrar kayboldu. Büyük yangınlar ufak kıvılcımlarla başlar demişler. Yangın yok olur. Kıvılcımlar ise daha kısa sürede belki. Sonra sadece küller ve siyahlık kalır. Ölüm gelir. Tak. Kıvılcımlar. Yoktan var oldular. Sonra tekrar var oldular. Utangaçtılar belki de. O yüzden kısa süre gözüküp tekrar yok oluyorlardu. Baruk utangaç bir çocuktu. Adını meşhur diyarların kahramanı ve ejderha katili kahraman Baruk’tan almıştı. Elindeki ufak çekici ile demire şekil vermeye çalışıyordu. Onun için demire şekil vermek insanlara şekil vermekten daha kolaydı. Babasından öğrenmişti bu mesleği. O da dedesinden demirciliği öğrenmişti. Fakat babasının aksine demirciliği daha çok sevmişti. Belkide… Tak… Demirler onu insanlardan daha çok anlıyordu. Dövmekte olduğu kılıç ile boğuşurken yüzünden akan ter damlaları çıplak olan üst vücuduna yayılmıştı. Kuruluşun 57. Yıl dönümüydü. Bu yüzden şehirde büyük bir panayır düzenlenecekti. Baruk Ozanların ozanı büyük ozan Stairz’in hikaye anlatım şölenine katılmak için can atıyordu. –Göz ucuyla Baruk’u kontrol etti. Biraz bozulmuşa benziyordu ama en azından işi dalgaya vurmuyordu. Hikayesine saygısızlık yapılmamıştı. Ona hakkını vermesi gerektiğini düşündü.- O yiğit biriydi. Aynı zamanda ince ruhluydu. Bu yüzden savaşçı olabilip kan dökebilecekken ter döküp demirci olmayı tercih etmişti. Yalnızlığı belki de seviyordu. O yüzden tercih ediyordu. Küçük çekicini kemerinin yanında bulunan kınına yerleştirdi. Dövmüş olduğu kılıç akkordu. Akkor kılıcını soğuk suya batırırken etrafı beyaz bir duman kapladı ve hoş olmayan bir metal kokusu ortaya yayıldı. Baruk kokuyu içine çekti ve içini işlemiş olduğu tüm günahların bağışlanmasını hissine yakın bir hissiyata kapıldı. İçi huzur doldu. Tamamlanmamış kılıcı demirin üstüne bıraktı ve kafasını aynı kılıcı soktuğu gibi soğuk suya sokma ihtiyacına kapıldı. Sırtını kütürdetmeye çalıştı her hangi bir ses duyamadı. Dışarda insanlar toplanmaya başlamıştı. Baruk birkaç müzik ve tiyatro gösterisini kaçırmış olduğunun farkındaydı. Bugün çalışıyor olduğu için var olan kaderine defalarca kez küfür etmişti. Sadece üzerinde çalışıyor olduğu kılıcı düzgün bir şekle sokmak istiyordu. Çok fazla yorulmamıştı fakat motivasyonu çok kalmamıştı. Babası ona bugün söz verdiği halde iş kitlemişti. Yakında yola çıkacaklardı, tüccarların kervanlarını korumak için yeni silahlara ihtiyaçları vardı. Tüccarlara içinden tekrar küfür etti. Sanki ne iş yapıyorlardı ki? İnsanlarla konuşup en uygun fiyata kendi ürünlerini satmak dışında.


Düşüncelere dalmışken sessizce yanına yaklaşıp onu çömelir vaziyette yakalayan Maltan’ın yüksek sesiyle irkildi: “Sen ne arıyorsun burada? Canın neye sıkıldı yine? Seni kancık. Bugün kutlu gün ağlak ağlak pinekleme! Çık dışarı hadi.” Baruk irkilmişti. Dedesinin zayıf vücüdundan çıkan gür sesini çokta ciddiye alamıyordu. Ona komik geldi. Dedesi kuruluştan beri demircilik işi ile uğraşırdı. Onu severdi. Ailede babasına karşı onu ve kardeşlerini koruyan bir pozisyonu vardı. Maltan, Baruk’un babası Ganot’a demirciliği bırakıp savaşçılık yolunu kızdığı için sürekli sitem ederdi. “Hepimizi öldüreceksin kütük kafalı.” veya “Kendi işini sahiplenmeyen herkesi yarı yolda bırakır gibi” suçlamalarda bulunduğu zamanlarda oluyordu. Baruk’a bu durum komik geliyordu. Babası 2 metreye yakın iri vücutlu korkulan bir savaşçı olsa da Maltan’ın azarını duymamak için onunla tartışmaya çok girmiyordu. Fakat babası bazen Baruk ve kardeşlerine karşı otoriter bir pozisyonda bulunsa bile dedesini bu tartışmalarda haksız buluyordu. Babasının kendi yolunu seçmesi onun en doğal hakkıydı. Dedesi eski topraktı. Değişime çok açık birisi değildi. Fakat şuan Baruk’un ona çok ihtiyacı vardı. O yüzden şansını denedi: “Babam bugün bana iş kitledi ve sabahtan beri onarım ve yapım işleri ile uğraşıyorum. Hayır dede beni biliyorsun. Benim demircilikten çok sevdiğim bir şey yoktur. Ama bu kutlu günde eğlenmemek atalarımızın mirasına saygısızlık olmaz mı dede?” Maltan kendi milletinin değerlerine sahip çıkarken rasyonalitesini kaybederdi. Baruk bu yüzden dedesini kolay oltaya düşürebileceğinin farkındaydı. Daha önce benzeri taktiklerle babasının verdiği görevlerden sıyrıldığı olmuştu. İşin güzel tarafı ise babası, dedesinin dürtüsel bir mizaca sahip olduğu için Baruk tarafından manüpüle edildiğini asla şüphelenmemişti. Maltan söz konusu çok sevdiği torunları olduğu zaman agresif mizacından merhamet dolu mizacına hızlı bir şekilde geçiş yapabiliyordu. Tek erkek torunu Baruktu ve mesleğini devam ettiriyordu. O yüden favori torunu Baruk’a karşı ayrı bir zaafı bulunuyordu. Maltan sırtını Baruk’a karşı döndü: “Hadi kalk ayağa. Eğer baban olacak o pezevenk sana bir şey derse dedem işe el attı dersin.” Baruk elini sıkarak sevinç işareti yaptı dedesi tam arkasını dönerken bunu gözlemledi. Fakat görmezden geldi: “Fakat dışarda aynı bu şekil eğlenmediğine şahit olursam… O zaman seni elimden kimse alamaz. Hadi kaybol.” Baruk hızlı adımlarla dışarı doğru çıktı.


Onia halkı göçebe bir topluluktu. Bu yüzden çadırlarda kalmayı tercih ediyorlardı. İki kenti ana merkezleri olarak kullanıyorlardı. İnsanlığın topraklarının en doğusundan yer alan Ateka kenti ve Waal krallığının batısında yer alan Onner kenti ana iki yerleşkeleriydi. Genelde Ateka ve Onner arasında Altın ormanı adındaki ticaret yolunu kullanıyorlardı. İki toprak parçası birbirinden çok uzaktaydı ve aralarında farklı ülkeler bulunuyordu. Genelde barışçıl bir toplum olarak kabul gören Onia halkı geçimini ticaret ve hayvancılık sayesinde sağlıyordu.
-Kırmızı eldiveni giymiş olan adamdan acı dolu bir initli duyuldu. İyileşme süreci belli ki canını yakıyordu: “Hadi ama Stairz. Ülkemi bana anlatmanı istemiyorum. Lütfen biraz daha hızlı anlatabilir misin? Seni uzunca dinlemek isterdim. Fakat acı çekiyorum, pis kokuyorum ve yorgunum. Bunların üstüne uyanabilirler.” Stairz biraz bozulmuş gözüküyordu. Notaları birbirlerine karıştı. Odaklanamadı. Akışı bozuldu. Kafasını salladı. Tekrar anlatmayı denedi. Olmadı: “Efendim. Sanatım bölününce gerekli adımları atamıyorum. Bu hikayeyi bildiğim gibi anlatmam gerekiyor. Yoksa.” Baruk, Stairz’i yatıştırmaya çalıştı: “İstersen kendini toplayana kadar devam edebilirim. Atladığım detay olursa müdahale edersin. Sonuçta senin gibi büyük bir sanatçının izinden gitmek isteyen avamdan birisinin sahneyi tekrar çıkana kadar sıcak tutmasını isteyebilirsin. Kim bilir belki beni çırağın yaparsın.” Stairz’in neşesi azda olsa yerine gelmiş gibi gözüküyordu: “Tamamdır, ben müsaadenizle yüzümü yıkayıp hemen geliyorum.” Stairz odadan çıkınca Baruk arkadaşına geri döndü: “Tedavi süreci bitmek üzere. Geri kalanı anlatabilirim. Onun ne kadar hassas olduğunu biliyorsun. Üstelik olan olaylardan sonra daha da hassaslaştı. Şimdi birkaç gün çırağı gibi rol yapmam gerekecek… Ama canın sağ olsun. Durumu kurtarmaya çalışacağım.” Baruk, Stairz’in tekrar odaya girmesini bekledi. O sırada arkadaşının tedavisini tamamlamakla meşgul oldu. Sadece kırık bir diş kalmışken Stairz odaya tekrar girdi. Baruk istemsizce yağ çekmek zorunda kaldı. Fakat ses tonuna bunu yansıtmamıştı: “Ben anlatırken siz çalmaya devam ederseniz benim için onur olur.” Stairz duvara asmış olduğu telli çalgısını keyifle tekrar eline aldı. Baruk boğazını temizledi.-


İnsanlar oluk oluk meydana dolaşıyordu. Günün sadece iki etkinliği kalmıştı. İçimden tekrar küfür ettim. Babamın varlığını göz ucumla kontrol ettikten sonra onunla çok yüz göz olmamak için kalabalığa karıştım. İnsanlar yavaş yavaş meydanı dolduruyorlardı. Ablamı ve küçük kız kardeşimi kalabalıkta aramaya koyuldum. Beni tanıyan herkes yolda selam verdi. Hepsinin yüzüne güldüm ve yolda dövdüğüm zırhlar için teşekkür eden kalabalıktan bir şekilde sıyrıldım. Kardeşlerim bana kalabalık içerisinde el salladılar. Küçük olan kardeşimin yüzünde devasa bir gülümseme vardı… -Baruk kısa bir süre duraksadı. İstemese de çaydan bir yudum aldı- Her neyse yanlarına oturdum bana babamın işlerini bitirip bitirmediğimi sordular bende dedem ile olan olayları anlattım. Kahkahaya boğuldular. Akşam bir düello gösterisi olacaktı. Babamın gösteride yer alıyor olduğunu kardeşimden öğrendim. Fakat çokta şaşırmamıştım. Babam bence Onia’nın en güçlü iki üç savaşçısıydan biliydi. Genç bir asker olan Kvord ile karşı karşıya gelecektiler. Fakat ondan önce büyük sanatçı Stairz’in hikaye anlatımı gösterisi olacaktı. Kalabalıkta bir alkış patlaması duyuldu ve Stairz sahneye doğru çıkmaya başladı. (Bu kısmı Baruk yağ çekmek için söylememişti. Gerçekten Stairz’in hikaye anlatımı Onia halkı için çok keyifli bir etkinlikti.) Kalabalık arasında çeşitli uğultular duyulmaya başladı. Herkes kendi en sevdiği hikayesinin anlatılmasını diliyordu. O’nun yok oluşu, Ejderhalar çağının kapanışı, Filozof Genna’nın hikayesi, Kayıp Kral, Direniş… Onlarca hikaye sesi duyuluyordu. Stairz tabikide hazırlıklı gelmişti. Kuruluşun yıl dönümü için mükemmel bir hikaye seçmişti.

- Stairz anlatımı böldü: “İki yüce kralın mücadelesi… Şahsi olarak en sevdiğim iki üç hikayeden biriydi. 800 senelik mevcut düzenin son adımlarının şekillenme hikayesi.” Baruk’un yüzünde gülümseme belirdi: “Buyrun efendim sahne tekrar sizin” Baruk hikaye anlatımında çok iyi değildi. Bazı detayları hatırlamak ise onun canının yanmasına sebebiyet veriyordu. Tekrar iyileştirme işine dönebileceği için şükretti. Stairz’in kırgınlığı ise çabuk geçmişti. Sanırım çırak gibi rol yapmasına çok gerek kalmamıştı. Stairz tekrar istediği notaları iştahla çalmaya başlamıştı: “Evlat. Baban en iyi arkadaşımdı. Kusura bakma sana karşı dürüst olmam lazım. Sende yeteneğin zerresi yok. Kulaklarım kanadı. Efendiden sonra benim kulaklarımı iyileştir lütfen.” Baruk, Stairz’in üzülmemesi için uğraşından dolayı kendini pişman hissetti. Fakat insanların bu şekilde davranışlarına alışkındı. Umursamadı ve tedavi ettiği arkadaşının son kırık dişini büyüsüyle tekrar çıkardıktan sonra oturma pozisyonunu değiştirerek Stairz’i tekrar dinlemeye koyuldu. Çekilmez bir insandı evet. Yine de anlatımı keyif veriyordu. Stairz’in yüzünde mahcup bir ifade belirtdi: “Üzgünüm efendim o anı yaşadığım aklıma geldi. O hikayeyi nasıl anlattığımı tekrar canlandırmam lazım” Baruk’un arkadaşı kafasıyla onay verdi. Oda tekrar sükunete boğuldu. Sadece hoş bir melodi ve Stairzin tok sesi odada duyulan yegane sesler idi.-
O’nun yenilmesinin ardından tam 12 sene geçmişti. İnsan oğlunun ikinci büyük zaferinden sonra 12 koca sene kutlamalarla geçmişti. Ganimet bölüşülmüş insanlık refaha doymuştu. Sonrasında anarşi kendini yavaşça göstermeye başlamıştı. Çünkü üç kral arasında karar verirken anlaşmazlıklar ortaya çıkıyordu. Otoritede karmaşa hukukta gri alanlar doğururdu. Gri alanlar ise gittikçe büyüyerek anarşiye sebebiyet verirdi. Anarşide beraberinde yozlaşma getirirdi. Güçlü olanın zayıfı tükettiği bir çark oluştururdu. En azından yüce krallar buna inanıyorlardı.


İnsanlığın sekiz yüce kralı güneyliler ile savaşında tüm kuvvetleri ile destek vermişlerdi. Ta ki güneylilerin kralı kendi ordusuyla ortaya çıkıncaya kadar. Güneylilerin kralı, daha doğrusu eski kralı insanlığın felaketi olarak anılırdı. O düşmanlarının kalplerini durduracak kadar onlara korku salardı. Ejderhaların eski tanrı kralı Eglaht dışında hiç kimse onun karşısına çıkamamıştı. O gittiği yerlere ölüm getiriyordu. Bu sebeple yüce krallardan ancak üçü karşısında durabilmeye cesaret edebildi. Suyun kralı Ahtelos gücünü cesaretinden alıyordu. Denizlerin yüce dalgalarından bile korkmuyor onlara sözünü geçirebiliyordu. Malvin ise ölüme hükmediyordu. Ölüm onun ait olduğu yerdi. Gücünü merhametinden alırdı. Çünkü ölüm cani suçlulara, mazlumlara, hastalıktan kıvranan insanlara bile kapısını açardı. Onlara merhamet ederdi. Son olarak ise Vandamel. Yıldırımlara hükmeden Vandamel insan oğlunun en gururlusuydu. Gururu kibire dönüşeli çok olmuştu. Geri adım atmak ona yakışmazdı. Bu yüzden O’nun karşısında durabildi. Üç yüce kral gücünü birleştirdi. Savaş sırasında Ahtelos sağ kolunu kaybetti. Fakat güneyin kralını bu topraklardan temizlediler. Sonraki senelerde diğer yüce krallar kendi cesaretsizliklerinin bedeli olarak bu üç kralın hüküm sürmesini kabul ettiler. Bir meclisleri vardı fakat son sözü bu üç kral söylüyordu. 920 sene önce gerçekleşen bu savaş gerçekten büyük bir zafer sarhoşluğunu neden olmuştu. İnsanoğlunu zincirlemeye çalışan bir güç kalmamıştı. Halk zenginliğe doymuştu. Fakat suç oranları giderek artmaya başlamıştı. Düzensizlik başlıyordu. Mecliste 8 yüce kral tek bir yönetici olması gerektiği hakkında bir karar almak zorunda kaldılar. Bu kararnameye göre insanlar kendi krallıklarını kurabileceklerdi ve yüce kralların hüküm sürdüğü Avendoa şehri bu kurulan yeni krallıkların insanlığa zarar verebilecek bir olay olmadığı takdirde iç işlerine müdahil olmayacaktı. Son olarak ise yüce kralların oluşturduğu meclisin insanoğluna seferberlik çağrısı gönderme yetkisi bulunuyordu. Hem yüce krallar hem insanoğlu bu kuralları benimsediler. Geride halledilmesi gereken tek bir sorun kalıyordu. İnsanlığı kim yönetecekti? Seçim uygun görünen tek yoldu. Ahtelos diğer iki yüce kral kadar yönetime istekli veya uygun değildi. O bir savaşçıydı. Bir yönetici olmak ona sıkıcı geliyordu. Ne diğer iki kral kadar güçlüydü nede halk onu başta görmek istiyordu. Ahtelos bu sebeplerden ötürü yöneticilikten çekilme kararı aldı. İnsanoğlu kısa bir süre için ikiye bölündü. Malvin’i destekleyenler onun insancıl politikalarına saygı duyuyordu. Malvin insanlığa refah ve özgürlük vadediyordu. Vandameli destekleyenler ise kaygılıydı. İnsanlığın daha sert bir lidere ihtiyacı olacağını düşünüyorlardı. Çünkü her ne kadar güneyin eski kralı yenilmiş olsada güneyde bir tehdit vardı. Tehditler sadece güneyle sınırlı değildi. İnsanoğlu kısa bir süre içinde tekrar zayıf düşebilirdi.


Vandamel’in gözüne uyku girmiyordu. Farklı birisinden emir almak benliğine zarar verecekti. Bu yüzden bir plan yaptı. Malvin’in çok sevdiği ve insanlardan gizlediği bir sevgilisi vardı. Emae. Çok güzel ve zarif bir kadındı. Malvin’i savaş başlamadan çok önce etkilemişti. Yüce kralların evlenmesini veya çocukların olmasını engelleyen kadim kanun bulunuyordu. Yüce krallar ölümsüzdü. Bu yüzden çocuk sahibi olmaları yasaktı. Dünyanın dengelerinin değişmemesi için bu kural konuşmuştu. Vandamel bir gün yardım alarak gizlilikle yürüttüğü bir operasyon sonucunda Emae’yi öldürdü. Sonra meclise Emae’nin hamile olduğunu söyledi. Malvin’i kadim yasayı çiğnemekle suçladı. Meclisteki birçok kişi bu suçlamalara inanmadı fakat Emae’nin cesedinde kül bile kalmamıştı. O yüzden herhangi bir delil bulunamadı. Malvin öfke ile dolmuştu. Kendini aklamak için Emae’yi diriltip konuşturabilirdi. Fakat hükümdarlık umrunda değildi. Sadece Emae’nin canlı gözlerinin içine bir defa bakmak istiyordu. Vandamel, Malvin’in rasyonel davranamayacağını önceden kestirmişti. Fakat ona düello teklif edeceğini asla hayal etmemişti. Seçim bu sebeple iptal oldu. Ortak tek bir karar vardı. Düellonun galibi suçsuz sayılacaktı. Kanun ona itaat edecekti. Sonra büyük gün geldi ve insanoğlunun en güçlü 2 yüce kralı Avendoa’nın büyük arenasında karşı karşıya geldiler. Vandamel galip olan taraf olmuştu. Malvin’i bağışladığını ve onun büyük bir savaşçı olduğunu söyledi. Mecliste hala söz sahibi olabileceğini belirtti. Fakat emrine herhangi bir kişi verilmesini ve toprak almasını yasakladı. Böylece İnsanlığın çağı başlamış oldu.
Kalabalıktan ağlama sesleri, alkış sesleri ve bağrışma sesleri duyuldu. Fakat Vandamel’e kimse hakaret etmeye cesaret edemedi. Aslında Vandamel yönetimi boyunca çokta iyi iş çıkarmıştı. Neredeyse her insan ona karşı saygı ve korku beslerdi. Hataları olmuştu. Fakat sonuçta bir insandı. İnsanlığın doğasında hata yapmak vardı. Bu yüzden onu benimsemişlerdi. Herkesin neşesi gayet yerindeydi. Baruk ile göz göze geldim. Ona gülümsedim. Neşeli gözüküyordu. Kader biraz tuhaf işliyor. Sanki sonraki birkaç haftayı beraber geçireceğimizi sezmiştim. Her neyse. Kurulmuş olan ufak sahnede tüm gözler üzerimdeydi. Bir sonraki organizasyon için ufak bir mola verilmişti. Sunuculuk görevi bendeydi. Bekledim. Çalgımın üstündeki tozları almaya başladım. Ganot’u bir süre göremedim. Rakibi onu gergin bir şekilde bekliyordu. Sonra sahneye 2 metreye yakın boylarda saçsız altın kaplamalı zırhlı bir savaşçı emin adımlarla yürümeye başladı. Her adımında sanki yer sarsılıyordu. Omuzları iki insanın genişliğindeydi. Yüzünde boydan boya bir yara bulunuyordu. Bu silah arkadaşım Ganot’tan başka birisi değildi. Sayısız savaşta beraber savaşmıştık. Benim büyü yeteneklerim ve çevikliğim olsa bile onun saf gücü ve devasa savaş balyozunun yanında hiçbir şeydi. Yüzünde gergin bir ifade vardı. Uzatmış olduğum eli sıktı. Elim neredeyse un ufak olacaktı. Sonrasında benden müsaade istemeden kürsüde önüme geçti. Ses tonu tüm Onia’lıların içini titretmişti. Sanki bir dağ konuşuyordu: “Bugün bu dövüş olmayacak!” Kalabalıktaki herkes şaşkına dönmüştü. Fısıltılar ve homurdanmalar… Ganot bu genç rakipten elbette korkacak değildi. Bu işte bir bit yeniği vardı. Devasa savaş balyozunun sapını yere vurdu. Sonrasında kalabalığı susturdu: “SESSİZLİK!” Herkes suspus olmuştu. Tüm odak Ganot’un üzerindeydi. Ganot genelde bu tarz konuşmalara alışkın değil gibi gözüküyordu. Fakat acelesi vardı: “Herkes silahlansın. Yola çıkıyoruz. Birisi yerimizi söylemiş. Aramızda bir hain var. Onun kim olduğunu eğer bulursam. Eğer elime geçecek olursa. Onu bir güzel…” Ormanın içinden bir ok vızıldaması duyuldu. Sonrasında bir çığlık sesi yankılandı. Bu çığlık aynı bir gök gürültüsü gibi yaklaşan yıldırımın habercisiydi. Büyük bir olay patlayacaktı. Herkes paniğe kapılmıştı. Ana karargah saldırı altındaydı. Ganot’un endişesinden saldıran tarafın az kişiyle gelmediği anlaşılıyordu. Bekçiler öldürülmüştü. Onia’lılar çember pozisyonu almış 360 derece etrafını kontrol etmekteydiler. Birkaç asker ise vekil lideri uyandırmaya gitmişti. Vekil lider kral öldükten sonra 3 sene boyunca Oni’alılara öncülük etmişti. Devasa siyah bir çadırda kalıyordu. Vaktini çoğu zaman planlama veya uyku ile geçiriyordu. Kutlamaların sonunda bir konuşma yapacaktı onun için dinlenmesi gerekiyordu. Günde 3 saat uyku uyuyabilirse kendini şanslı sayıyordu. Vekil lider Onia için mürit olmayı reddetmişti. Toprak yüce kralı Lerahhata ona müritlik teklifinde bulunalı tamı tamına 4 sene geçmişti. Onia halkı her ne kadar endişeli olsada onun varlığını hatırladıkça rahatlamaya başladı. Ağaçlar arasında bir hışırtı duyuldu. Okçular o yöne doğru oklarını hazırladılar. Sonrasında Onia’lı bir asker endişesinden dolayı yayını germeyi sürdüremedi. Ok havada süzülmeye başladı. Geri kalan askerlerin birçoğu ilk ateşten sonra kendi yaylarını germeyi bıraktılar. Oklar çığlık sesleri çıkartıp yağmaya başladılar. Sonrasında bir sessizlik oluştu. Sonra tekerlek sesi duyuldu. Ahşaptan yapılmış olan üstü açık bir at arabası ağaçlardan yokuş aşağı yuvarlanmaya başladı. Yolda bir taşa takılıp yönünü şaşırdı. Sonrasında tepe taklak oldu ve üzerindeki etler yere düştü. Tahta at arabasının üzerinde bağlı bir düzine ölü asker vardı. Ağızları bağlanmıştı. Yüksek ihtimalle ölümlerine kendi askerleri sebep olmuştu. Okçular tereddüte kapıldı. Kısa bir süreliğine Onia’lılar dikkat dağınıklığı salgınına yakalandılar. Sonrasında ormanın içinden tekrar bir hışırtı duyuldu. Okçuların yaylarını gerecek vakitleri bulunmuyordu.


At arabasının fırlatıldığı ağaçların bölgesine çokta uzak olmayan bir bölgeden bir ışıltı gözüktü. Işıltı açık gri renkte olan ağır bir zırhtan geliyordu. Ağır zırhın sahibinin boyu Baruk’un babası Ganot’tan çok az daha kısa olsa da omuzları Ganot gibi ihtişamlı bir savaşçının bir buçuk katı kadar genişti. Vücudu insansı durmuyordu. Her bir zerresinde ayrı bir kas bulunuyordu. Boynunda çıkan damarlar çok belirgindi. Kırmızı düz ve uzun sayılabilecek saçları adım attıkça daha da seçilebilir oldu. Saldırının başındaki isim evet. Waal’ın üç generalinden biri olan Samdol Earz idi. İki elinde boy olarak kısa fakat keski yeri geniş iki uçlu baltalar bulunuyordu.

Sırtında aynı baltadan bir tane daha vardı ve çaprazlama asılı duruyordu. Yere tükürdü. Kalabalığa baktı. Birçok kişi silahını çekmiş olmasına karşın ileri adım atamadı. Donup kalmışlardı. Muhtemelen herkes ailesini ve kalan hayatını düşünüyordu. Fakat korkunun ecele faydası yoktu. Kalabalıktan Baruk’un yaşlarında üç genç Samdol Earz’e doğru koşmaya başlayıp nara attılar. Samdol sol eliyle arkasına doğru dur işareti yaptı. Sonra iki elinde bulunan baltalarını biraz daha yükseğe kaldırdı. Kan kokusu alıyordu. Yüzünde çarpık bir gülümseme belirdi. Gençler ona yaklaştılar. 10 adım kala Samdol sağ elinde bulunan geniş baltasını bir insanın sınırlarını aşan bir güçle fırlarttı. Balta döndü ve gençlerin birinin omzuna isaber etti. Samdol bir yırtılma sesi duydu ve yere düşen kolu memnuniyet ile izledi. Oluk oluk kan akıyordu. Ağlama ve çığlık arası bir yakarış meydana yayılmıştı. Kalan iki genç kaçmaya bile cesaret edemediler donup kaldılar. Samdol o kadar hızlı adımlarla yanlarına geldi ki kimse bunun olabileceğini zihninde canlandıramamıştı. Cüssesine göre inanılmaz bir hızı vardı. Sol elinde bulunan baltasını yataylama bir şekilde savurdu. Kolu sağlam olan gençlerden biri kılıcıyla savunmaya çalıştı. Fakat kılıcı ve belinden yukarısı tek bir darbe ile ikiye ayrılmıştı. Organlar havaya uçuştu. Kolu kopan genç kansızlıktan yere yığılmıştı. Geriye kalan tek savaşçı diz çöküp ağlamaya başlamıştı. Elinden hiçbir şey gelmeyecekti. Bu durumu kabullenmişti. Samdol fırlatmış olduğu baltasının yanına sol elinde bulunan baltasını da bıraktı. Ağlamakta olan gencin yakasından tutup bir tüy gibi havaya kaldırdı: “Sen baltalarımla ölmeyi hak etmiyorsun.” Sesi şeytaniydi. Muazza bir güçle kafasını gencin burnuna vurdu. Burnu kırılan gencin dişlerinden birkaçı dökülmüştü. İki kez daha aynı vuruşu tekrarladı. Gencin yüzü tanınmaz hale geldi. Cesedini bir tüy gibi kendi sağında bulunan ufak bir taşın üstüne fırlattı. Baltalarını geri aldı. Kalabalığı süzmeye başladı. Memnuniyetsizlikle başını salladı. Ganot’a baltasının ucunu doğrulttu. Bu bir savaş çağrısıydı. Saçsız başından ter damlaları dökülen Ganot elinden geldiği kadar cesur durmaya çalıştı. Onun tek bir geri adımı Onia’lıların sonunu getirebilirdi. Bir düşman güçlü olabilirdi fakat korkmak ona hiç karşılık vermemeyi doğurabilirdi. Hiç karşılık vermemek ise bir soy kırıma sebebiyet verebilirdi: “Herkes kalksın ayağa haydi. Merkezde ben olacağım. Bu kızıl saçlı orospu ile işim bitince bana o kendi parasını vermek için yalvaracak. Engibar sen sağ kanat sende. Kendi birliğini hazırla hadi. Stairz sende sol kanadı al. İşimiz bitince sana güzel bir hikaye konsepti vermiş olacağız… Onia’lılar bugün kuruluş yıl dönümümüz. Birkaç pis Waal’lının eğlencemizi bozmasına izin vermeyelim. Bunlar pirinç yetiştirmekten başka bir işe yaramayan kadın kılıklı insanlar. Bizim kadınlarımız eminim 3 Waal’lı gücündedir. Korkuya kapılmayınız. Hadi özgür insanlar. Hadi.” Kalabalık etkilenmişe benziyordu. Daha düzenli bir ordu şeklinde görünüme sahip olmaya başlamışlardı. İnsanların içinde ateş yanmaya başlamışlardı. Kırmızı saçlı adamla karşılaşmadıkları sürece korkmaları gerekmiyordu.


Samdol Earz askerlerin sevinç naralarını ve coşkusunu kuvvetli bir ıslıkla söndürmüştü. Islığı çaldıktan sonra Waal askerleri akın akın ormanın derinliklerinden çıkmaya başlamışlardı: “Canlı bırakmayın. Ortada bulunan çocukları ve kadınları korumaya çalışıyorlar. Askerleri öldürdükten sonra benim beğenmediğim herhangi bir kadın ile beraber olabilirsiniz. Arzuladığım kadında sizin pis uzvunuzun kokusunu duymak istemiyorum.” Waal askerlerinin sayısı Onia’lıların neredeyse iki katıydı. Bu planlı bir baskındı. Ganot haklıydı. Aralarında bir hain bulunuyordu. Çarpışan demir sesleri meydanda yankılandı. İnsanlar bir bir ölüyorlardı. Waal askerleri ve Onia askerleri… Ortalıkta sadece kan vardı. Ölü olunca hepsi eşitti. Savaş alanına bir kaos hakim oldu. Bu Onia’lılar için olumlu bir haberdi. Karşılık verebiliyorlardı.
-Baruk eliyle başını tuttu. Alnını sıvazladı: “Üzgünüm. Stairz saygısızlık etmek istemem ama. Midem bulanmaya başladı. Biliyorsun ya.” Stairz başını anlayışla salladı. Bu sefer hikayesi yarım kaldığı için kendini kötü hissetmedi. Baruk artık onun için bir evlat gibiydi. Baruk kısık bir ses tonuyla arkadaşına seslendi: “Ben biraz uyuyacağım. Kusuruma bakmayın. Yarın görüşme hakkında detayları dinlemeyi isterim. Sessizce odadan çıktı. Kapıyı yumuşak bir şekilde kapattı. Stairz ve kırmızı eldivenini çıkarmış olan adam Baruk’un kardeşlerini ve annesini Waal’lı askerlerin katletmiş olduğunu biliyordu. Bir kardeşini atla ezmişler ötekisini mızraklamışlardı. Stairz çayını yeniledi. Çayı çok sıcakken içmeyi sevmezdi. Hikayeyi anlatmayı bitirince çayının istediği sıcaklığa ulaşacağını hayal etti. Yine de çok ufak bir yudum aldı. Dilinin ucu hafifçe yandı. Telli çalgısını eline aldı ve melodisini değiştirdi. Daha hızlı ve absürt bir melodiydi bu.-


Herhangi bir kavganın sonucunu belirleyebilecek onlarca değişken vardır. Güç, uyku, motivasyon, dikkat, dayanıklılık, hız, açlık. Herhangi bir çatışmada ise değişkenler daha da artar. Çünkü insan sayısı çok daha fazladır. Kullanılan silahlar, askerlerin tecrübesi, açlık durumu, büyücülerin ve antitez kullanıcılarının sayısı ve kalitesi… Fakat büyücülerin olmadığı bir çatışmada iki tane çok kritik faktör vardır. Bunlar matematik ve moraldir. Onia kampında 850 kişi vardı. Samdol Earz’ın komutasında ise bu sayı aşağı yukarı 1000 kişinin üstündeydi. Daha kaliteli silahları bulunuyordu. Ormanlık alana herhangi bir atlının girmesi çok mümkün değildi. Matematik olarak Waal ordusu öndeydi kısacası. Samdol Earz bu avantajın farkındaydı ve morali de yok etmek istiyordu. Kimse onun karşısına geçememişti. Bu yüzden rüzgar onun tarafına esmişti. Waal askerleri bu sebepten ötürü kendilerini daha kudretli hissediyorlardı. Yine de Onia halkı canını korumaya çalışıyordu. Kapana kısılmışlardı. Kapana kısılmış bir canavardan tehlikeli hiçbir şey yoktu. Çünkü yaşamdan daha önemli kaybedecek herhangi bir şeyleri yoktu. Samdol bunun farkındaydı. Tecrübeli komutan Onia’nın 5 meşhur savaşçısını hedef alıyor olduğu çok barizdi. Ganot, Nebu, Stayr, Engibar ve ben… Kendine bir hat oluşturup o hattı yararak meşhur savaşçıların üzerine geliyordu. Yolda önüne çıkan her bir askeri Waal’lı veya Onia’lı fark etmezsizin güçlü balta darbeleriyle yok ediyordu. Tek vuruşta kimisinin kafasını alıyordu kimisinin bacağını kopartıyor kimisini ise gövdesinden ikiye ayırıyordu. Zırhı neredeyse kıpkırmızı olmuştu. İlk önce sağ kanadı hedef almıştı. Waal ordusu bu sebepten ötürü sol kanat ve merkezden büyük kayıplar vermişti. Sağ kanatta komuta Engibar’da bulunuyordu. Baltalarıyla yolunu çok rahat açan Samdol Earz Engibar’ın karşısına geçince silahlarını kınına yerleştirdi. Engibar iki kısa sayılabilecek mızrak kullanıyordu. Çıplak eliyle Engibar’ın saldırısını yakaladı ve mızrağının tekini ondan kurtardı. Kurtardığı mızrağı Engibar’ın ağzına soktu. Ağızdan giren mızrak Engibar’ın kafasının arkasından çıkmıştı. Onia’nın sağ kanadı paramparça olmuştu. Sonraki hedef olarak en yakındaki kişi olan Ganot’u seçmişti. Ona yardım edebilecek bir konumda bulunmuyordum. Ganot devasa balyozu ile savaş alanında dehşet saçmaktaydı. Ona güvenim tamdı. Devasa cüssesi yüzünden biraz daha çabuk yoruluyordu. Kullandığı silahta onu gitgide yavaşlatıyordu. Samdol savaş alanını hızla yarıyordu. Enerjisini koruması gerekiyordu. Saçsız başından terler boşanıyordu. Top sakalı onu rahatsız etmeye başlamıştı. Altın kaplamalı zırhında ise ne bir çizik ne bir kan lekesi bulunuyordu. Çünkü rakiplerini ezerek yok etmekteydi. Samdol çok kalın bir sese sahipti. Fakat yine de sesi Ganot’un ki gibi yetişkin tokluğuna sahip değildi. Sanki dev bir çocuk konuşuyordu: “Hey ufaklık. Seninle oynamaya geliyorum.” 20 adım mesafe kalmıştı. İki Onia’lı askeri baltalarıyla biçti: “Saçın gözümü kamaştırmaya başladı… Ganooooot.” 15 adıma kadar mesafe inmişti. Kaçmaya çalışan bir askerin kafasına yukardan bir darbe indirdi. Kafasıyla beraber göğüs kısmı askerin ikiye ayrıldı etrafa kanlar fışkırıyordu. Samdol geçtiği yerlerde ufak çaplı bir gölet oluşturuyordu. “Canını çok yakmayacağım güzel kız gel buraya.” Mesafe 10 adıma indi. Sonra ise 5. Kimse Samdol’un yanına yaklaşamıyordu. Sonunda büyük kapışma başladı. Samdol zafer sarhoşluğu içerisindeydi. Engibar onu hiç zorlamamıştı. Ganot’un seviyesini de aşağı yukarı Engibar gibi görüyordu. Bu büyük bir yanılgıydı. Gardı açıktı. Ganot balyozunu yerde sürüdü ve sonra hafif bir ivmelenerek iki elle tuttuğu balyozu gülle fırlatır gibi döndürerek saldırdı. Dev balyoz Samdol Earz’ın karnıyla göğüs kesişimine ulaştı. Samdol darbe ile irkildi. Gözleri açıldı ve üç adım uzakta bulunan bir kayalığa doğru uçtu. Sırtı kayalığa çarptı. Güm diye bir ses duyuldu. Sonra Onia’lı askerler savaş naraları atmaya başladılar. Samdol yavaşça düştüğü yerden ayağa kalktı. Yere tükürdü. Tükürüğünde kan vardı. Normal bir insan bu darbeden sonra ayağa kalkamazdı. Bir at bu darbeden sağ çıkamazdı. Yetişkin bir fil ise yere kapaklanmak zorunda kalabilirdi. Samdol da ise ufak bir yara oluşmuş olmalıydı. Gözleri öfke ile parlıyordu. Dayak yemeye çok alışkın değildi. Burnundan soludu ve bağırmaya başladı. Oyuncağı alınmış dev bir çocuk gibiydi. Öfkeliydi ve tahmin edilemezdi. İki baltasını da eline aldı ve Ganot’un üzerine sıçradı. Ganot balyozunun yukarı ucunu sağ eliyle aşağı ucunu sol eliyle tutuyordu. Üstten gelen darbeyi karşılamak için savunma pozisyonu almıştı. İki balta balyozun demir olan uçlarına vurdu. Balyozun demir ucu çok hafif bir şekilde yamulmuştu. Ganot’un ayakları ise kendi ağırlığı, zırhın ağırlığı ve Samdol’un darbesinin ağırlığını taşıyamamıştı. Hafif bir şekilde çatlamış olmalıydı ki Ganot’tan acı çektiğini gösteren bir inleme duyuldu. Gözü hafif yaşaran Ganot bunu saklamak için saldırdı. Yataylama sağdan gelen darbeyi Samdol iki baltasıyla karşı darbe vurarak yavaşlattı. Ganot ise vakit kaybetmeden terse doğru ivmelenerek soldan yataylama bir darbe ile karşılık verdi.


Fakat Samdol’un darbeden sıvışacağını hesaplamamıştı. Darbesi boşluğa düştü ve dengesini kaybetti. Samdol ise adımını Ganot’a doğru attı. Çok yakındı. Ganot ölmek üzereydi. Balyozunu bıraktı. Eski silahına güvendi. Tekmesi. Düz bir tekme ile Samdol’u itmeye çalıştı. Karın boşluğuna vurdu. Samdol etkilenmişe benzemiyordu. Yine de dikkati dağıldı. Ganot fırsatı değerlendirdi. Daha da yaklaştı. Boynunu iki eliyle kavradı ve Samdol’a kafa attı. Samdol’un burnu kanamıştı. Vücudu yere doğru hareket aldı. Onia’lılar sevinç çığlıkları atıyordu. Savaş dengelenmiş gibiydi. Fakat Samdol geriye düşen vücudu ile ivme kazanmıştı. Kuvvetli bir kafa darbesiyle karşılık verdi. Ganot’un sürati kan içinde kalmıştı. Kalabalık sessizleşti.Ganot darbenin şiddetiyle sarsıldı. Belinde bulunan kamasını çıkardı. Çaresizdi. Samdol’un gözünde kırmızılıklar vardı. Öfkeden gözü dönmüştü. Baltalarını kaldırdı. Ganot kaması ile korunmaya çalıştı. Bu nafile bir çabaydı. Balta darbesi yukarıdan indi. Kamayı parçalara ayırdıktan sonra Ganotun sol omzunu yardı. Vücudu ve zırhı sayesinde darbe onu tamamen yarmasa da, akan kan çoktu. Savaş dışı kalmıştı. Samdol diğer elindeki baltasını kaldırdı ve Ganot’un işini bitirmek için hamlesini hazırladı. Fakat havada bir at kadar hızlı Samdol’un yarısı kadar boyutta olan bir kaya parçası ona çarptı. Samdol geriye savruldu. Onia’lıların gözlerinden yaşlar geliyordu. Sonunda o savaşa dahil olmuştu. Büyük siyah çadırın girişi dalgalandı. Bir avuç kalınlığında uzun kılıca sahip bir adam çadırdan dışarı doğru çıktı. Esmerdi. Kıvırcık kısa saçları vardı ve ortalama boylardaydı. 38 yaşında olan Nebu çok yakışıklı biri değildi. Fakat ciddiyeti yüzünden doğal bir karizması vardı. Komik bir aksanı vardı: “Uykumu bölen şey bu çirkin şey mi? Onu annesi bile sevmez. En iyisi toprağa gömelim de yüzünü kimse görmek zorunda kalmasın.” Böylece Onia’nın şampiyonu savaşa dahil olmuştu. Waal askerlerini korku saldı. Aralarında Samdol dışında bir antitez kullanıcısı bulunmuyordu. Kurtun aralarına girmiş olduğu bir koyun sürüsü gibiydiler. Karşılarında eski bir mürit vardı. Ganot, Engibar… Nebu yanında onlar bir hiçti. Onu durdurmak çok mümkün değildi. Dua etmekten başka şansları yoktu.


Samdol yere tükürdü. Bu sefer tükürüğünde kan bulunmuyordu. Waal ordusunun kaderi onun ellerindeydi. Beynini kullanması gerekiyordu. Bu çok başvurduğu bir yöntem değildi. Daha önce büyücüler ile birçok kez karşılaşmış olsa da eski bir mürit çok tehlikeli bir rakipti. Nebu’nun acelesi yoktu. Gözaltı torbaları şişikti. Başında hafif bir ağrı vardı. Nefes almak ona güç geliyordu. İçinde bir tiksinti duygusu vardı. Birkaç saat daha uyumak için mal varlığının onda birini bırakabilirdi. İsteksizdi. Waal askerlerinin birçoğu donum kalmıştı. Samdol ise kafasında bu karşılaşmanın senaryolarını defalarca geçirmişti. Fakat pratiğe hangi planı geçirmeliydi bilmiyordu. Eli ayağına dolaşmıştı. En iyisi ilk aklına geleni yapmaktı. Üzerine doğru koşmaya başladı. Nebu devasa kılını yere sapladı. İlk başta kılıcın onda biri anca toprağa girmişti. Sonrasında nebu kılıcın üstüne doğru ağırlığını bıraktı. Kılıcından destek aldı ve doğruldu. Gözlerini kapadı. Gök gürültüsü sesi duyuldu. Fakat bu ses yerin altından gelmişti. Waal askerleri şok geçiriyordu. Samdol Earz durumun vehametinin farkına varmıştı. Başta kendisi sonra askerler, sonra kral, herkes… Bir müridi çok hafife almışlardı. Büyük bir tehditti. Samdol yaptığı hesap hatasının farkına varmıştı. Hatanın neresinden dönülse kardı. B planını devreye sokmalıydı: “ASKERLER GERİ ÇEKİLİN!” Yer kaymaya başlamıştı. Waal piyadelerinin zihni komuta uymak istiyordu fakat ayakları gelen emri reddediyordu. Bir gümbürtü sesi daha duyuldu. Bu sefer ses daha yüksekti.

Yerde ağaç köklerine benzer yarıklar oluşmaya başlamıştı. Her bir yarık oluşunca ufak gümbürtü sesleri ortaya çıkıyordu. Gümbürtü sesleri kesilmeye başladı. Askerlerden birkaçı kendine gelmişti. Ağaçların arasına kaçmaya başladılar. Ağaçlar güvenli alandı. Bir toprak büyücüsü canlılara hükmedemezdi. Fakat birçoğu çok geç kalmıştı. Yerdeki yarıklardan çıkan yüzlerce dikit Waal askerlerine terör estirmeye başlamıştı. Dikitler ortalama bir avuç genişliğinde ve bir insan boyutundaydılar. Gözle seçilmesi zor bir bir hıza sahiptiler. Dikitler Onia askerlerini ıskaladı. Waal’lıların birçoğunun ise bir mızrak gibi içinden geçti. Çevik olanlar bu saldırıdan kurtulabildiler fakat yine de aralarında bacağını veya uzuvlarını kaybedenler vardı. Samdol kendini ölüme yakın hissediyordu. Fakat bu iş için özel olarak o seçilmişti. Çünkü o bir antitez kullanıcısıydı. Bir büyücünün yeteneklerini ancak o sınayabilirdi. Büyü saldırılarına karşı bir üstünlük durumu mevcuttu. Askerlerden hayatta olanların büyük bir kısmı ormanlara kaçmayı başarmıştı. B planının ikinci kısmını devreye sokmak için tam vaktiydi. İşlerin buraya gelebileceğini ön görmüştü. Fakat bu kadar hızlı bu kararı alabileceğini düşünmemişti: “Atalar… Atalar öldürün.” Ata askerleri Samdol’un özel birlikleriydi. 300 kişiden oluşan bu birlik yetim askerlerden oluşuyordu. Bu yüzden ata adı onlara konulmuştu. Anneleri veya babaları bulunmuyordu. Evlenmeleri yasaktı. Sadece savaşmak için özel olarak Samdol tarafından tercih edilmişlerdi. Duyguları senelerce süren acımasız antremanlar sonucunda köreltilmişti. Kurt kafası miğferler dışında herhangi bir zırh taşımıyorlardı. Samdol’dan başka hiçbir şeyden korkmuyorlardı. Samdol baltalarını daha sıkı tutmaya başlamıştı. Nebu’yu test etmek istiyordu. Geniş baltalarından tekini büyük bir hızla Nebu’ya doğru fırlattı. Nebu uzaktaydı. Fakat balta Nebu’ya yaklaşana kadar hızını kaybetmedi. Hatta aksine hızlanarak ivme kazandı. Nebu istifini bozmadı. Kılıcını topraktan yavaşça çıkardı. Burnu kaşınmıştı. Burnunu kaşıdı. Eliyle yere doğru dokundu. Baltanın geldiği doğrultuda kendinin beş adım ilerisine topraktan bir set oluşturdu. Balta Topraktan seti parçaladı. Etrafa toprak parçalarının saçılmasını sağlayan balta ivmesini kaybetmişti. Yolundan saptı ve yere saplandı. Samdol gülümsedi. İçinde yükselen heyecanı hissetti. Kendinden güçlü bir rakiple savaşmayalı uzun zaman geçmişti. Sırtında bulunan baltasını boşta olan eline aldı. Süratle Nebu’ya doğru koşmaya başladı.


Onia ordusu Ata askerlerine karşı direnemiyordu. Samdol Waal krallığının en fazla sefere çıkan komutanıydı. Bunun sebebi Samdol’un Waal krallığının dış işlerinden sorumlu olan generali olmasıydı. Ata askerlerinden birliğe katılan en yeni asker bile 10’dan fazla kez sefere çıkmıştı. Vicdanlarını çoktan kaybetmişlerdi. Ölüme ise alışmışlardı. Onia ordusunda ise deneyimsiz çok asker vardı. Sivillerde savaş meydanındaydılar. Onia’lılar kendi eşlerini ve çocuklarını korumak ile savaşmak arasında ikilemde kalmışlardı. Fakat Ata askerlerinin tek gayesi vardı. Oda öldürmekti. Nebu yerdeki kaya parçalarını kontrol edip bir araya getirip top mermisi büyüklüğünde yeni kaya parçaları oluşturuyordu. Elleriyle bu oluşturduğu kaya parçalarına uzaktan komut verip üzerine saldıran Ata askerlerinin üstüne fırlatıyordu. 12, 13, 14, 15… Nebu’nun kaya gülleleri ata askerlerini parçalayıp geçiyordu. Fakat tuzağa düşmüştü. Samdol’un yanına yaklaşlığının farkına varamadı. Hazırlıksız yakalandı. Samdol iki baltasını sıkıca tutarak sıçradı. Nebu’nun yapabileceği tek şey vardı. Devasa kılıcını yataylama bir şekilde savurdu. Metaller birbirine çarptı. Nebu ve Samdol sarsıldı. Efsaneler göre bir antitez kullanıcısı ile bir büyücü karşı karşıya geldiklerinde birbirlerine karşı üstünlükleri yok oluyordu. Nebu’nun toprak manüpülasyonu Samdol üzerinde işe yaramazdı. Üzerine yolladığı bir kayayı balta darbeleriyle ekmek gibi kesebilirdi. Nebu ise Samdol’un insanüstü gücünden etkilenmiyordu. İkisi arasındaki bu kavgayı ancak daha iyi silah tutan kazanabilirdi.
Sarsılmanın etkisinden daha önce kurtulan Nebu olmuştu. Çünkü Samdol kadar kontrolsüz bir darbe savurmamıştı. İleriye doğru yere sert bir adım attı. Ufak toprak parçaları havaya süzüldü. Samdol’un görüş alanı kapandı. Nebu fırsattan istifade yatay bir kılıç darbesi daha savurdu. Fakat Samdol Earz deneyimli bir savaşçıydı. Önsezileri güçlüydü. Darbeden refleksiyle sıyrıldı. Fakat omzunda derin bir çizik oluşmuştu. Kanıyordu ve geri adım atmıştı. Kendinden tiksindi. Yere tükürdü. Baltalarını tekrar havaya kaldırdı. Çıldırmış gibiydi. Tekrar Nebu’nun üstüne atıldı. Nebu yukarıdan gelen ilk darbeden kolaylıkla sıyrıldı. Samdol Nebu’nun sol tarafına saldırdı. Nebu bu darbeden daha kolay sıyrılmıştı. Samdol’un öfkesi katlandı yukardan bir darbe daha ile saldırdı. Nebu topraktan bir set oluşturdu. Balta darbesi topraktan seti tekrar parçalara ayırmıştı. Samdol etrafına bakındı. Nebu’nun nerede olduğunu tam seçememişti. Arkasını döndü. Üzerine kayalardan oluşmuş top güllelerini balta darbeleriyle savuşturdu. Dört top güllesinden ilkinden sıyrıldı. Geri kalan hepsini baltasının darbeleriyle paramparça yaptı. Sonunda Nebu’yu bulabildi. Ona saldıran ata askerlerine topraktan top gülleleriyle saydırıyor ve onları paramparça yapıyordu. Samdol’un toparlandığını gören Nebu kılıcına sarıldı. Ona saldırmakta olan Ata askerlerinin ayaklarının çevresindeki toprak parçalarının sıkılaşmasını ve ayaklarını tutmasını sağladıktan sonra dev kılıcıyla sakin bir şekilde onları biçti. Samdol kadar kuvvetli olmadığı için oluşturduğu kesikler narindi ancak bir o kadarda ölümcüldü. Nebu vücudunu kaya ile kapladı. Sadece yüzü açıkta kalmıştı. Boştaki eli olan sol eliyle Samdol Earz’in karın boşluğuna doğru yumruk salladı. Samdol sarsıldı fakat etkilenmedi. Nebu’nun kaya ile kaplı sol elini balta darbesiyle kesildi. Toprakla kaplı uzuv yere düştü. Fakat hiç kan çıkmadı. Bu bir yanıltmacaydı. Nebu gerçek kollarını vücuduna yapışık tutmuştu. Nebu vücudunu kaplayan kaya yığınını serbest bıraktı. Kayalar ufalanıp yere düştü. Kılıcını yere sapladı. Sağ avuç içini Samdola doğru uzattı. Sağ tarafındaki toprak yığını hareketlendi. Birbirlerine çekildi ve hızla şekil almaya başladı. Üç insan büyüklüğünde dev bir ele dönüşen toprak yığını Nebu sağ elini sıkınca yumruk şekline kavuştu. Nebu boşluğa doğru düz bir yumruk attı. Sağ ön çaprazında yer alan topraktan dev el hareketini tekrarladı. Topraktan oluşan bu yumru samdolun tüm vucudünü kapladı ve onu geriye doğru itti. Samdol darbeyi baltalarıyla savunmaya çalıştı. Fakat saldırı bununla sınırlı değildi. Nebu sol elinide kaldırdı ve ikincil bir topraktan el inşa etti. Ard arda dev yumrukları kontrol edip sırasıyla Samdol’un üstüne saldırmaya başladı. Samdol’un savunma pozisyonunu korumaktan başka şansı yoktu. Nebu ona atılan okları çevresindeki toprağı manipüle ederek saptırıyordu. Ona yaklaşan askerler ise yerden çıkarmakta olduğu kaya dikitleri tarafından biçiliyorlardı. Samdol’un vücudu ard arda gelen darbeler sebebiyle yıpranmaya başlamıştı. Normal bir insanin böyle bir saldırının tekinden bile sağ çıkması mümkün değildi. Ümidini kaybetmişti. İki baltasını aynı anda var gücüyle Nebu’ya doğru fırlattı. Dua etti. Hiçbir şey göremiyordu. Göz kapaklarından gelen kan görüşünü tamamen yok etmişti. Zaman durdu. Ölümü kabullendi. Fakat sonra bir inleme sesi duydu. Fırlatmış olduğu baltalardan teki Nebu’nun sağ parmağını koparıp götürmüştü. Bir müritten kan almayı başarmıştı. Gülmeye çalıştı. Ciğerleri ona hayır dedi. Bir miktar kan kustu ve diz üstü düştü. Gözlerindeki kanı temizledi. Şans... Bir müride karşı elimde olan tek koz bu. Diye düşündü. Zarlar atılmıştı. Ona dokunabilmişti. Moral kazandı. Karşısındaki kişi bir ilah değildi. Nebu çektiği acı sebebiyle büyü gücüne tam olarak hakim olamıyordu. Yerden rastgele dikitler çıkarmaya devam etti. Samdol’un bulunduğu yarıklardan dengesiz bir biçimde çıkan dikitler normalde onun için bir tehlike oluşturmazdı. Fakat yaralıydı. Zor hareket ediyordu. Zıpladı. Vücudunu kullanarak taklalar attı. Dikitlerden birkaçı onda derin çizikler oluşturmayı başarmıştı. Nebu’ya çok önceden fırlatmış olduğu baltası çok yakındı. Ona doğru yerden çıkan dikitlerden sıyrılarak koşmaya başladı. Onia’lı bir asker durumun farkına varmıştı ve yakın olduğu baltaya doğru uzandı. Baltayı zorda olsa kaldırmayı başardı. Fakat çabasının hiç bir mantığı yoktu. Sert bir omuz darbesi alan Onia’lı asker yere yığıldı. Samdol Onia’lı askerin kafasına ayak zırhı ile bastı. Etrafa beyin parçaları saçıldı. Baltasına uzandı. Balta kendi başına hareket etmeye başladı. Nebu toparlanmıştı. Baltayı kontrol ettiği toprak ile çok uzağa fırlattı. Artık balta Samdol’un çok uzağına gitmişti. Nebu’nun keyfi yerine gelmişti. Sağlam olan elini kıvırcık saçlarında gezdirdi. Tamamen uyanmıştı. Gözlerinden ölüm okunuyordu: “Hata ettin kızıl ayı Samdol… Evet çok üstün bir antitez kullanıcısısın bunu gösterdin. Yine de yerini bilmen gerekirdi. Şanslıydın. Şansını iyi kullanamadın. Uzaklaşmış olman gerekirdi. Bundan sonra sana merhamet göstermeyeceğim…” Samdol’un hiçbir şansı yoktu. Ümidinin tükendiğini hissetmeye başlamıştı. Böylesine yıkıcı bir güç… Kendini bir çocuk gibi hissediyordu. Sadece ona dokunabilseydi. O zaman işte bir şeyler değişebilirdi. Aklına bunu yapabilecek her hangi bir yol gelmiyordu. Rehine olarak birisini kaçırabilirdi. Fakat Nebu profesyönel bir savaşçıydı. Rehineyi umursamazdı. Düşündü. Hiçbir yol bulamadı. Şans ona bir kez gülmüştü. Tekrar uzun süre gülmeyecekti. Kontrolünü kaybetti ve bir boğa gibi Nebu’nun üstüne doğru koşmaya başladı. Yanına yaklaştı. Nebu’nun yüzünde geniş bir gülümseme vardı. Samdol dev elerini sıktı ve sağdan bir kroşe salladı. Nebu kendini kılıcıyla beraber sırt üstü yere doğru bıraktı. Darbeyi almamıştı. Yere sırtı değer değmez toprak onu emdi ve içine aldı. Birkaç saniye içerisinde Samdol’un arkasındaki topraktan tekrar çıktı ve dev kılıcını beline doğru sapladı. Samdol tekrar kan kustu. Ancak bu sefer ayaktaydı. Arkasını döndü ve tekrar ivmelenerek kroşe salladı. Nebu darbeyi almamıştı. Sırt üstü yere düştü ve bu sefer Samdol’un sol tarafından tekrar ayaklandı. Kılıcını bu sefer Samdol’un baldırına sapladı. Nebu Samdol ile dalga geçiyordu. Savaş başladığı anda bitmişti. Waal krallığı bir hesap hatası yapmıştı ve Samdol’un yanına yardımcı vermemişti. Samdol kendini yere bıraktı ve düştü. Onuru kırılmıştı. Hareket edecek herhangi bir hali kalmamıştı. Nebu dev kılıcını bu sefer Samdol’un karnına sapladı ve onu kesilmiş parmaklı eli ile ileri doğru yavaşça ittirdi. Samdol yere kapaklandı. Zırhı yere çarpar çarpmaz büyük bir gümbürtü duyuldu. Samdol hareket etmiyordu. Ağzı açık kalmıştı. Gözleri hareketsizdi. Toprak Samdolu hafifçe yutmaya başlamıştı. Nebu bekledi. Herhangi bir hareket yoktu. Toprak dikitlerle Samdol’un bedeninin onlarca yerinden dikitler çıkardı. Savaş bitmişti. Nebu geniş kılıcıyla Samdol’un cesedinin yanına doğru gitti ve kafasına doğru kılıcını sapladı. Arkasını döndü. Yürümeye başladı. Savaş bitmişti. Geriye sadece Waal askerlerini geri püskürtmek kalmıştı. Nebu gerildi. Yerden çıkan bir el onun bacağını kavradı. El bacağını kavradı ve güç uygulayarak ayak bileğini kırdı. El Nebu’yu bırakmıyordu. Samdol topraktan yükseldi. Ölümden dönmüş gibiydi. Tüm vücudu toprak ve kan kaplıydı. Belki de çoktan ölmüştü ancak hareket edebiliyordu. İç organlarının bazıları ve bazı kemikleri dışardan görülebiliyordu. Ağzı tamamen toprak dolmuştu. Toprağı yere tükürdü. Tükürdüğü toprak bir insan eli boyutunda idi. Samdol’un ağzının kenarlarında kesik izleri vardı. Ağzı iki kat genişlemişti. Anlaşılan Nebu’nun son darbesinden kurtulmak için ağzına toprak doldurmuştu. Ayağa kalktı. Nebu’nun sol kolunu kavradı. Dirseğini ters döndürdü ve kemiklerinin kırılmasına yol açtı. Nebu’nun kılıcını elinden söktü aldı. Nebu elinden oyuncak alınan bir çocuktan farksızdı. Samdol, Nebu’nun yüzüne baktı. Yüzde korku yoktu. Daha çok ceza vermek üzere olan bir babanın yüzü karşısında duruyordu. İçinde derin bir korku hissetti. Umursamadı. Umursamamaktan başka çaresi yoktu. Fiziksel olarak üstün geldiği savaşı psikolojik olarak kaybedemezdi. Onu zekasıyla alt emişti. Baltasını kaybettiğinden beri bilerek darbe almıştı. Tereddüt etmeye vakti yoktu. Pişmanlık çekmek daha mantıklı olandı. Nebu’nun sol kolunu kendi kılıcıyla Nebu’nun bedeninden ayırdı. Nebu çığlık attı. Gözü karardı. Her yerden uzun kaya dikitleri fırlamaya başladı.


Ganot ağır yaralıydı. Savaşı kaybetmek üzereydik. Nebu tek umudumuzdu. Yine de savaş tecrübesi fazla olan Ganot olacak senaryoyu öngörmüştü. Savaşmayı bırakmıştı. Savaş alanında beni aramış ve sonunda bulmuştu. Eski dostum. Onu o kadar çaresiz hiç görmemiştim. Çaresizliğini bana yansıtmamaya çalışıyordu. Adımı kullandı ve bana seslendi: “Stairz. Bak bana.” Ona çok yaralı olduğunu ve bir şekilde yaralarına bakması gerektiğini söyledim. Beni dinlemedi: “Olacaklar belli olmaya başladı. Ben buradan kaçamam. Herkesi de kurtaramayız.” Kalbim acıyla burkuldu. Bir vasiyet dinlemek üzerindeydim. Ganot elimi omzuma koydu. Söyleyeceği şeyleri yapacağıma dair fazla umudu bulunuyor muydu bundan emin değildim: “Kaç. Sen… Sen tek sağ kalan generalimizsin. Kaç ve Stayr’i bul.” Öksürdü. Sonra konuşmaya devam etti: “Eşim, kızlarım hepsi öldü. Baruk’u az önce gördüm. Bir kişiyi daha kurtarabilirsin biliyorum.” Ağlamak yapılacak iş değildi. Yasımı içime gömdüm. Ona söz verdim. Acele etmemi söyledi. Vedalaşamadık. Bir daha onu göremeyeceğimi anlamıştım. Zorla yutkundum ve Baruk’u buldum. Biliyorsun yeteneğim sayesinde gölgeye dönüşebiliyorum. Baruk’u buldum ve ona dokundum gölgeye dönüştük ve gizli bir şekilde savaş alanından uzaklaştık. Kendi başına savaşmaya, kendini korumaya çalışıyordu. Kabullenememişti ve öfke doluydu. Ona göre hala ümit vardı. Onu ikna etmekle uğraşamazdım. Ense köküne darbe indirip onu bayılttım. Böylece işim çok kolay olmuştu. Onia mağlup olmuştu. Fakat o adam. Korkunçtu. Nebu mağlubiyeti kabullenememişti. Ya da belki kabullenmişti bilmiyorum. O adam çok korkunç bir şey yaptı. Kendi yok olacakken yanında birilerini daha götürmeyi istedi. Kamp kurduğumuz alanın yanında bulunan dağı ortadan ikiye böldü ve sağ kalan herkesin üstüne doğru gönderdi. Dev dağ ilk önce devasa bir sesle ortadan ikiye ayrıldı. Ses eminim ki çevre ülkelerden bile duyulmuştur. Sanki dünya sona ermiş gibiydi. Korkunçtu. Havada süzülen dağın yarısı Waal ve Onia birliklerinin üstüne yavaşça süzüldü ve sonra büyük bir hızla kendini yer çekimine teslim etti. Muazzam bir toz bulutu yayıldı ve dağın ikiye ayrılmasına çok yakın bir ses duyuldu. Savaş alanındaki askerler er ya da geç ölecekti. Fakat belki de bu sayede ufakta olsa Waal krallığına bir darbe vurulmuş oldu. Stayr kuvvetleri tekrar toplayabilirdi. Neyse Stayr’ın yanına gitmemiz yarım gün sürdü. Waal askerleri ormanın farklı bölümlerinde mevzilenmişlerdi. Kendi yaralılarıyla uğraşıyorlardı. Hepsi şok içindeydi. Oradan sıvışmam çok kolay oldu. Geri kalan hikayeyi zaten biliyorsunuz. Burdayız.


Baruk’un arkadaşı düşünceliydi. Trajik bir hikaye idi. Hain vurgusu önemliydi. Fakat kim bunu planlamış olabilirdi ki? Savaş sırasında herkes ölmüştü. Ganot yanılmış olabilirdi. Yine de şüpheci olmak onun mizacına daha uygundu. Bu yüzden kolay olanı seçmedi. Dört seçenek vardı. Baruk olamazdı. Mantığına hiçbir şekilde uymuyordu. Stairz ise Baruk dışında hayatta kalan tek kişiydi. O uzun süre ülkesine hizmet etmişti. Yine de böylesine bir ihanet için özel yetiştirilmiş olabilirdi. Hayır saçmaydı. Defalarca kez onu ele verebilirdi. O zaman iki seçenek kalıyordu. Ya dışarıdan bir Onia’lı organize etmişti ya da basit bir asker organize edip hayatına son vermişti. İki seçenekte mantıklıydı. Yine de hisleri ona hainin hala yaşıyor olduğunu söylüyordu. Ganot haklıydı ve hain yaşıyordu. Dikkatli olması lazımdı: “Sen ne düşünüyorsun Stairz peki?” Stairz çalgısını duvara tekrar taktı: “Her şeyi kaybettiğimi”. Baruk’un arkadaşı omzuna vurdu: “Hayır. Biz varız. Bize haksızlık etme.” Stairz’in çayını yeniledi: “Sıcak çay var. Karnımız tok. Her şeyini kaybetmenin çok uzağındasın.” Stairz başını salladı. Anlaşılamamış hissetti: “Dürüst olmak gerekirse… Devam etmek çok fazla istemiyorum.” Baruk’un arkadaşı sesini yükseltti: “Saçmalama! Kendine zarar vermene müsaade etmem. Cesedimi çiğnemen lazım.” Stairz acı ve kısa bir kahkaha attı: “ Hayır öyle değil. Sanki boşuna kürek çekiyoruz. Aslında hayatım hep böyleydi sanırım. At sırtında geçti. Ne uğrunaydı ki? Yoruldum… Ben sizin kadar genç değilim. Kanım artık kaynamıyor. Dünyayı gezip sanatımdan para kazanmak istiyorum.” Baruk’un arkadaşı gözlerini önüne indirdi: “Stairz ben senin liderinim. Fakat seni hiçbir şekilde zorlamak istemiyorum. Senin bizim kadar genç olmaman daha iyi. Grupta ayakları yere basan birilere ihtiyaç var. Zai’de beklediğimden gençti. Her neyse istediğini yapmakta özgürsün dediğim gibi. Bence hayatını dondurman sana iyi gelmeyecek ama.” Lider haklıydı. Stairz içinden bunu biliyordu. Fakat haklılığı kabul edecek kadar soğukkanlı değildi. Gidecek enerjisi de yoktu. Sadece uyumak ve unutmak istiyordu. Belki içmek. Ganot olsa acısını asla bastırmaya çalışmazdı. Kaybettiği arkadaşının; eğer arkasına geçtiğin at sana çifte atmışsa git ve onu ızgara yap sözü aklına geldi. Yara izi olan hafif sola yamuk burnu ile oynadı. Yeni bir anlama ihtiyacı vardı. Lider Stairz’in gözlerinin içine baktı: “Aslında sorumu tam soramamıştım. Olay hakkında ne düşünüyorsun? Sence hain var mı?” Stairz iç geçirdi: “Olay hakkında fazla bir görüşüm yok. Waal işte bizim baş büyücümüzü öldürttü. Ticaret yollarına daha rahat hakim olabilir sanırım böylece. Fazla bir rakibi kalmadı. Hain olayına gelince. Ganot’un ön sezilerinin yanıldığına çok şahit olmadım. O adam ile neredeyse 30 sene geçirdim. Kıyafetlerini giydim, tuvaletini bile temizledim. Neyse o kendi yoldaşlarını boş yere suçlayabilecek biri değildi.” Lider kaşlarını çattı. Kaşları zihnini çok fazla yorunca otomatik olarak çatılıyordu: “Hain konusunda haklı olduğunu düşünüyorum. Görüşlerimiz benzer ancak… Ben Waal’ın motivasyonunun ticaret yolları olduğunu düşünmüyorum.” Stairz’in yuvarlak yüzünde saklamaya taşıdığı bir küçümseme ifadesi bulunuyordu: “Savaş paradan çıkar. Ya da topraktan. Waal güçlenmek istiyor. Güneye doğru yayılacak. Ordusunu genişletmesi ve beslemesi için maddi kaynağa ihtiyacı var.” Lider Stairz’in düşüncelerini evet cevabı vererek onayladı: “Fakat sadece bu yok. Bu yan kazançtı. Bu ortak bir saldırıydı. İşin içinde sadece Waal ordusu yoktu. Şu numaralı adamlar… Büyük bir olay dönüyor bundan eminim.” Lider yavaşça ayağa kalktı: “Ben duş almaya gidiyorum. Saçımdaki boyayı çıkartacağım. Fakat sana bir şey söylemek istiyorum.” Stairz çayından yudum aldı ve suratını ekşitti. Bugün uyuması çok mümkün değildi. Son 10 günde 3 kez uykusuz kalmıştı. Yine de zihni açıktı. Lider’in sözlerini algılayabiliyordu: “Merak ediyorum Stairz. Beni hakeret ettiren şeylerden biri bu. Öğrenmek istiyorum. İstersen intikam ile hareket et, istersen sadece kafanı dağıt. Yine de yanımızda olman çok önemli. Kararını yarın veya sonraki gün bildir ama mutlaka. Fazla zamanımız yok. Burayı dört gün sonra terk edeceğiz.” ,



Köstebek
1 ay önce

İlk önce korkunç bir ses duyulmuştu. Korkunç ve görkemli. Bir çatırdama sesi… Ses o kadar yüksekti ki sanki aynı anda onlarca büyük deprem meydana gelmişti. Sonra ise geniş bir alana devasa bir toz bulutu yayılmıştı. Havada uçuşan tozlar uzaktan tüm ormanı ele geçirmiş gibi gözüküyordu. Dağ aşağı yukarı 3 saat önce ikiye ayrılmıştı. Neler olduğunu yavaşça insanlar anlamaya başlamıştı. Bazıları dağın ikiye ayrıldığını görmüştü. Fakat dinleyen kişiler abartı olduğunu düşündüler. Kerul, Agbo dağınının havada süzüldüğünü görenler arasındaydı: “Gerçekten gördüm abi. Yemin ederim yalan söylemiyorum. Nebu düşmanlarını üstüne dağ fırlatarak yok etti bundan eminim. O çok güçlü.” Abisi Elmon, Kerul kadar heyacanlı değildi. Nebu’nun dağı ikiye böldüğüne oda inanıyordu. Bu gürültüyü başka türlü açıklamak çok mümkün olmazdı. Fakat sebebi ne olabilirdi ki? Eğer şehre bir ejderha saldırmamışsa ki –Bunun imkanı yoktu çünkü ejderhaların soyu tükenmişti- çok efektif olmayan bir saldırı biçimiydi. Bazı şüpheleri vardı. İşler yolunda çok gitmemişti. Onia birliklerindeki insanların bir çoğu Elmon gibi düşünüyordu. Endişeliydiler. Bu yüzden batı Doğu Onia’nın veliaht prensi Elmon Vondels keşif birliğine moral vermek için ve işlerini aksatmamaları için onlara katılmıştı. Kerul ve Elmon’un Amca’sı batı Onia krali Reigan bizzat onlara bu emri vermişti. Elmon bu durumdan şikayetçi değildi. Merak ediyordu. Kardeşi Kerul gibi bir rüzgar büyücüsü olmamasına rağmen merak etme arzusu neredeyse onunla eşit düzeydeydi: “Umarım haklısındır Kerul.” Gittikleri yol düzgün bir arazi değildi.

Eğimlere Kerul çok hızlı tırmanıyordu. Elmon nefes nefese kalmıştı. Arkalarından eşlik eden 15 koruma ise Elmon’dan çok daha fazla zorluk yaşıyordu. Orman görünmeye başlamıştı. Bir yükseltiye çıktılar. Ormanı kuş uçuşu bir şekilde gözlemleme fırsatları olmuştu. Dağ ikiye ayrılmıştı. Kopan dağ parçası ormanlık alanın ortasını dümdüz etmişti. Biraz daha geniş bir toz çemberi ise çember şeklinde kopan dağ parçasının etrafını sarmıştı. Bir yıkım gözüküyordu. Sağ birilerinin olması çok mümkün gözükmüyordu. Kerul’un morali bozulmuş gözüküyordu: “Belki hala yaşayan vardır. Acele etmeliyiz.” Elmon ses tonunu yükseltti. Normalde sakin bir mizacı vardı fakat Kerul bazen kalın kafalı olabiliyordu. Sadece ona kızılınca dinleme gibi bir huy edinmişti. Elmon ise kardeşini çok iyi tanıyordu: “Hayır Kerul. Bu çok tehlikeli. Dönüp Reigan’a haber vermemiz lazım. Sonra daha kalabalık bir şekilde yaralıları kurtarabiliriz.” Kerul dişlerini sıkmıştı. Abisi kadar uzun boylu değildi. Yaşı daha 16 idi. Saçları daha kısaydı ve siyah renkteydi. Yüzü parlaktı ve abisinin aksine yaşının üstünde göstermiyordu. Askerlerin onu dinlemeyeceğinin bilincinde idi. Fakat umurunda değildi: “Sen bir korkaksın abi. Hala yaşıyor olabilirler. Erken gitmezsek bir çoğu ölecek.” Elmon içinden erken gidersek ölen kişilere bizde ekleneceğiz diye geçirdi. 10 sene önce aynı Kerul gibi düşünürdü. Belki olgunlaşmıştı, belki ise kardeşinin dediği gibi cesaretini kaybetmişti. Tek emin olduğu şey cesaretini ispat etmesi için fevri davranmanın ona daha değerli şeyleri kaybettirebileceği idi: “Haklı olduğun bir nokta var. Acele etmemiz lazım. Fakat bu şekilde olmaz. Kampa çok uzak değiliz. Bir saat içerisinde oraya dönebiliriz.” Elmon erkek kardeşini çok seviyordu. Ona fazla korumacı davranmıştı. Çünkü babalarını çok erken yaşta kaybetmişlerdi. Anneleri ise doğu Onia’yı kontrol ediyordu. Kerul’a yol gösterebilecek onun dışında kimse yoktu. Ona ise hiç yol gösteren olmamıştı. O yüzden Kerul’un nelere sahip olmadığını biliyordu. Elmon’un bu davranışları biraz Kerul’u şımartmıştı. Elmon elini havaya doğru kaldırdı. Askerler ona çok saygı gösteriyordu: “Burada 15 dakika dinlenelim. Bu süre uzamasın. Geri dönmemiz gerekiyor.” Askerler Elmon’a çok güveniyordu. Mizacından öte kendinden o kadar emin ve güçlü gözüküyordu ki. O doğuştan bir liderdi. Yanında bulunmaktan gurur duyuyorlardı. Büyük bir kralın ilk senelerini gözlem yapma şansına erişmiş gibi hissediyorlardı.


Kerul küskün bir şekilde bağdaş kurarak yere oturdu. Askerler ona uydular. Kimileri ayak zırhlarını çıkartıp dinlenmeye başladı. Gittikleri yolu tekrar geri döneceklerdi. Onia’lı gözcülerden Krakver Elmon’un yanına yaklaştı: “Efendim. Dinlenmeyi biraz kısa tutsak bence daha iyi olabilir.” Tabi siz daha iyi bilirsiniz.” Elmon gözlerini kıstı. Kahverengi uzun saçları rüzgar da dalgalanıyordu. Saç rengini annesinden almıştı: “Ne oldu asker?” Krakver endişeli gözüküyordu: “Efendim bazı sesler duydum. Siz çok hızlı ilerliyordunuz.” Elmon sesini kalınlaştırdı: “Ne sesi? Ne zamandan beri duyuyorsun? Neden haber vermedin?” Krakver soru yağmuruna tutulunca kendini daha rahatsız hissetti: “Efendim at sesi… Stayr’ın kampının yakınlarındayız. İlk başta onlar diye düşünmüştüm. Fakat Stayr’ın birlikleri bize yaklaşma konusunda çekimser davranmazdı. Birileri var. Burada ve Staryr’ın birlikleri değil. Bundan biraz geç emin oldum.” Elmon askerin omzuna eliyle dokundu: “Sakin ol asker. 10 dakika önce haber versen yine fazla bir şey değişmezdi. Fakat ne olursa olsun haber ver. İletişimsizlik birçok sorunun başlangıcıdır.” Elmon Krakver’i yanına alarak diğer gözcülerle konuşma yaptı: “Krakver, etrafımızın birkaç haydutun peşimizde olduğunu düşünüyor.” Askerler homurdanmaya başlamıştı: “Fakat bunun olabileceğini ön görmüştüm. Şuan Stayr’ın kampına yakınız. Endişe etmenize gerek yok. Bize saldırmayı göz önüne alamazlar.” Elmon, Kerul’a doğru döndü. Kardeşi ona hala kızgın gözüküyordu: “Kardeşim biraz güçlü bir ıslık çalabilir misin?” Kerul ona cevap vermedi. Ayaklarını bağdaş bir şekilde bağlamış elinde tuttuğu küçük taşı havaya atıp yakalamaya çalışıyordu. Elmon sinirlendi. Fakat kendine hakim oldu: “Lütfen Kerul. Lütfen”.

Kerul elindeki taşı uzaklara fırlattı. Egosu okşanmıştı. Abisini askerler önünde rezil etmekten keyif alıyordu. Baş parmağı ile işaret parmağını birleştirdi. Ağzına götürdü. Ve var gücüyle üfledi. Muazzam bir ses çıkmıştı. Rüzgar büyücülerinin nefesleri normal bir insandan çok daha kudretli olabiliyordu. Kerul büyü kullanma konusunda çok maharetli sayılmazdı. Yaşı daha çok gençti ve eğitim almamıştı. Savaş tecrübesi hiç bulunmuyordu. Yine de Elmon onun tecrübe kazanmasını istiyordu. Bu sebeplerin dışında Kerul’a bu görev için ihtiyaç duymuştu. Güvenli sayılabilecek bölgeleri keşfe çıkmış olsalar bile bölgede haydutların dolaştığı barizdi. Islık bir yardım işaretiydi. Haydutlar’ın zeki ve organize olanları böyle bir sinyal veren bir gruba dokunmayı riskli bulurdu. Organize olmayanları ise Elmon ve grubu için sorun teşkil etmezdi. Fakat kurmuş olduğu plan içinde bir kusur ve ön görülmezlik barındırıyordu. 30 kişilik yayan bir grup. Bu sayı onların iki katıydı. Üstlerinde bulunan zırhlar hiçbir haydutta tam bir takım şeklinde bulunmuyordu. Bazılarının miğferi vardı, bazılarının tek kol zırhı… Bazıları ise kumaş kıyafet giyiyordu. Üstleri çamur ve pislik kaplıydı. Kokuları nispeten uzak bir mesafeden bile alınabiliyordu. Paslı kılıçlar, oklar ve yaylar. En önlerinde ise tanıdık bir yüz bulunuyordu. Esmer tenli, çirkin, hafif göbekli, orta boylu bir adam. Sağ yanağında büyük bir çizik vardı. Dişlerinin birçoğu dökülmüş ve çürümüştü. Ön dişleri dişlek sayılırdı. Köstebek Ogg.

Ogg bu lakabı soyduğu kişileri canlı canlı toprağa gömdüğü için almıştı. Sonrasında kendi lakabını benimsemişti. Efsanelere göre bir doğa büyücüsü olan Ogg lakabı aldıktan sonra en çok yarı insan yarı köstebek halinde insanlara dehşet saçmış olduğu bazı raporlarda yer alıyordu. Elinde ufak bir parşömen bulunan Ogg gözlerini kıstı. Elmon’un yüzüne dikkatli bir şekilde baktı: “Ha haha. Toplam 750 altın. 3 sene boyunca soyguna gerek yok.” Köstebeğin gülüşü iğrençti. Ses tonu tamamen antipatikti. Elmon ilk başta diplomasi yöntemini denedi: “Üzerimizde o kadar para yok köstebek. Zırhlarımızı ve silahlarımızı satsan en fazla 100 altın kazanırsın. Stayr’ın ordusu yolda. Seni görmedik. Yoluna devam et.” Kerul, Elmon’un bu konuşmasından dolayı tiksinti duymuştu. O bir korkaktı. Birkaç hayduta boyun eğiyordu. Karşılarındakiler asker bile değildiler. 17 kişiye 30 kişi. Şansları çok fazlaydı. Ogg’un yüzüne iğrenç bir gülümseme yayıldı: “Haah ha haah. Elindeki kılıç sadece bir servet değerinde prensçik.” Konuşması bile askerlerin midesini bulandırmıştı. Bu adamda sempatik gelebilecek herhangi bir özellik bulunmuyordu: “Stayr falan umrumda değil. Korkak prensçik. Kılıcını bana bırakmazlar ama bu çok önemli değil.” Parşömeni Elmon’a doğru doğrulttu: “Üzerine 500 altın ödül koyuldu. Yanındaki piç ise 250 altın değerinde.” Kerul bir sinir ile köstebeğin önüne atılacaktı ki, Elmon’un öfkesi onun dikkatinin dağılmasına sebep oldu. Dikkatti dağılan Kerul sendeledi. Elmon belinde bulunan kılından çift elle kullanılan bir kılıç çıkarmıştı. Kılıç normal bir çift elli kılıçtan çok az ölçüde daha uzun ve genişti: “Ona bir daha laf edecek olursan seni ikiye ayırırım köstebek.” Köstebek bir adım geri çekildi. Kerul şaşırmıştı. Abisini genelde hep daha sakin görmüştü. Böyle bir öfke patlamasını ondan beklemiyordu. Zaten kısa bir zaman içerisinde eski haline tekrar kavuştu. Elmon kılıcının keskin kenarına baş parmağını sürdü. Baş parmağı kanadı ve kan kılıca temas etti. Kılıcın üzerinde damara benzer yeşil renkli desenler ortaya çıktı ve kılıç sonrasında hafif kırmızı bir renk ile parıldamaya başladı. Kan kılıcı. Kan temas ettikçe gitgide kırmızı renge bürünen ve keskinleşme özelliğine sahip olan bir kılıçtı. Bir büyüsel nesne. Bu büyüsel nesnelere düzensiz eşyalar adı veriliyordu. Kan kılıcı düzensiz bir kılıçtı. Ogg haklıydı. O kılıç bir servet değerindeydi. Büyüsel nesneler insanlığın özgürlüğünün çok öncesinde Güney’de ortaya çıkmış sonra kuzey ve doğuya, her yere dağılmıştı. Bir düzensiz eşya neredeyse bir büyücü kadar ender bulunurdu. Güney topraklarda düzensiz eşyalara daha sık rastlanırdı. Kaliteleri arasında değişkenlik vardı. Çok nadir bir düzensiz eşya bir ülke toprağı kadar değerli olabilirdi. Düzensiz eşya kullanıcısı ile özel bir bağ oluştururdu. Bu bağ düzensiz eşyaların sadece kullanıcısı onu taşıdığında ve iradesini sergilediğinde fizik olaylarını manipüle edebilmesini sağlardı. Bu bağın kırılması için ya eşyanın zarar görmesi ya da kullanıcının hayatını kaybetmesi gerekirdi. Elmon’un kan kılıcı o yaşarken başkasının elinde normal bir uzun kılıçtan farksızdı. Köstebek Ogg Elmon’u dolaylı yoldan ölüm ile tehdit etmişti.


Elmon Vondels, Köstebeğin normal bir ruh halinde olmadığının farkına varmıştı. Çarpık gülümsemesi, öldürmekten bahsederken ki tutkusu… Onun empati kurabilmeyi başaramayacak bir insan olmasının göstergesiydi. Aslında belki de hayatı boyunca böyle bir çabası olmamıştı. Onun hayattan tek beklentisi zengin ve korunmasız kişilerin canını veya parasını almaktı. Tehlikeliydi. Bu özellikleri onu insanlık, dostluk kurma gibi meziyetler açısından yetersiz bırakmış olsa da savaş alanında çok efektif olabilirdi. Askerlerini ve daha da önemlisi kardeşini korumak istiyordu: “Köstebek!” Ogg’un bu lakapla çağrılmaktan hoşlandığı kıkırdamasından anlaşıldı: “ Buyur, piç?” Elmon uzlaşma istiyordu. Böyle basit tahriklere kapılmayacak kadar akıllıydı: “Haydutların bize saldırırsa hepsi ölür bunun farkındasın. En sonunda sadece sen ve ben kalırız.” Ogg bir çocuk gibi cırladı: “En sonunda ben kalacağım piç. Ben ve 750 altın. Belki daha fazlası..” Haydutlardan bazıları dilini Onia askerleri kadar iyi tutamıyordu: “Korkak zengin piç”, “Senin kellen benim” , “Hadi in aşağı!” Elmon duygularını kontrol etmekte çok fazla zorlanmıyordu: “Ogg insanların ölmesine gerek yok. Sen buradan tek çıkamazsın. Stayr seni mutlaka yakalar.” Köstebek iletişim kurulacak bir insan değildi: “Sanane bundan? Bana para mı teklif edeceksin? Ya da seni canlı yakalamamı mı? Ben deli değilim. Garanti para bana yeter.” Blöf yapıyordu. Bir şeyleri seviyor olmalıydı. Bir doğa büyücüsü bir şeyleri mutlaka severdi. Sevgisi onun gücünü beslerdi. Elmon şansını zorladı ve umut etti: “Sen ve ben. Böylece çetenden kimse ölmeyecek.” Köstebek Ogg kirli elleriyle esmer suratını ovuşturdu: “Aptal.. Hahagaha.. Bu andavallar neden umurum da olsun ki? Bunlardan her birinin ölümü benim için daha fazla altın demek. Böylece.. Her neyse…” Bingo. Adamlarını düşündüğü konusunda Elmon yanılmıştı. Fakat parayı arzuluyordu. Parayı arzulama sebebini az kalsın dilinden kaçıracaktı. Elmon bununla ilgilenmiyordu. Fakat öne sürebileceği bir kozu oluşmuştu. Üstüne haydutlar askerlerle çatışmama fikrinden hoşnut gözüküyordu: “Düzensiz kılıcım ölmeden önce son vasiyetimi ve irademi dinleyecektir.” Kılıcının keskin ucuyla bir parmağını daha hafifçe kesti. Kılıçtan çıkan damar desenleri kanı kabul ettiler. “Eğer beni adil bir düelloda yener isen bu kılıç senin emrine girecek. Böylece istersen onu da satabileceksin. Bu senin buradan 4000 altın ile ayrılman demek… Ogg sadece sen ve ben!”


Teklif cazipti. Ogg hızlıca bir kartala dönüştü ve Elmon’a hazırlanma şansı vermedi. Havada süzüldü ve tam Elmon’a yaklaşmışken hızlıca tekrar dönüşüm gerçekleştirdi. Kanatları içeri girdi, vücudu büyüdü dişleri sivrileşti ve bir kaplan oldu. Elmon kaplana bir omuz darbesi vurdu. Kaplan sarsıldı. Elmon de geriye adım atmak zorunda kaldı. Kaplan pençelerini toprağa yapıştırdı. Hırlamaya başladı. Derken derisi değişti. Simsiyah oldu. Yüzü küçülüp vücudu şişmeye başladı. Elmon’un karşısında dev siyah bir ayı bulunuyordu. Normal bir ayıdan 1.5 kat daha büyüktü. Kerul şaşkındı. Abisi bir korkak değildi ve onu korumak istemişti. Ayıya var gücü ile saldırmak istiyordu. Onia askerleri onun önünü kapattı. Kerul saldırmayı istiyordu fakat öfkesi zamanla dağıldı. Eğer saldırırsa haydutlarda onlara saldırmaya başlardı ve birkaç asker onun yüzünden ölmüş olurdu. Sırf kahraman olmak için birkaç çocuğu babasız bırakmak istemiyordu. Pişman oldu. Elmon haklıydı. Bu gerçeklik onun canını sıkmış ve başının ağrımasına sebep olmuştu. Başından beri onu korumak istemişti. Abisi bir korkak değildi. Sadece kendisi aptaldı. Utandı. Köstebeğin ayı formundayken sesi daha gür çıkıyordu: “Sen kendini bir bok zannettin zengin piç. İlk kılıcını alacağım. Sonra kardeşini toprağa gömeceğim.” Anlaşma artık bozulamazdı. Ogg dediklerini yapabilirdi. Elmon bu yüzden konsantre olmuştu. Bu riski almıştı. Normal bir kılıç bir ayının derisini delemezdi. Fakat ne kılıç normaldi nede Elmon. O aynı zamanda bir antitez kullanıcısıydı. Bu sayede büyüden normal insanlara kıyasla daha az etkilenirdi ve fiziksel gücü normal bir insandan daha yüksekti. Kılıcını savurdu. Hamle hızlıydı. Fakat Ogg darbeyi pençeleri ile karşıladı. Pençesi hafif bir şekilde kanadı. Kan kılıcında damar desenleri ortaya çıktı. Kırmızı parlaklık biraz daha fazla arttı. Ayı Elmon’un üstüne atılmıştı. Darbeler ard arda geliyordu. Elmon yalpaladı. Pençe darbesi omzunda inledi. Elmon geriye savruldu. Yere kapaklandı.

Omzundan akan kan darbenin şiddetine oranla az sayılırdı. Elmon elini omzuna sürdü. Sonra kılıcına kanı yavaşça yandı. Desenler ortaya çıktı. Sonrasında ise kılıcın rengi kızıla boyanmaya başladı. Elmon öne atıldı. Hızlıca darbeyi savurdu. Ayının sol bacağını hedeflemişti. Ogg geriye doğru adım atmaya çalıştı ama kesik onu etkilemişti. Ayının bacağından etrafa bir miktar kan sıçradı. Kılıç üstüne bulaşan kanları emdi. Desenler ortaya çıktı ve daha kırmızımsı bir hal aldı. Yataylama bir darbe daha geldi ve bu sefer ayı kendini koruyamadı. Darbe kolunda bir kesik açtı. Kılıç daha kırmızı bir renk aldı. Artık desenler belli olmuyordu. Elmon sıçradı ve ayının üstüne doğru atıldı. Yataylama gelen darbe ayının bu sefer kafasını hedef almıştı. Ogg kaçamayacağını anladı. Vücudunu küçülttü. Darbe boşa kaçtı. Eğildi insan boyutuna geldi. Fakat tüm vücudu kıl kaplıydı ve elleri ile yüzü hiçbir canlıya benzemiyordu. Sanki yarı insan yarı da… Köstebekti. Yerin içini kalın pençeleri ile hızlıca kazdı. Yerin içinde yok oldu. Elmon kalp atışlarını hissedebiliyordu. Neler olacağını ön göremiyordu. Bu adam bu kadar kolay pes edebilecek bir tip değildi. Arkasını yokladı yere odaklandı. Ogg yarı insan yarı köstebek formu ile Kerul’un arkasından çıktı. Köstebek kalın pençelerini kaldırdı. Elmon Kerul’a doğru koşmaya başladı. Gözü kör olmuştu. Ölümle karşı karşıya gelince Ogg’un dürüst olabileceğini düşünerek belki de hata etmişti. . Öfke ve kaygı. Tüm vücudunu kapladı. Bu onun en büyük hatasıydı. Antitez kontrolünden çıktı. Vücudu savunmasızdı. Köstebek Elmon’un arkasındaki toprak yığınından hızlıca fırladı. Yerin altında inanılmaz bir hızla hareket ediyordu. Pençesini salladı ve Elmon göğsünden ağır yara aldı. Şanslıydı. Refleksi onu kurtarmıştı. Bir adım daha atsaydı akciğerini yere dökülmüş olarak bulabilirdi. Antitez tekrar vücudunu kapladı: “Adil bir dövüş Ogg! Yoksa kılıcımı unut.” Toprağın içine tekrar hızlıca giren Ogg Elmon’un ayak bileklerini yakalamıştı: “Ben bir şey yapmadım… Kardeşine sen saldıracağımı düşündün hıhaha.” Elmon Ogg’un mizah yeteneğinden dolayı acı çekmişti. Ayaklarını tutan pençeler ise o kadar canını yakmıyordu. Antitez onu koruyordu. Köstebek Elmon’un bileklerini öne doğru büktü. Elmon düşmanının savaş zekasının çok yüksek olmadığının farkına varmıştı. Kendini öne doğru bıraktı. Ogg Elmon’un yüz üstü yere düşeceğine inanmıştı. Öz güveni arttı. Elmon bu boşluktan iyi yararlandı. Kılıcının ucunu köstebeğin eline sapladı. Köstebek çığlık attı. Hızlıca topraktan yukarı çıktı. Elini kazmak için kullanamazdı. Elmon kan kılıcını kınından tutarak döndürdü ve köstebeğe doğru tuttu.

Kılıç daha koyu bir kırmızı renge bürünmüştü: “Her kahkaha attığında aynı acıyı hissediyorum. Bir daha gülmezsen. Canını bu kadar yakmam” Ogg yere tekrar girmeye cesaret edemiyordu. Eskisi kadar atik olamazdı. Yarı yolda Elmon onu ikiye ayırırdı. Ogg Elmon’un üstüne atıldı. Sağ pençe hareket etti. Elmon geriye doğru adım attı. Sol pençe geldiğinde ise onu kılıcın yassı kısmıyla karşıladı. Ogg hızını arttırdı ve sağ pençesiyle tekrar Elmon’un üstüne atıldı. Elmon bu hareketinin cezasını Ogg’un elini keserek verdi. Pençeli kıllı el yere düştü. El yavaşça yere süzüldü. Tekrar bir insan eli şeklini aldı. Elmon’un kılıcı daha fazla kan ile kaplıydı. Ogg küfürler ediyordu. At, Fil, Ayı, Kaplan? Sonra aklına bir fikir geldi. Sol elini yeşil pullar kapladı. Böceğe dönüşüm alışık olduğu bir şey değildi. O yüzden eli sadece yeşil pullar ile kaplandı. Yeni bir el çıkmadı. Ancak kanaması durmuştu. Dört ayaklı hayvanlar için kopan uzuv birçok şey değiştirirdi. O yüzden cesaret edemedi. Elmon çok dirençliydi. Silah ustalığı üst düzeydi. Bu savaşı adil bir şekilde kazanamazdı. Canını düşünmeye başladı. Bu Ogg’u daha tehlikeli yaptı. Çünkü o köşeye sıkışmış bir hayvandı. Köşeye sıkışmış bir hayvanın kaybedeceği hiçbir şey yoktu. Ogg büyük gri bir gorile dönüştü ve normal bir gorilin yapması mümkün olmayacak bir kuvvetle havaya sıçradı. 4 metreden havaya iniş yaptı. Haydutların bulunduğu bölgeye ulaştı. Sırtını haydutlara uzattı. Haydutlar onun sırtına savaş ciritleri ile dolu bir sepet giydirdi. Gri goril ciritlerden tekini aldı ve Kerul’a doğru fırlattı. Açı iyi hesaplanmıştı. Elmon ciritin önüne kendini fırlattı. Cirit onun sağ ön omzundan girip arka omzundan çıkmıştı. Ogg amacına ulaşmıştı. Kahkaha attı. Elmon onca çektiği acıya rağmen midesinin bulandığını hissetti. Havada bir cirit daha süzüldü ve Elmon’un sol baldırına saplandı. Cirit saplı kaldı. Elmon kılıcını tutan ellerinden birini bıraktı ve ciridi eliyle çıkardı. Kan kaybediyordu. Normalde gücünün eksiliyor olması gerekirdi. Fakat Kan kılıcı kullanıcısının döktüğü kan ve kendisinin döküldüğü kanı kadar kullanıcısına güç sağlıyordu. Ölmediği sürece sorun yoktu. Elmon adım attı. Ogg şaşkına döndü: “Artık öl. Piç seni.” Son ciridini eline aldı ve Elmon’un üstüne atıldı. Elmon daha atılan ciritlerin birçoğundan sıyrılmıştı. En azından hayati bir yara almamıştı. Ogg iyi bir nişancı sayılmazdı. Tek çare yakından Elmon’un işini bitirmekti. Goril üzerine doğru zıplamıştı. Ciridi elinde kafasının üzerinde tutuyordu. Yere düşerken ivmelendi. Elmon’un kafasını nişan almıştı. Elmon yere tükürdü. Kendi ekseni etrafında döndü. Dönüşünden kuvvet kazandı. Vücudundan aldığı kuvvetle kılıcını yataylama şekilde savurdu. Kırmızı kılıç Ogg’un iki bacağını vücudundan ayırmıştı. Kan seli. Kılıç kırmızı ışıklar saçıyordu.

Ogg yavaşça tekrar insana dönüşmeye başladı. İnsan hali goril halinden 10 kat daha çirkindi. Çığlık atıyordu. Elmon üzerine yürüdü. Adımları yavaştı. Ogg emekleyerek uzaklaşmaya çalıştı: “ÖLDÜRÜN ONU! PİÇ Kurusu!” Öldürün diye defalarca çığlık atıyordu. Haydutlar tereddütteydi. Bir haydut Elmon’un üzerine doğru koştu. Elmon Ogg’u yavaş adımlarla kovalamaya devam ederken kılıcını kaldırdı. Yaklaşan hayduta kılıcını savurdu. Yukarıdan aşağıya doğru inen kılıç darbesi haydutu boylu boyunca ikiye bölmüştü. Bunu yaparken kılıç adamı yağ keser gibi kesti. Diğer haydutların cesareti kırıldı. Sapanla saldıran haydutun attığı taş Elmon’un zırhından sekti. Fakat. Ogg yok olmuştu. Elmon kan izlerini gözüyle takip etti. Sonra havada bacaklarından kan damlayan bir kuşun süzüldüğünü uçmaya çalıştığını fark etti. Bir kartaldı. Beyaz renkli ufak bir kartal. Ogg savaş meydanından uzaklaşmaya çalışıyordu. Fazla hızlı hareket edemese de yükselmişti. Yeteri kadar yükseğe çıkabilirse Elmon ve askerleri atlatabilirdi. Bir kartalın hızına erişmek çok mümkün değildi. Ogg, Elmon ile savaşırken kertenkeleye dönüşürken zorluk yaşadığı için uzuvlarını yenileyememişti. Fakat eğer savaş alanından uzaklaşacak olursa kopan uzuvlarını tekrar yenileyebilecek bol bol vakti olacaktı. Bir hiç uğruna mı savaşılmıştı? Elmon içinden küfür etti. Sonra aklına Ogg’un goril formunda üzerine atılırken tuttuğu cirit geldi. Göz ucuyla ciridi aradı. Üzerindeki toprağı eşeledi. Durdu. Sağ gözünü kapattı. Derin bir nefes aldı. Kendi kendine kısık sesle konuştu: “Lütfen.. Lütfen.. Lütfen.” Hafif hafif adımlar attı sonra gerildi var gücüyle elindeki ciridi kartala doğru fırlattı. Cirit süzüldü. Beklediğinden çok daha hafifti. Kartala yaklaştı. Yaklaştı… ve ıskaladı. Başına kimin ödül koyduğunu asla öğrenemeyecekti. Havada hareket eden bir hayvanı vurmak çok zor bir işti. Elmon da iyi bir nişancı sayılmazdı. Onun uzmanlığı yakın dövüştü. Kılıcını hafifçe yere bıraktı. Bu kadar kan çekmiş halini kınına sokmaya çalışsa kendine yeni bir kın diktirmesi gerekirdi. Kan’ın emilmesi için süre gerekliydi. Elmon kılıcının yanına bağdaş kurarak oturdu. Yorulmuştu. Oda kan kaybediyordu. Ogg gözden kaybolmuştu. Görünürde bir kartal yoktu: “Silahlarınızı yere bırakın haydutlar. Teslim olun.” Elmon haydutları gözünün ucuyla kontrol ediyordu: “Hala savaşabilirim. Bence bize saldırmayı aklınızdan geçirmeyin. Onia size çok kötü davranmaz. Özgür olmayacaksınız fakat en azından yaşayacaksınız ve karnınız doyacak.” Haydutlar şaşkındı. Elmon’un sözlerine güvenip güvenmeme arasında kalmışlardı. İlk adımı birisinin atmasını bekliyorlardı.


Bir rüzgar dalgası kartalı çoktan yakalamıştı. Kartal süzüldü ve Elmon’un önüne düştü. Kerul elini kaldırmış selam veriyordu. Aşırı mutlu gözüküyor ve gururlu hissediyordu: “Günü yine ben kurtardım.” Elmon, Kerul’a gülümsedi. Ogg yavaş yavaş insan haline geri dönüyordu. Bacakları ve tek eli kopmuştu. Bacağının kanamasını kalan son gücüyle yarı kertenkele dönüşümü geçirerek durdurdu. Kerul’un neşesi bitmemişti: “Anlaşılan yine götünü ben kurtardım abi.” Elmon sonunda tahrik olmuştu. Fakat esprisi komikte gelmişti. Sabretmesi gerektiğini kendine teklin etti ve ayağa kalktı. Ogg’un göğsüne sağ ayağı ile bastırdı: “Beni öldürmen için sana kim altın teklif etti? Beni ve kardeşimi?” Ogg’un yüzü ciddileşti: “Annen istedi. Oğlum bir ppppiç gibi yaşamasın diye yalvardı. Hatta.. BBana kendi…” Elmon ayağı ile var gücüyle bastırdı. Ogg inledi. İnlerken kahkaha atmaktaydı. Elmon konuşmanın hiçbir yere varmayacağını anlamıştı. Ayağı ile yüklenmeye devam etti ve Ogg’u bayılttı. Haydutlar silahlarını teker teker bıraktılar. Onia askerleri karşısında bir büyücüye sahip olmadan savaşmaları çok mümkün gözükmüyordu. Elmon koyu kahverengi saçlarını geriye doğru attı. Vücudu kan akışını durdurmuştu. Kaybettiği kan kılıcından çıkıp tekrar vücuduna nüfuz etti. Kan kılıcının özelliklerinden biriside buydu. Kılıç akan kana karşılık keskinliğini arttırıyordu. Eğer kullanıcısı akan kanını onarmak istiyorsa onu kendi kanı ile besliyordu. Fakat buda onun keskinliğine mal oluyordu.


Haydutlar teslim olmuşlardı. Silahlar teker teker toplanıyordu. Silahı alınan haydut halatlarla birbirlerine bağlanıyordu. Bu işlem beklenenden kısa sürmekte idi. Kamp 1 saatlik mesafede bulunuyordu. Ogg ‘u muhafızlar özel olarak sırtında taşımaktaydı. Yola koyulmak üzereydiler. Ogg gözlerini tekrar açtı. Yardım çığlığı atmaya başladı. Çığlık yankılandı. Sanki onlarca karga aynı anda bağırıyordu. Ogg’un bu son çabası ümitsiz bir çabaydı. Mağlup olmuştu. Onu taşıyan asker ağzına elinin tersiyle vurup Ogg’u susturdu. Yürümeye başladılar. Ne haydutlar nede Ogg bir kaçış yolu göremiyordu. O yüzden Onia’lı bu gruba zorluk çıkarmadılar. Belli bir sürenin ardından Ogg uykuya daldı. Çok fazla büyü kullanmıştı. Bu sebepten ötürü belli bir süre uykuda kalması gerekiyordu. Stayr’ın kampı 1 saatlik mesafedeydi. Fakat birkaç dakika yürüdükten sonra Stayr’ın grubu ile yolda karşılaştılar.


100 zırhlı atlı asker komutasında Stayr bulunuyordu. Yanında ise sarı saçlı ortalamadan biraz daha uzun ve zayıf gözüken yeşil gözlü ve kalın dudaklı bir kadın vardı. Yüzü büyüleyiciydi. Demir zırhın içinde bir o kadarda ölümcül duruyordu: “Onları bulduk. Durun.” Stayr’in birlikleri kadının emrini kısa bir süre içinde yerine getirdiler. Ona ciddi saygı duyuyorlardı. Kerul’un çağrısı cevapsız kalmamıştı. Aralarında ciddi yaralı bulunmuyordu. Yine de Elmon’un bakıma ihtiyacı vardı. Stayr ve sarı saçlı kadın birliklerinden ayrılıp Elmon’un yanına doğru atlarını sürdüler. Bağlı haydutları fark edip neler olup bitmiş olduğunu kavradılar. Elmon yüzünde bir tebessüm ile Stayr ve sarı saçlı kadını karşıladı. Kılıcının rengi tekrar metalik olmaya başlamıştı: “Biraz geciktiniz. Ama durumu kurtardık. Bir büyücü bize saldırdı. Köstebek lakaplı bir haydut.” Stayr’ın üstünde zırh yoktu. Siyah saçlıydı onunda göz rengi yanındaki kadınınki gibi zümrüt yeşiliydi. Zayıf bir yapısı vardı. Boyu Elmon’un boyuna yakındı. Yüz hatları onu olduğundan daha genç gösterse de gözlerindeki matem bunu dengeliyordu: “En azından işler sizin içi çokta kötü gitmemiş. İlk geç kaldığımız çatışma burası değildi çünkü.” Sarı saçlı kadın Stayr’a sinirlenmişti: “Artık kendine yüklenme abi. Yeter artık. Zamanında yetişmemiz mümkün değildi. O bir baskındı.” Kerul konuşmaları bir bağlama koyamıyor olsa da ortamı neden yas kapladığını anlamıştı. Fakat inkar etmek ona daha güvenli geliyordu: “Yoksa Nebu’nun saldırısından kaçmayı başaran birileri mi oldu?” Stayr donuktu: “İki kişi dışında kimse kurtulamadı.” Kerul ellerini yumruk yaptı ve kutlamak için hareketlendi. “Tüm herkes içinden sadece iki kişi sağ kalabilmeyi başardı. Onlarda emir almışlardı. Demirci çocuk Baruk ile Ozan Stairz. Geri kalan herkes.” Gözlerinden ufak damlalarla yaş dökülüyordu: “Hepsi gitti.” Yüzünü elleri ile kapadı. Sarı saçlı kadın abisinin ağlamasından dolayı ona öfkeliydi. Belki de kendisi üzüntü ile yüzleşmekten korkuyordu: “Abi artık elimizden bir şey gelmez. Onlar sağ kalsaydı bizimde üzülmemizi istemezdi. Hareket etmemiz lazım. Bunun öcünü onlardan almamız lazım.” Elmon konuşan kadın kadar soğukkanlıydı. İçten içe ciğerinin yandığını hissediyordu. Fakat küçük kardeşi için güçlü durması gerekiyordu. Karşısındaki kadın ile empati kurdu. Belki oda onun durumundaydı: “Saldırının arkasında kim var peki Awaidon Kendin?” Awaidon, Elmon’un onun aile adını kullanmasından pek hoşlanmamıştı. Rütbe olarak Elmon’dan düşük bir rütbedeydi. Bu yüzden gücenmiş olduğunu ona belli etmek istemedi: “Waal Krallığı. Efedim…” Elmon Ogg’un yanına doğru hareket etti: “Acaba bu beni öldürmek için Waal’dan mı emir aldı? Onlar mı para teklifinde bulundular.” Stayr olumsuz manasına gelecek şekilde kafasını iki yana salladı: “Onu tanıyorum Elmon. Waal’dan emir alabilecek bir tip değil. Fakat efendim. Onun ölmesi gerekiyor.” Elmon kaşlarını çattı: “Sorguya çekebiliriz. Biraz zorlasak öteceğe benziyor. Veya haydutlardan birisi bize yardımcı olabilir.” Stayr yüzünü kaldırdı. Gözünde yaş gözükmüyordu. Fakat uykusuz bir hali vardı: “O konuşmayacak efendim. Ben size saldırıyı kimin planladığını biliyorum. Bu iki olay birbirinden bağımsız gerçekleşti.”



Haberci
Kalın ve üst üste konulmuş duvarlar… Pastergon kalesinde her ne kadar bunlara çok rastlanıyor olsa da dağın ikiye ayrılma sesi tüm odalarından net bir şekilde duyulabilmişti. Üç yıldızdan her hangi biri batmamıştı. Aneo, kamm ve wiimil. Sarı, beyaz ve mavi renklerde gözüken bu üç yıldız. Gökyüzünde akşam olmadan bir renk cümbüşü oluşturuyorlardı. Sarı yıldız diğerlerine göre ufak gözüküyordu. Çıplak gözle seçilmesi pek mümkün değildi. Waal kralı Bai Nekk kalede bulunan odasının balkonundan oluşan sis bulutu manzarasını izliyordu. Gözlemini yaparken dürbün kullanıyor fakat daha rahat gözlem yapmak için bile dik duruşunu asla bozmuyordu. Üstünde beyaz bir gömlek ve kahverengi deri bir yelek vardı. Hem boyu, hem saçları ortalamadan uzun sayılırdı fakat ikisi de çok uzun sayılmazdı. Yüz hatları Zai’ye çok benziyordu. Sahi o aptal acaba şimdi ne yapıyordu? Bekledi gün batımını izledi. Sahip olduğu kadınlardan birisi onu yatağa çağırdı reddetti. Düşünceliydi. Sonuçları merak ediyordu. Bir risk almıştı. Fakat gerekliydi. Amacı için ilk adım buydu. Onia ona tekrar saldıramazdı. Batı Onia, Waal ile boy ölçüşemezdi. Doğu Onia ise uzaktı ve siyasi sorunlar ile boğuşuyordu. Ateşin yüce kralı Estos’un topraklarında ülkeler arasında çatışmalar çok sık gözükürdü. Nede olsa aç gözlülük bu topraklarda bir değer oluşturuyordu. 2 saat boyunca sadece toz yığınını izledi ve delil toplamaya çalıştı.


Bai Nekk’in sahip olduğu kadınların 5’i yatak odasında ona hizmet etmekteydi. İki kadın yemek işleri ile meşgul olurdu. Geri kalan 4 kadın ise temizlik işleri ile meşgüldü. Bu sıra sürekli değişiyordu. Aralarında bir nöbet sistemi vardı. Kralın kale içinde 20 odalı yerleşkesinin tahta kapısında iki nöbetçi beklerdi. Bai Nekk öldürülebilecek biri değildi. Korumaların görevi sadece halk ile Bai Nekk arasına mesafe koymaktı. Boyları 2 metreyi ve 120 kiloyu aşkın iki koruma Bai Nekk kadar asla tehlikeli değildi. Temizlik ve kıyafet işleri nöbetinde olan bir kadın kalın tahta kapının arkasında duran nöbetçilerin yanına uyarıda bulunmak için gitmeye karar verdi. Kadının adı Leça idi. Teni pamuk beyazı idi ve herhangi bir insanın gözüyle görebileceği ender güzellikte bir kadındı. Korumaların karşısında beş Waal’lı ve üç yabancı duruyordu. Geç kalmıştı. Hayır, haberciler erken gelmişlerdi. Korumalar saray hanımlarından birinin izni olmadan hiç kimseyi içeri almamaları üzerine emir almışlardı. Korumalar gelen kişilerin kimler olduğu konusunda Leça’ya bildiklerini anlattılar. Bir savaş raporu ve bir diplomatik görüşme. Aman ne harika diye düşündü Leça. 5 kişilik Waal’lı gruptan elinde parşömen bulunan haberciyi kolayca tanıdı ve yanına çağırdı. Henüz 21’ine basmamış bir görevliydi bu. Yazıcıbaşının altında çalıştığı kıyafetlerinden belli oluyordu. Yazıcılık Waal ülkesinde haberleri halka, yönetime ve askere ileten bir kuruluştu. Başında 67 yaşında senatoda görev alan bir bunak bulunuyordu. En azından Leça onu bir bunak olarak görüyordu. 21 yaşındaki çocuğu kralın yanına göndermişti. Bu kurnazlığı sebebiyle 67 sene yaşayabildiğini düşündü Leça. Haberci çocuğu el hareketiyle yanına çağırdı. Çocuk heyecanlı gözüküyordu. Kral için güzel haberleri vardı: “Haberci şimdi sırası değil. Yarın işi bilen birisi gelsin.” Haberci Leça’nın önünde saygıyla eğildi ve doğruldu: “Efendim yeteneğimden kuşkunuz olmasın. Hem ben geri dönersem işten atılırım.” Leça kendini yanlış ifade etmişti. Fakat bu işten geri dönüş yoktu: “Senin yerinde olsaydım. İşsiz hayatıma alışmaya çalışırdım.” Leça derin bir nefes aldı. Huzursuzdu: “Umarım iyi günündedir. Farklı günlerde farklı bir insan olabiliyor. Şans yanında olsun.” Arkasını döndü içeriye geçmeden son bir cümle daha kurdu: “İçeriye girmeniz uygun olduğu zaman size haber vereceğim.”


Leça krala haber vermişti. Yabancı bir grubunda dışarda beklediğini iletmeyi unutmamıştı. Onlar ile iletişime geçmediğini özellikle belirtti. Waal’lının her zaman önceliği vardı. Kral üstüne hafif sarı zırhı ona giydirirlerken hareket etmedi. Genelde insanları karşılarken bu zırhı kullanıyordu. Pelerini zırhın üst kısmında bulunan çıkıntısına taktılar ve gümüş halkaya benzeyen tacını kafasına hafifçe koydular. Hazırdı. Fakat 10 dakika sonra haberciyi içeri alma kararını aldı. Kral ulaşılmaz olmalıydı. Fakat bir o kadarda hazır. Bai Nekk ondan başka hiç kimsenin yaklaşmasının yasak olduğu tahtına emin adımlarla oturdu. Tahtın rengi siyahtı üzerinde Waal krallığının simgesi olan çiçek kısmı yanan lale simgesi motifleri tahtın her yanına işlenmişti. Taht rahat değildi. Fakat Bai Nekk ona oturmaya alışıktı. Otururken o kadar dik duruyordu ki neredeyse tahtın üstünde ayakta olan 2 metre bir insanın yüksekliğine ulaşıyordu. Sahip olduğu kadınlardan birisi o oturduktan hemen sonra kralın izni ile tahta büyük bardakta ona şarap ikram etti. Sleigims şarabı. İnsanlığın güneyinde yaşayan bir krallıktan ithal edilmiş olan bu şarabın muadili neredeyse yoktu. Bai Nekk şarabını kokladı. Sonra bir yudum aldı: “Haberci gelsin! Herkes taht odasını terk etsin!” Odanın içindeki herkes dışarı çıktı, kısa bir süre sonra genç bir oğlan içeri girdi.


Haberci çocuk kralın önünde eğildi: “Sizinle tanışmak büyük bir lütuf efendim. Umarım gününüz çok güzel geçiyordur.” Haberci kralın yüzüne doğru baktı ve tüm heyecanı endişeye dönüştü. Çok otoriter ve sert bakışlar Bai Nekk’in kahverengi gözlerinden tüm odaya saçılıyordu. Dışarıya korkunç bir enerji yayıyorlardı. Bai Nekk sessizce oturmaya devam etti. Habercinin sorularını cevaplamaya niyeti yoktu: “Tüm gün beni bekletmek mi istiyorsun?” Gerilim yükseldi. Haberci çocuk tam ağzını açmıştı ki Bai Nekk’in “Konuş!” emri tüm odayı titretti. Haberci hızlıca raporunu sunmaya başladı: “Kralim. Yüce efendim. Mutlak koruyucumuz. Waal’ın en büyüğü. Nebu’nun kampı generalimiz Kızıl Ayı Samdol Earz tarafından yok edildi. Askeri yönden çok üstündük Samdol mutlak bir zafere çok yakındı ama sanırım onları küçümsedi. Yani pardon. Eee. Şey. Samdol. Yani komutanımız Samdol Earz, Nebu’yu küçümsedi. Bu sebeple kuşatmaya giden her askeri kaybettik. O iğrenç adam tüm askerlerimizi katletti. Kendi askerlerimiz ile beraber. Yani pardon. Bizim askerlerimiz onurlarıyla kahraman oldular. Nebu denilen hain dağı ikiye ayırıp bir intihar saldırısında bulundu.” Bai Nekk habercinin yüzüne bakmaya devam ediyordu. Tek bir cümle kurmuyordu. Haberci korkudan konuşmasını karıştırmış, ne yapacağını bilemez bir halde idi. Bai Nekk iç işlerini tamamen General Pan’a bırakmıştı. O ondan çok daha otoriter ve katı bir isimdi. Bai Nekk ise rol yapıyordu. Fakat bu işte iyidi. Çok mu sert gözüktüm diye düşündü.

Evet, korku itaat getirirdi. Fakat karşısındaki kişinin dediklerini anlamakta bile zorluk çekiyordu: “Ben dalkavukları sevmem haberci.” Şarabından ufak bir yudum daha aldı. Haberciye verdiği korku yeterliydi. Sırada merhametli kral rolü vardı: “Haberlerin çok değerli. Samdol önemli bir komutandı. Görevin başarı ile tamamlanması beni memnun etti.” Sıkılmıştı. O kural tanımayan biriydi. Binlerce insanı yönetmek onu belli bir sıkışmışlığın içine koyabiliyordu. Daha fazla gelire kavuşacaklardı ve hazinenin yarısı şahsına ait olacaktı. Halkı ondan çok şey alıyordu. Düzene uymak midesini bulandırıyordu. Haberci derin bir nefes aldı ve rahatladı. Yüzünden ter boşanmıştı. Yanlış bir lafı onu idam ettirebilirdi. Yine de görevini tamamlamak zorundaydı: “Efendim. Komutanımız Samdol Earz… Savaştan tek sağ çıkan o oldu.” Kralın mide bulantısı arttı. Bu herif… Beklentisini çok aşmıştı. Kontrol edilmesi çok zordu. Ölseydi işler onun için daha kolay olabilirdi. Sağ ise yolda olmalı diye düşünürken taht odasının kapısı aralandı. Geniş bir beden iki eliyle koca kapıyı iki yana doğru açtı ve biraz duraksayıp taht odasına geldi. Geniş bedenin vücudu kan ve morluklar ile kaplıydı.

Yüzü tanınmayacak haldeydi. Bazı yaraları hala açıktı. Üzerinde zırh bulunmayınca Samdol Earz’in vücudu daha da ürkütücü gözüküyordu. İki elinde kocaman iki beden tutuyordu. Kral korumaları. Bai Nekk içeriye alınmayınca Samdol’un zorla içeriye girdiğini tahmin etti. İpekten yapılma beyaz halıları kan ile kaplıydı. Samdol muhafızları kralın önüne doğru fırlattı. Bai Nekk istifini bozmadı. Haberci farkında olmadan altına kaçırmıştı. Pantolonundan sidik yavaşça dökülüyordu. İşte bu yüzden bu odaya girilmesini yasaklıyorum diye içinden geçirdi: “Hoş geldin Samdol. Bizde tam senden ve başarısızlığından bahsediyorduk.” Samdol çarpık bir şekilde gülümsedi ve haberci çocuğu iki kolundan kavrayarak havaya doğru kaldırdı. Haberci çocuk çığlık atıyordu. Lütfen sesi taht odasında yankılanıyordu. Samdol çocuğun kollarını iki yana doğru gerdi. Bir kolu kopmak üzere idi: “Bu sidikli oğlan mı arkamdan dedikodu yapıyordu.” Kral Samdol’a bağırmanın işe yaramayacağını biliyordu. O onun gözünde şımarık bir çocuktu. Zaten haberci çocuğu pek umursadığı da söylenemezdi. Gür olan ses tonu taht odasında yankılandı: “Ödüllendirileceksin Samdol. Şu günlerde kimse espri kaldıramıyor.” Samdol haberci çocuğu bir tüy gibi yere fırlattı. Bai Nekk gülümsedi: “Bana yine de yeni bir halı borçlusun Samdol.” Samdol’un kurduğu cümleler anlaşılmıyordu: “Sen bana 500 Ata askeri borçlusun asıl. Senin pis işini yaptım. Aklından geçen neydi? O adam çok güçlüydü.” Bai Nekk şarabından büyük bir yudum aldı: “Senin yeteneklerini gözümde büyütmüşüm. Ağzın bir fahişe gibi iki yana açılmış. Neyse dediğim gibi ödüllendirileceksin. Fakat…” Samdol’un vücudu kir ve kan kaplıydı. Kralın ağzından çıkacakları duymak istiyordu. “Fakat... İlk önce cezalandırılacaksın. 100 kırbaç vurulacak. Senin için eminim bir sinek ısırığı gibi gelecektir.” Habercinin gözleri buğuluydu. Emekleyerek hareket etmeye çalışıyordu. Korku tüm vücuduna işlemişti. Neden oraya gelmişti ki? O kadını dinlemem lazımdı diye içinden geçirdi.


Samdol’un ağzından kan geldi. Kendini çok zorlamıştı: “Ödülün askerlerimi geri getirmeyecek.” Kral yarısına kadar şarap dolu bardağını Samdol’a doğru fırlattı. Samdol bardağı yakalarken birkaç damla şarap yere döküldü. Tek yudumda tüm şarabı bitirdi. Bardağı korumaların cesetlerinin bulunduğu zemine doğru fırlattı. Bai Nekk kontrolü eline almıştı. Bütçenin bir kısmını daha şu beyinsiz için harcamam gerekecek diye düşündü. Orduda karışıklık olmasını istemiyordu. Üstelik Pan diğer generallere göre çok fazla siyasi güç toplamıştı. Bir denge unsuru onu rahatlatabilirdi. Ayağa hafif adımlarla kalktı: “500 askerine karşılık emrine bir dev vereceğim. Ganimetin bir kısmı ile kuzeydeki bağlantılarımla bir köle alacağım. Savaşçı sınıfından olacak bu köle.” Samdol’un yüzü gülmeye başlamıştı. Aldığı haber onu memnun etmişti. Bu çok cömert bir teklifti. Bir dev ortalama 10 sene yaşardı. Fakat savaş alanında durdurulmaları mümkün olmazdı. İtaatkar ve korkusuz olurlardı. Kafaları bir insanınkinden daha iyi çalıştığı zamanlar bile olurdu. 10 sene kısa bir süre idi. Fakat Samdol savaş alanlarında kuracağı üstünlükle alakalı hayallere çoktan dalmıştı. Bir dev köleyi satın almak korkunç derecede pahalı idi. Waal’dan büyük krallıklarda bile en fazla 3 dev asker bulunuyordu. Samdol hayallerin içinde kaybolmuştu. O gece ondan mutlu kimse yoktu. Yüz kırbaç onun canını yakmakta yetersiz kalırdı. Fakat yaşayacağı aşağılanma hissini bastırırdı. Yırtık ağzını yokladı: “Tedavi olmam gerekiyor ve yorgunum. 100 kırbaç cezasından sonra şifahaneye götürülmeyi talep ediyorum” Kral başını iki yana salladı: “Talep mi? Kırbaçlanacaksın ve tedavi olacaksın. 1 ayda izinlisin. İyice dinlen. Bir daha talep kelimesini kullanırsan seni ellerimle yok ederim.” Samdol Earz kahkaha attı: “Yumuşadığını düşünmüştüm kralım.”

Keyfi yerindeydi. “Tabiki de emirleriniz benim için bir altın değerindedir.” Bai Nekk, Samdol’un neşeli olmasından dolayı daha çok tiksinti duymuştu. Fakat yaptığı bu fedakarlık onun üzerindeki hakimiyetini bir 10 sene daha götürebilirdi. Büyük bir sorun hallolmuştu. Bu ona pahalıya patlamıştı. Fakat verdiği ödülü uzun zaman içerisinde fazlasıyla alacaktı. Hem bir dev ordu için çokta iyi olabilirdi. Geriye tek bir sorun kalmıştı. Haberci çocuk çok fazla olaya tanık olmuştu: “Sen haberci.” Haberci çocuk doğruldu ve kralın gözlerinin içine doğru baktı. Tam olarak ayağa kalkamamıştı. Konuşmaya çalıştı fakat dili onu dinlemedi. Bai Nekk cebinden ufak bir sikke çıkardı. Sikke gümüştü. Normalde sık çıkan bir maden olmasına karşın, halk genel olarak çok fakir olduğu için gümüş sikke onu maddi olarak ayrıcalıklı yapabilirdi. En azından uzun bir süre karnının doymasını sağlardı. Haberci şaşırdı. Sonrasında teşekkür etmek için yere kapaklandı. Bai Nekk merhametli bir gözlerle haberciyi süzdü. Ses tonu eskisi kadar gürdü fakat bu sefer daha yumuşaktı: “Bu cesaretin için genç haberci…” Haberci kralın dediklerini o an için tam olarak algılamıyordu. Sikkeyi eline aldı. İnceledi. Kulaklarında hiç geçmeyen bir çınlama sesi vardı. Sonrasında babacan bir ses konuşmaya devam etti: “Burada olanlardan dolayı sesini çıkarmayacaksın.

Yoksa bir gün General Pan veya General Samdol seninle özel olarak konuşmak isteyebilir.” Mesaj oldukça açıktı. Haberci tekrar sikkeye baktı. Sonra hızlıca kendi cebine koydu: “Tabii efendim benim gözlerim bugün görmedi.” Samdol habercinin omzuna geniş elini koydu. El kir ve kan kaplıydı. Bu Samdol’un karakteri hakkında ona ipuçları veriyordu. Geniş el habercinin omzu ile beraber kolunun bir kısmını kavrıyordu: “Yalancıları çok sevmem. Gözlerinin görmediğinden emin olmak için onları yuvalarından sökmem gerekebilir.” Habercinin bacakları titredi. Bir çocuk gibi güçsüz hissediyordu. Çığlık atmak istedi kendini tuttu. Bai Nekk’in emri hayatını kurtardı: “Çık ve konuşmak isteyen yabancı grubu içeri al. Sonrasında evine git.” Haberci tekrar selam verdikten sonra kapıya doğru hareket etti. Biraz hızlı olacaktı ki yere düştü. Sonra ayağa kalktı ve çıktı. Samdol kahkahalar atıyor ve arada kendi öksürüğünde boğuluyordu. Kralın onu incelemekte olduğunu göz ucuyla fark etti: “Ne yani? Hep sen mi espri yapacaksın. Ben gidiyorum. Sanki içimde bir şeyler parçalanmış gibi. Hem şifahaneye giderken şu çocuğun önünden geçip tekrar korkuturum belki.” Samdol öksürükle karışık kahkahasını ata ata odadan dışarı çıktı. Bai Nekk içinden küfür etti. Keşke askerler onu bu kadar sevmeseydi diye sitem etti. Kan kokusunu oturduğu yerden alabiliyordu. Yine de iyi taraftan bakmak lazımdı. Taht odasının o görüntüsü düşmanlara korku verebilirdi. Korku itaati arttırırdı. Düşük ihtimalle bile olsa gerçekleşebilecek Onia saldırılarına karşın görünmez bir duvar oluşmasına sebebiyet verirdi. Ayrıca Samdol gibi bir figüre sahip olmak onun askeri başarısını önemli ölçüde yükseltirdi. Kuzeyde bir sorun kalmamıştı. Devlet gitgide daha fazla zengileşecekti. Sonrasında artan maddi gücüyle ordusunu güçlendirip güneye akınlar düzenleyecekti. Bu akınlarda Samdol’a ihtiyaç duyacaktı.


Giydiği kıyafetler biraz daha farklı olmasaydı yabancıların Waal’lı olup olmadığını kimse ayıramazdı. Onia halkı ile Waal halkını ayıran net bir fiziksel özellik yoktu. İki ülke vatandaşları da genel olarak beyaz tenli idi. Yüz hatları birbirlerine çok yakındı. Hatta bazı tarihçiler zamanında iki devletin eskiden bir bütün olduğu konusunda kitaplar yazmıştı. Dildeki benzerliklerin fazla olması bu tezi güçlendiriyordu. Elçilerin hepsi kralın önünde eğilip ona selam verdi. Bai Nekk verilen selamı aldı ve konuşmaları için elçilere kafası ile hafif bir işaret yaptı. Elçilerden biri diğerlerine göre daha yaşlıydı. Yoldaşlarının tekinin eline vermiş olduğu parşömeni aldı. Elleri titremiyordu. Yaşına göre atikti. Çevresindeki kanlı manzaradan etkilenmemiş gibi gözüküyordu. Ya da rol yapacak kadar deneyimliydi. Parşömeni açmadan kral ile göz göze geldi: “Yüce ateş kralı Estos’un insanlığa bahşetmiş olduğu topraklardan Engsa Nehri batısı’nın sahibi, Doğu Onia’nın Kral’ı,özgür insanların babası, kıdemli savaşçı ve iyi bir eş olan büyüğümüz, kralımız Reigan’dan sizlere haber getirdim. Müsadenizle Waal kralı, Estos’un topraklarının neredeyse yarısına sahip olan Kral Bai Nekk. Size kralımın sözlerini iletmek isterim.” Bai Nekk eliyle onay verdi. Yaşlı adam parşömeni seri bir şekilde açtı: “Bai Nekk, senin bu saldırıyı yapma sebebinin kuzeyinizde yer alan ticaret yollarını hedef almak olduğunu biliyorum. Benim bu hamlen ve büyücüm Nebu’yu öldürmen sebebiyle gerçek manada elim kolum bağlandı. Bunu eminim sende görebiliyorsundur. Nebu çok özeldi. Onu özel olarak akademide eğitip geliştirmiştik. Yıllarca ticaret konvoylarımıza eşlik etti ve bizi haydut saldırılarından korudu. Artık o bölgede hareket etmek için bizim on binlerce askere ihtiyacımız olacak. Dolayısıyla geçici bir süre için ticaret yollarını senin kontrolüne bırakıyoruz. Bunların hepsini ön gördün ve risk aldın. Öncelikle senin stratejik zekanı tebrik ediyorum. Durum öncelikle bizim için içler acısı bir halde.

Ticaret ve hayvancılık bizim ana geçim kaynağımız. Tarımda çok gerideyiz ve bu yüzden açlıkla mücadele etmek zorunda kalacağız. Senden para veya yiyecek istemek bizim uzun vadede tamamen size bağlanmamıza yol açar. Bu sebeple aslında siz iki Onia arasındaki bağlantıyı keserek bizi açlığa ve yok oluşa terk etmiş oldunuz.” Bai Nekk insanların kendi hayatlarını ve acılarını anlatmaktan gereksiz yere kıvanç duyduğunu düşündü. Ne önemi vardı ki? Tanımadığı üç beş kişinin hikayesi… Her gün belki de on binlerce kişi farklı ülkelerde çeşitli sebeplerden dolayı ölüyordu. Birkaç kişinin failinin kendisi olması ne değiştirecekti? Onu çok mu kötü bir insan yapacaktı? Yapabilecek gücü vardı ve istiyordu. Sanki diğer insanlar çok duyarlıydı. Bir sineği rahat uyumak için öldürüyorlardı. Hasta birisine kimse evini açıp yardım etmiyordu. Onun diğer insanlardan ne farkı vardı? En azından kimliğinin arkasında durabilecek birisiydi. O insandı. Güçlüydü. İstekleri için diğer insanların üzerinden geçebilirdi. Çünkü oda insandı. Reigan’ın söylevleri onun için çok klişe idi. Daha önce kaç ufak çaplı krallık yıkmıştı kim bilir? Kendisi bile hatırlamıyordu. Yaşlı adamın diksiyonu çok güzeldi. O bu kadar güzel olmasaydı Bai Nekk konuşmayı dinlemeye zahmet bile etmezdi. Sonu nereye bağlanabilirdi ki? Küfür mü edecekti? 50 kez belki bir elçiden küfür yemişti. Savaş mı ilan edilecekti? Belki 10 kez savaş ilan edilmişti? Destek mi, bağlılık mı? Hepsini defalarca kez dinlemişti. Yaşlı elçi sorularını kısa bir süre sonra cevaplayacaktı: “Sözü çok uzatmayı istemem Bai Nekk. Ben diplomasiden çok anlayan birisi değilim. Yemekten anlarım. Beni gözünle görmüş olsan bunu sende tahmin edebilirdin. Ete çok düşkünüm. Bu düşkünlüğüm benim savaşa karşıda ilgi duymamı sağladı ve özgürlüğe belki de… Senin gibi kalede pinekleyen bir korkak olmayı öğrenemedim.

Bu yüzden bunun bedelini açlıkla ödemek istemiyorum. Fakat sana üç tane büyük haberim olacak. Birincisi Batı Onia topraklarını halkım ile beraber terk edeceğim. Topluca Doğu Onia’ya yerleşeceğiz. O toprakları ele geçirmek istiyorsan acele etmen gerekecek çünkü kimsenin olmadığını farkedince diğer komşu devletlerimiz istilaya gelecek. İçinize yerleştirdiğimiz ajanlarımızdan öğrendiklerimiz ile yerleşik bir hayata geçmeye çalışacağız ve tarım yapacağız. Ancak ağzın sulanmasın. Benim Doğu Onia’ya gitme sebebim kardeşimin eşine başkaldırmak olmayacak. Yani kısacası ikinci haberimi tahmin etmişsindir. Taht hakkımdan feragat ediyorum. Bir iç karışıklık şuan en son istediğimiz şeydir. Biliyorsun doğu Onia ile Waal komşu değil. Bu sebeple kısa bir süre sonra seninle karşılaşma şansımız çok azalacak. Bizi takip etmeniz pek akıl karı değil. Şuan en büyük generallerinizden birinin hayatına son vermiş durumdayız.” Yaşlı adam genzini temizledi: “En azından kralımız böyle biliyordu. Ama aktif şekilde bir süre savaşamayacağını ön görebiliriz. Kusura bakmayın düzenleme yapmak istedim. Okumaya devam ediyorum. Bizi kovalarsanız bozguna uğrarsınız. Açık alanda bizim kadar iyi çarpışabileceğinizi hiç düşünmüyorum. Sözü uzatmak istemem. Geri döneceğiz. En kısa zamanda hatta tahmin ettiğinden daha kısa bir zamanda tüm gücümüzle sizi paramparça edeceğiz. Veya ederken bu yolda yok olacağız.” Epikti. Fakat aynı zamanda sıkıcıydı. Orduyu getirseler ne olurdu ki? Pastergon kalesine çizik bile atamazlardı. Yıkım gücü yüksek büyücüleri yoktu. Bai Nekk etkilenmedi gözle görülmeyecek kadar hızlı bir şekilde elini kemer tarafına götürdü. Cesetler aynı hızda yere düştü. Üç boğaza saplanan üç bıçak. Tetiklenmemişti. Sadece hızlı bir şekilde elçilerden kurtulmak istedi.

Çünkü suikastçi olabilirlerdi. Oraya ölmek için gelmişlerdi. Böylece bu sorununda üstesinden gelmiş oldu. İçinin rahatlığı çok uzun sürmedi, kısa bir süre sonra yerini yoğun bir can sıkıntısı hali aldı. Zai çok şanslıydı. Özgürdü, dışardaydı. İstediği ne varsa gözünü kırpmadan yerine getirebiliyordu. Tabi onun kadar bir siyasi güce sahip değildi. Kafasında bu tür kıyaslar dolanırken Bai Nekk, Zai’den nefret etmediğini fark etti. Onu kıskanmıyordu da. Sadece her şeye sahip olmak istiyordu. Doyumsuzdu. İnsan ömrü ise eğer bir yüce kral değilsen kısa sayılırdı. 37 sene diye içinden geçirdi. Düşündü o 37 seneyi. Çoğu insanın tecrübe edeceğinden daha fazla hazza sahip olmuş, daha fazla güzel deneyimleri gerçekleştirmişti. Hayatına her türlü insan dahil olmuştu ve fazla hoşlanmadıklarını ortadan kaldırmıştı. Zai dışında hepsini. İçinin çürüyor olduğunu düşünüyordu arada. Fakat bu düşüncesinin alevlenmemesi için zihnine hakim oluyordu. Vicdanı güçlü birisi kral olamadı. Tek yapabileceği şey içindeki bu çürüğü beslemek için daha fazla deneyim ve haz elde etmekti. Çürük onu beslediği zaman zarar vermiyordu. Fakat bir gün onu beslemeyi bırakınca paramparça olacaktı. Bai Nekk bu gerçekliği 10 senedir biliyordu ve kabul etmişti. Artık geri dönüşü yoktu. Yaklaşan bir ordu, olası bir darbe girişimi, suikast… Bir gün içerisinde tüm tehditlerle yüzleşmişti ve bazıları ile hala yüzleşmeye devam ediyordu. İyi bir insan olmak için artık çok geçti. Büyük ihtimalle artık böylesine bir geri dönüş ya tahtına ya da canına mal olurdu. Tahtına mal olması onu daha çok endişelendiriyordu. Çünkü bir ateş büyücüsü gücünü aç gözlülüğünden alırdı.

Aç gözlülük bir insanın içini bir alev gibi yakar ve geride küller bırakırdı. Zai acaba bu duygularını nasıl iyi bir amaçla kullanıyordu? Ateş , kötücül olmaya mahkum muydu? Hayır. Gücünü sevgiden alıp yozlaşmış doğa büyücüleri de vardı. Sahip olduğu kadınlar odayı temizlemeye başlamışlardı ve üstünü soyup rahat bir giysiyle donatmışlardı. Bai Nekk, bir kral olmanın yetişkinken de bir bebek gibi muhamele görmeyi hak etmek olduğunu içinden geçirdi. Hayatı bir döngü içerisinde geçiyordu. Fakat o günü hatırladı ve gülümsedi. Ona teklifi yapan kişiyi gözünün önüne getirdi. Mavi eldivenli bir adam… Artık büyük bir amacın parçası olmuştu ve çürümekten kurtulmuştu. Acaba Zai’ye de aynı adam benzer bir teklifte bulunmuş olabilir miydi? Onun mutlu olmasını kesinlikle istiyordu. Ölmesini de. Mutlu bir şekilde ölsün evet. Kral hükmünü koymuştu. Fakat onu seviyordu. Tek kalan akrabası oydu. Kısırdı ve çocuğu olmamıştı. Onun kendinin taht üzerinde hakkı yoktu fakat ileride Zai’nin çocuğu ülkeyi yönetecekti. Bununda olmasını istemiyordu. Tanrılara küfür etti. Neden çocuğu olmuyordu ki? Çok defa denemişti, hem de yüzlerce kadınla. O adamdan nefret ettiğini düşündü. Değişik. Az önce içinde yoğun bir sevgi vardı. Fakat onu terk etmişti. O yüzden nefret etmeye değerdi. Aynı zamanda seviyordu da. Hayır ona elini süremezdi. General Pan onun cesedini bir gün önüne getirecekti. Sabretmesi gerekiyordu. Düşünceler zihnini bıraktı. Rahatladı. Gözlerini yumdu ve uyuya kaldı.


Haberci kralın odasından çıktıktan sonra kendini bir hışımla dışarı atmıştı. Midesi bulandığı için öğürüp sabah ne yediyse dışarı çıkarmıştı. Dışardaydı. İki yıldız batmış sayılırdı. Havanın tam kararmasına daha vardı. Gökyüzünde renkler dalgalanıyordu. Fakat habercinin gözü görmüyordu. Nefes alışı normale dönmek üzereydi fakat olan olayları anlamlandıramıyordu. O adam. Çok korkunçtu. Kral gerçekten böyle birine emir veriyor olamazdı. Acaba onun yüzünü unutur muydu? Öldürmeye gelir miydi? Kralın her dediğini eksiksiz dinleyen biri değildi. Kendini güvende hissetmiyordu. Gitmeliydi. Annesine , kardeşlerine bir not bırakıp toz olmalıydı. Her an o kızıl saçlı adam onu zevkine öldürmek için gelebilirdi. Bu ülkede yasalar vardı evet. Fakat Samdol hangi yasayı dinlemişti ki? O kral muhafızlarını öldürdü ve kralın yanına fırlattı. Yere çömeldi. Titriyordu. İnsanlar onu görmezden gelip yanından geçip gidiyordu. Yardıma muhtaç birisine yardım eli uzatmak için deli olmak gerekirdi. O adam bir suçlu olabilirdi. Uzaktaki insanlar onu gözetlediler ve haline üzüldüler. Çıkış yolu yoktu. Gitmesi lazımdı. Köyde yeni bir hayat, evlilik. Raporu sunmadan yok olmam gerekiyor diye düşündü. Gözlerini yumdu. Tekrar çıkardı. Bu sefer içinden katı bir şey çıkmadı. Sonrasında rahatladı. Durdu. Sırtını dikleştirdi. Tabi ya. Kral onu düşünmüştü. Ona para vermişti. Bir gümüş. Hayatını tekrar kurabilirdi. Yeni bir evlilik. Daha yaşı çok gençti. Kendi kendine kahkaha atmaya başladı. Olumsuz duyguları çok sıkışmıştı. Bu sebeple rahatlayınca attığı kahkahası çok gür çıkıyordu. Uzaktan izleyen insanlar onun cidden deli olduğunun hükmünü verdiler ve tekrar kendi işlerine döndüler. Haberci elini cebine attı ve parayı kaldırdı. Baktı ve gülmeye devam etti. Baktı ve para ile bir bütün oldu. Sanki sadece onun için para ve o vardı. Seninle güzel günlerimiz olacak sevgilim diye paraya seslendi. Ona öpücük kondurdu. Hayatı devam edecekti. Bu günü unutacaktı. Köyde refah içinde yaşayacak ve mutlu bir hayat sürecekti. Kral çok cömertti. Bir alev büyücüsüne göre oldukça cömert… Habercinin elinde tuttuğu para akkor halini aldı. Sonrasında yüksek bir ses çıkartarak alev topu aldı. Para inflak etmişti. Patlarken habercinin vücudunun üst yarısı yok olmuştu ve bir at arabası menzilindeki her yer alev almıştı. Çok fazla olaya şahit olmuştu. Bai Nekk işini garantiye almıştı ve konuşmamasını sağladığından emin olmuştu. Haberci artık yoktu. İşin üzücü tarafı habercinin ölmeden önce paranın sahte olduğunu anlayacak vakti olmamıştı. Ölümünün haberi yapılmayacaktı. Unutulacaktı. Hayat içinde bazen acımasız nükteler barındırıyordu.



İsim
Uyandığı zaman kendini çok rahatsız hissetti. Gözleri açılmayı reddediyor, midesindeki bulantıyı iliklerine kadar hissediyordu. Elmon’un başı ağrıyordu. Çok uyumuştu. Fakat baş ağrısının tek sebebi uyku değildi. Çok içmişti. Midesinin bulantısını hissettiği derin susuzluk baltaladı. Yatağından doğrultu. Öksürdü. Ev toz içindeydi. 4 erkekle kalmak çok iyi bir fikir değildi. Ellerinin tersiyle gözünü ovaladı. En azından kötü kokmuyordu. Duş almak, dinlenmek kadar büyük bir nimetti. Ayağa kalktı ve ahşap kapıya doğru yürüdü. Başı sallandı. Gerçekten boktan bir içki içmişti. İnek sidiği içsem daha mutlu olurdum diye zihninden geçirdi. Yavaş adımlarla içeri doğru hareket etti. Stayr, Baruk, Kerul ve Stairz. Üçü de minderlerde oturmuşlardı. Ortada bir yer masası bulunuyordu. Yemeklerin çoğu yenmişti. Elmon sofraya otururken dengesini kontrol edemedi. Bu yüzden sert bir oturuş gerçekleştirdi: “Beni bekleseydiniz şaşardım zaten.” Kerul minderde sırt üstü yatıyor ve evin dışında bulduğu kozalağı yukarı doğru atıyordu. Ona doğru düşen kozalağı yakalayıp tekrar yukarı doğru fırlatıyordu: “Özür dileriz baba.” Elmon, kardeşinin iğneleyici mizahını seviyordu.

Odada bulunan herkesten yüksek rütbedeydi bu yüzden onun ile bu seviyede konuşmaya ancak Kerul cesaret edebiliyordu. Belki birazda Baruk. Elmon bu gereksiz ciddiyetten hiç memnun değildi. Fakat Stayr ve Stairz asker olarak yetişmişlerdi ve bu onların alışkanlığı idi. O yüzden onları yadırgamıyordu. Fakat itaatkar askerlerden çok birkaç dost ona daha yardımcı olabilirdi. Hem canı felaket bir şekilde sıkılıyor hem de eleştiriye ihtiyaç duyuyordu. Sonuçta o genç sayılırdı. Şuan alabileceği bir eleştiri ileride onun için altın değerinde olabilirdi. Bu yüzden rahatlamaları gerekiyordu. Bunun için ev içinde bol bol argo konuşuyor, evi temizlemek gibi fiziksel aktivitelere karışıyordu. Fakat veliaht prens algısının kırılması yine de zordu. Özellikle askerler hanedan soyundan gelen insanlara müthiş saygı gösteriyorlardı. Elmon’a göre bu çok saçmaydı. Fakat bu konuyu çoğu kişinin dile getirmemesine yine de minnet duyuyordu. Bir rejim değişikliği onlarca masum canın kıyımına yol açabilirdi. Peki o zaman neden kendisi tüm dünyayı değiştirmek istiyordu ki? Veya bir krallığı yok etmek. Birçok masum canın dolaylı olarak ölümüne sebep olmayacak mıydı? Hayır yıkmak yetersizdi. İvedi bir şekilde yerine bir şey koyması gerekiyordu. Hem Waal için, hem de tüm krallıklar için. Tüm insanlar. Hatta tüm ırklar için. Çözüm neyi peki? Bir kanun gerekiyordu. Bu topladığı yoldaşları ona kanun koyma konusunda yardım etmeliydiler. 2 asker, bir asil ve bir halk. Güzel ufak bir meclisti.

Elmon elindekilerin kıymetini biliyordu. Fakat elindekiler kendi maharetlerini asıl kıymetleri sanıyordu. Elmon sofraya ayaklarını bağdaş şekilde bağlayarak oturdu. Armut, ekmek ve yeşil bir çorba vardı. Yemeği yüksek ihtimalle Stayr yapmıştı. Aralarında bu konuda en azından elinden bir şeyler gelebilecek olan oydu. Ama oda çok maharetli sayılmazdı. Elmon burnunu kapadı ve yemeğe gömüldü. Tahmin ettiği kadar kötü değildi. Fakat midesi çok fazla yemesine müsaade etmedi. Oda biraz su içip duvara sırtını yasladı: “Eee. Fazla neşeli gözükmüyorsunuz bakıyorum da.” Duraksadı. “Her neyse… Size ilk önce bir haber vereceğim. Görüşme öncelikle güzel geçti. Zai beni dinledi. Dediklerime inandı, tek sıkıntı var ki bir yerde çokta doğruyu söylemedim. Ona gerekli açıklamayı yapacağız. Dürüstlük bu ilişkide önemli. Zai aramıza katılabilir. Onunla ilk buluştuğum zaman sadece müttefik olmak istiyordum. Ama aramıza katılma konusunda çok olumlu sinyaller verdi.” Stayr gözlerini kıstı: “İlginç. Senin gibi birini etkilemişse boş bir adam olmamalı. Ona benziyorsun El… Efendim. Fark ettiniz mi?” Çok güzel. Resmiyet gitgide bozuluyordu. Bugün bunu daha fazla zorlayacaktı: “Hangi konuda? Ve Stayr. Efendim yok. Lütfen rahat ol. Biz artık yoldaşız. Hiyerarşi yok rahat ol. Eğer bir gün doğu Onia’ya dönecek olursak bu yaşananlar aramızda kalacak söz veriyorum.” Stayr’ın şaşkınlığı yüzünden okunuyordu: “Tabi. Şey… İkinizde tahtın bir sonraki varisisiniz.

Fakat ikinizde tahtı istemiyorsunuz” Evet ilginç bir benzerlikti. Elmon’un annesine karşı bir düşmanlığı yoktu. O yüzden otomatik bir bağlantı bulamamıştı. Ancak detayları düşününce Stayr haklıydı. Bu adam detayları çok iyi düşünüyor diye düşündü Elmon. Zai ile buluşmadan önce ona gözündeki morluklar ve kirlenmesini zaman içinde sağlaması gerektiği hakkında fikir vermişti. Sayesinde hiç kimse onu önemli biri sanmamıştı. Stayr batı Onia’nın 1 numaralı komutanı olmayı hak ediyordu. Doğu Onia’nın Nebu’su kısaca Stayr idi. Onun kadar güçlü bir büyücü olmasa bile ince eliyip sık tutan yapısı onu başarılı bir komutan yapmıştı. Konuşmaya bu sefer dahil olan Baruk olmuştu: “ Peki hangi konuda yalan söyledin merak ettim.” Elmon gülümsedi: “Sanırım hazır asker sayımızı biraz abartmış olabilirim. 17.000 kadar askerimizin hazır olduğunu söyledim. Ama şuan tahminen bu sayı kaç? 150 mi?” Stayr kısa bir kahkaha attı: “98.” Baruk kızarana kadar güldü: “Ama istediğimiz zaman doğu Onia’dan onları çağırabiliriz değil mi?” Elmon yavaşça başını iki yana salladı: “Bu durum biraz karışık. Şimdi o kadar askeri çağırsak bile buraya gelmeleri 3 aya yakın süre eder. Bunun dışında çok fazla paraya ve gıdaya sebep olur. Bir sefer için orduyu çağırsak belki onay alabiliriz. Fakat ben Waal’ı dışardan bir güçle yıkabileceğimize inanmıyorum. Yıksak bile bu çoğu askerimizin ölümüne sebep olur. Az askerimiz ölse bile orada senelerce isyan çıkar, hatta belki yüce kralın dikkati üzerimize çekilir ve felaket olur. Ama işin diğer tarafından ben orduyu sefer için getireceğim demedim. Başarısız olursak Zai’ye bağışlayacağımızı söyledim…” Minderlerin üzerindeki tüm yüzler, Kerul’un ki bile dahil gerilmişti. Oluşan kısa süreli samimi hava tekrar yok olmuştu. İlk söz alan Stairz oldu: “Evlat özür dilerim ama bence veremeyeceğin sözleri söylememen gerekiyor. Zai büyük bir kozdu harcamış olduk. Sen sanırım Zai’nin kurduğu yapılanmanın bizim için ne kadar güzel bir fırsat, hatta tek fırsat olduğunu kavrayamamışsın.” Elmon ciddileşti. Karnında kasılma hissetti: “Hayır kavradım. Bu sebeple büyük oynamam lazımdı. Ve hayır. Sözümü tutacağım.” Stairz küçümseyici bir bakış fırlattı. Elmon bundan rahatsız oldu. Her ne kadar onunla rahat konuşulmasını kendi istiyor olsa da küçümsenmek zoruna gidiyordu: “O zaman çok ya aklınızı kaybettiniz. Ya da çok hayalperestsiniz. Birincisi kimse buna müsaade etmez. İkincisi de bu yaptığınızın ihanetten farkı olmaz. Bunun dışında hiçbir Onia’lı bir Waal çapulcusu için savaşmaz veya onun için ölmez.” Kerul’u Elmon’un böyle bir eleştiriye tutulması rahatsız etti. Onun dışında kimse Elmon ile böyle konuşmamalıydı: “Abimin daha önce saçma davranışları çok oldu. Bu aralarında en saçması gibi gözüküyor. Fakat ne zaman saçma bir davranışta bulunsa arkasında çok güzel bir planı oluyor.”

Kerul’un söylediğini fazla kişi ciddiye almadı. Stayr düşünceliydi: “Karşılığında ne aldın peki?” Elmon karışık duygularının akmasına müsaade etti: “Zai bize katılacak. Tüm organizasyonu ile beraber. Biz başarısız olmayacağız. Buna eminim. Emin olmasam bu tür bir iddiaya girmezdim.” Stayr başı ile onayladı: “Planda çok açık var ama yaptığın mantıklı olmuş. Bu yaptığını asla yapamazdım.” Elmon Stayr’ın gözünün içine baktı. Gözünün içinden teşekkür okunuyordu. Konseyde iki onay bir ret cevabı vardı. Baruk olan biteni çok takip edemiyordu. Elmon yarım kalan çorbadan bir kaşık daha aldı. Bu kararına pişman oldu: “Numaralı adam konusunda bize yardımcı olacak bunun dışında. Sadece Onia topraklarında gözükmüyorlar. Baskının olduğu gün Ogg’un bize saldırması tesadüf olamayacak kadar ardarda yaşandı. Birde o köstebek üzerimize ödül konulduğu söyledi.” İçtiği su ağzında ki bilmediği bitkilerin tadını azaltmıştı: “Birde tam anlamıyla kabul etmedi bizi. İki gün daha buluşacağız. Birinde kim olduğumu öğrenmek istiyor. Sanırım hayat hikayemi dinleyecek. Dediğini tam anlamadım. Bu görüşmeler haftada bir olacak. Yani iki hafta sonra planı uygulamaya koymamız gerekiyor. Zamanımız cidden kısıtlı. 3 sene içinde başarılı olmamız gerekiyor. Fakat Zai ile ilgili bu görüşmem büyük bir sorunumuz olduğunun farkına varmamı sağladı. Neredeyse bu grup 1 aydır beraber ve yaklaşık 10 gündür biz aynı evde kalıyoruz. Fakat aramızda hala resmi bir iletişim var. Birbirimizi çok iyi tanımıyoruz. Biliyorum. Kötü olaylar yaşadık. Bir ay çok uzun ve yeterli bir süre ancak hareket etmemi gerekiyor. Yoksa bulunduğumuz hareketsizlik bizim kendi içimizi yememize sebep olacak. Sırayla kendimizi tanıtalım bu yüzden. Biz neden bu yoldan yürüyeceğiz? Benden ne istiyorsunuz? İlk ben başlayayım sonra sırayla devam edelim.” Stayr, Elmon’un bu davranışını çok olumlu bulmuştu. Onda iyi bir lider olmak için bir maya vardı evet. Sadece doğru ellerde yoğrulması gerekliydi. Güzel iletişim insanları yönetmek için en önemli yöntemdi. Hatta bir temeldi. Temel olmazsa yönetilen yapı yok olmaya yüz tutardı.

“Elmon Vondels. Amacımı biliyorsunuz adımı da. Ben tüm dünyayı değiştirecek kıvılcımı ateşlemek istiyorum. İnsanların genel olarak bir baskı içinde bir sıkışmışlık ile yaşadığını düşünüyorum. Aslında bu düşüncelerden öte beni rahatsız eden şey Waal değil. Sadece bir koku alıyorum. Çok çürük geliyor. Bu çürümüşlüğü söküp atmam gerekiyor.” Kalın bir ses konuşmayı böldü: “Daha evde kendi çöplerini çıkartamıyorsun.” Elmon ve gruptakiler güldü. Baruk, Elmon’un konuşmasını böldüğü için özür diledi. Elmon sıkıntı olmadığını söyledi: “Sizden isteğim ise bana yardım etmeniz. Çünkü bu yükü herhangi bir insan tek başına taşıyamaz. Sizden dürüst olacağım ki… Yalan söylemek benim asla adetim olmamıştır. Çünkü beceremem. Beceremediğim için zaten yöneticiliği kesin olarak reddettim. Her neyse 20 seneniz benimle geçecek. 20 sene kalan ömrünüzün aşağı yukarı yarısı demek. 60 yaşına kadar yaşayan insan zor bulunuyor. Bu yüzden yarısından belki de daha fazlası bilmiyorum. Bu büyük bir fedakarlık. Plan tutmayabilir. Her şey bir hiç için olabilir. Ama denememiz lazım. Siz benimle gelmeyi kabul ettiniz ve çok. Doğrusunu söylemeliyim ki çok güzel yeteneklere sahipsiniz. Ben kalifiye bir takım kurmak istiyorum. Bu kalifiye takımın parçası olmanızı çok istiyorum. Ama kendim için veya güç için değil. Ben ölürsem bile bana amacımı tamamlayacağınız hakkında söz vermenizi istiyorum. Çünkü yaşamamız kısa olsa bile buna bir mana doldurmamız gerektiğine inanıyorum. Ancak bu mana bu iğrenç kokan düzenin yerine bir şeyler koyabilme iradesini gösterebilir.” Elmon boş zamanlarında çok fazla kitap okurdu.

Hitabeti ve kelime dağarcığı gelişmişti. Fakat onu odada bulunan o dört kişide ilk defa bu şekilde dinlemişti. Bu Elmon’u ürküttü. Bu grup ile tekrar ciddi bir dinamiğe sahip olmak istemiyordu. Fakat aynı zamanda ona hayran olmuş gibi gözüküyorlardı. Stairz’in bile gözlerinin içi ışıldıyordu. Elmon’un konuşması bitince yanına gitmek için adım atmaya karar vermişti ki oturduğu yerden kalkana kadar Elmon’un yanına ulaşan Stayr olmuştu. Elmon o yanına gelince elini sıktı ve boşta bir mindere oturup Stayr’ı dinlemeye koyuldu. Stayr’ın sesi insana huzur veriyordu. Bazen vurgulamaları çok fazla yapıp gerektiğinden daha yüksek sesle konuştuğu olsa da dinleyen kişiler bundan rahatsız olmuyordu: “Ben Stayr Untelar. Beni de tahminimce herkes tanıyordur. Aynı liderimiz Elmon gibi asil bir soydan geldiğim için aile adımı da illa duymuşsunuzdur. Burada tek batı Onia’lı benim ve sizin aksinize defalarca kez Waal’li köpekler ile savaştım. Açık alanda onları bozguna uğrattığımız çok oldu fakat yüksek kalelerine bir türlü zarar veremedik. Açıkçası ben liderimiz Elmon’a saygı duyuyorum ve bunun birkaç sebebi var. Öncelikle o ileri görüşlü birisi. Waal’in generalleri çok farklı kişiler onlar benim kazandığım seferlerin hiç birinde yer almadılar. Ezzo, Pan ve Samdol. Bu üçünden birinin katılım gösterdiği savaşlardan hiç birinde kazançlı çıkmadım. Hep kaybettim ve geri çekildim. Onların askerleri, teknolojileri çok daha gelişmiş düzeyde. Her neyse onları alt edecek güçte olsak bile kaleye çekildikleri sürece avantajlılar.40 bin kişilik bir ordu bize kale fethi için yetmez. Her ne kadar sayımız onlardan fazla olsa bile o kaleyi almak için 200 bin kişilik bir birliğe yada çok sağlam büyücülere ihtiyacımız var. Fakat elimizde çok sağlam büyücü kalmadı. Kuşatmada bir yöntem tabi ama eğer biz kaleye kuşatma yapacak olursak buda sivillerin açlıktan ölümüne sebebiyet verir. Sonrasında yüce kral işimizi bitirir. Yani sözün özü şudur ki. Waal’a karşı galip gelemeyiz.

En azından bildiğimiz yöntemlerle bu gerçekleşmez. Doğu Onia’ya sıkışıp kalırsak ise kısa vadede yok oluruz çünkü orada çevremizde bizden güçlü onlarca ülke yer alıyor. Maddi gücümüz olmazsa tükenmeye başlarız, isyanlar başlar ve ilk isyan sonrasında tarihin tozlu sayfalarında ancak kendimizi bulabiliriz. Ben ülkem için, halkım için canımı veririm. Hayatım ise canımdan daha küçük bir bedel. Bu yüzden liderimiz Elmon’un planının tek çıkar yol olduğunu düşünüyorum. Açıkçası Elmon gibi tüm dünyayı düşünmüyorum. Ülkem yok olmak üzere gibi gözüküyor. O yüzden kendi insanımı düşünüyorum. Bunun dışında bahsetmek istediğim bir nokta daha var. Ben bazen çok endişeli olabiliyorum. Çok düşünüyor ve hamle yapmayabiliyorum. Elmon benim aksime risk alabilen birisi. Yanında benim gibi bir adamla güzel işler başarabilir. En son söylemek istediğim şey ise... Sevdiğim kadını 3 sene önce Waal ile yaptığımız savaşta esir düştü. Sonrasında yaptığımız farklı bir çatışmada galip ayrıldık ve esir değişimi talep ettik. Özellikle eşimi geri istedim ve tarif ettim. Eşim geri geldi. Fakat artık yaşamıyordu. Kemiklerini bana gönderdiler. Teslim eden asker general Pan’in askerlerinin ona defalarca kez tecavüz ettiğini söyledi. Feala intihar etmişti.” Stayr duraksadı. “Ben bir düzensizim.” Sırtında kınlarında bulunan çaprazlama asılmış iki eğri kılıcı hızlı bir hamle ile eline aldı. Gözlerini kapattı ve kılıcın üstü saydam bir renge büründü. Sonra beyazlaştı. Oda olduğundan biraz soğuk gibiydi. “Kar kılıçları. Ailemin bana kalan yadigarları. Kar bir su büyüsünün ara formu. Ama ana ara formlar arasında yer almıyor. Buz, su veya duman değil. Kar. Ben bir büyücü değilim fakat yinede bu eşya aynı Elmon’un kılıcı gibi benim arzularım ile şekilleniyor. Bir su büyücüsü gücünü öfkesinden alır. Deniz çünkü tüm öfkesini dalgaları ile katlanarak gösterir. Buz büyücüleri ise gücünü nefretten alırlar. Benim elimdeki kılıçlar ise… Yaşadığım bu kötü olaydan sonra bana güç vermeye başladılar. İntikam… İntikamdan besleniyorlar. General Pan’a bağlılar. O öldürülene kadar kar yağmaya devam edecek.” Kar kılıçları Pan ismi odada yankılanır yankılanmaz odanın sıcaklığını belirgin bir ölçüde düşürdüler. Stayr kılıçları kınınına geri soktu. Etkileyici bir hikaye idi. Stayr, Elmon’a bağlı olacaktı.

Elmon onun sadakatine güvenebilirdi. Stairz daha fazla arka planda kalmaya dayanamadı ve ayağa kalkmak istedi. Fakat Baruk çoktan Stayr’in yerini almıştı. Ne konuşacağını çok iyi bilmiyordu. Böyle bir olaya hazırlanmış değildi. Demircilikten dolayı oluşmuş kamburunun gözükmemesi için olduğundan daha dik durmaya kendini zorladı. Herkesin gözlerinin içine baktı. İlk cümleyi kuracakken tereddüt etti. Utanmıştı. Fakat zaman geçtikçe daha kötü duruma düşeceğini hissettiği için sözlerini akışa bıraktı: “Ben Baruk. Sadece Baruk. Beni sanırım tam anlamıyla tanıyan olmadı. Ergenliğe girdiğimde yaralarımın hızlı iyileştiğini fark etmiştim. Sonra insanlara dokununca iyileştirdiğimi fark ettim. Işık büyücüsüymüşüm. Şey… Sanırım buradan başlamamam lazım. Babam, kardeşlerim herkes öldü. Benim için üzülüyorsunuz. Sizin kadar tanıdık bir aileden gelmiyorum. Sadece babam sivrilmiş biriydi. Bende çok üzülüyorum neyse… Yalan söyleyemem. Hepiniz dürüsttünüz çünkü. Her gece ağlıyorum. Yaşananların kabus olmasını diliyorum ama sanki her gün zalim bir şakaymış gibi aynı gerçeklikte kendimi buluyorum. Bana artık üzülmeyin olur mu? Ben üzülmek istemiyorum. Tamir etmek kendi görevim. Kılıçları, zırhları, insanları… Fakat kendi kalbimi tamir edemiyorum. Ama şunu biliyorum ki burada oldukça bir şeyler öğreneceğim. Diğer insanlar boş yere ölmedi. Buna inanmak istiyorum. Tek yolu da burada bulunmam.” Aslında odada orada bulunan hiç kimse Baruk’a karşı onun düşündüğü kadar bir acıma duygusu hissetmiyordu. Üzgün olmasına anlayış gösteriyorlardı. Kerul ise çok yakın olduğu birisinin kaybına tanık olmamıştı.

Babası o çok küçükken ölmüştü. Babasızlık onun için sıradandı. O yüzden Baruk’un hissettiklerini tam olarak anlayamıyordu. Fakat Elmon’u kaybetme düşüncesi içini acıtmıştı. Bu sebeple biraz olsun empati yapabilmekteydi. Sırada o mu vardı tam emin olamadı. Stairz ile göz göze geldiler. Kerul gözüyle onay verdi. Stairz gülümsedi. Yavaşça ayağa kalktı. Sol kolunda bulunan dövme üzerinde askeri üniforma olmayınca onu olduğundan genç gösteriyordu. Dövme ağaç ve kökleri şeklinde idi. Bu Onia’nın bayrağında bulunan ağaç simgesine benziyordu. Stairz hafif pörtlek gözleri ile grup üyelerine teker teker baktı. Sıra Elmon’a gelince kitlendi: “Efendim öncelikle met konuşmak istiyorum. Umarım bunun yaptırımı olmaz. Çünkü siz, size karşı bu dilin kullanılmasını istiyorsunuz anladığım kadarı ile.” Elmon tabiki de diyerek Stairz’in cümlesini onayladı. “Sizin planınız açıkçası deli saçması. Gençsiniz o yüzden kanınız çok kaynıyor bunun farkındayım. Önemli kişileri ikna ettiniz. Burada hakkınızı teslim etmem gerekiyor. İleride Onia’nın geleceği sizin yönetiminizde bence çok parlak olacak. Ancak şuan düşündüğünüz planı uygulamaya başlarsak bunun bedelini net olarak hayatımız ile ödeyeceğiz. Çok ileriye kesinlikle gitmiyorum. Güneydeki lordlar falan değil. Hatta kral Bai Nekk bile değil. Büyük ihtimalle işimizi Waal generallerinin birliklerinden biri bitirecek. Bu kişide yüksek ihtimalle General Pan olacak, yada ondan emir alan birileri. Yetenekli insanlar olsak bile az kişiyiz. Topluca kaç kişinin üstesinden gelebiliriz bilmiyorum. Baruk ve efendi Kerul büyücü olsalar da daha önce hiç savaşmadılar bu nedenle özür dilerim ama iyi asker değiller. Stayr’ın aklına güveniyorum fakat karşı tarafta yer alan birçok üst zeka var. Kral, Ezzo, Pan, vezirler, divan, herkes. Bizimki gibi bir devlet yapıları yok. Çok organize bir şekilde varlıklarını sürdürüyorlar. Adamlarda evlere su taşıyan bile bir görevli var. Okul adlı kurumlarında asker, diplomat, büyücü yetiştiriyorlar. İstihbaratları mevcut. Sokak aralarında çıkan olaylardan bile haberleri oluyor. Yaralıları büyük binalarda usta doktorlar eşliğinde tedavi ediyorlar. Bunun dışında kalede onca koruma ve fiziksel güce dayalı önümüzde onca bariyer var. Büyücüleri mevcut. Samdol denilen adam hepimizin toplamından çok daha güçlü olan Nebu’yu alt etti. 1000 Onia askeri kıyma gibi doğrandı. Bazılarının ise doğranacağını öngören Nebu onları kendi ile beraber feda etti. Burada bize yardımcı olabilecek o gizlenen 98 asker dışında kimse yok. Waal halkı yanımızda kesinlikle yer almaz. Onlar bastırılmışlar. Cesaret gösteremezler. Hadi gösterdiler diyelim. Biz yine de düşmanız. Ne yapacağımıza güvenmezler. Zai denilen adama gelecek olursak. Onun aramıza katılması bana çok güven vermiyor. Nasıl biri onu biz görmedik. Belki de yarı yolda bize ihanet edecek. Kendi prestiji için kullanacak. İşler kötü gittiği zaman bizi sırtımızdan vuracak. Hadi diyelim bize katıldı diyelim onun organize yapısını bir şekilde kullanmamıza müsaade etti ve bize karışmadı. Böyle bir organizasyon ile beraber Waal krallığını çökertmek… Ben bu işin her şey tıkırında gitse bile olma olasılığını yüzde 10 olarak görüyorum. Buda iyimser bir rakam. Efendi Elmon kısacası kafam karışık neden bu işe giriştik? Niyetiniz güzel farkındayım ancak… Bir ışık göremiyorum. Genelde planlar en kötü senaryo dahilinde çizilirler. Çünkü sürpriz olumsuzluklar illa plana zarar verebilirler. Hem sizce bizim koca bir devlete karşı nasıl bir avantajımız var?”

Elmon içinde sarsılmıştı. Fakat inancınız kaybedemezdi. Bir anlığına bile olsa inancını kaybedemezdi. Etse bile bunu belli edemezdi. İlk kıvılcım için inanca ihtiyaç vardı. Bu soruları her gün kendine soruyordu. Evet her şeyin yolunda gitmesi gerekiyordu ve gerçekten Stairz’in olumlu gittiği senaryo dahilinde bile verdiği oran gerçekçi bir oran sayılabilirdi. Yüzde 10, taş çatlasa 15’lik bir başarı oranı. Elmon düşüncelerine veya duygularına kendini teslim etmek istemedi. Hızlı ve hazır bir şekilde cevap vermek için çokta geç değildi: “Tek avantajımız yok. Soruların bu arada çok makul. Ama inan hepsini düşündüm. Zamanı gelince hepsini söz veriyorum ki anlatacağım. Sadece bazı olayların pişmesi lazım. Planın aşamalarında bir sıkıntı çıkarsa zaten Doğu Onia’ya geri döneceğimize söz veriyorum. En azından sizin. Ben Zai’nin emrinde hayatıma devam edeceğim. Ona verdiğim bir söz bu. Yine de kafanın karışıklığını gidermek için bazı avantajlarımı sana söylememde bir sıkıntı yok. Öncelikle hızımız var. Belkide 300 binin üzerinde insanın yaşıyor olduğu kollektif yapı ve 35 bin kişinin yer aldığı ordu ve yönetim teşkilatı. Bunların toplu bir şekilde hareket etmesi ve bizim kadar hızlı hareket etmesi çok mümkün değil. Çok insan demek çok problem demektir. Kendi aralarında yaşadıkları problemler olsun, ihtiyaçları ve kişisel çıkarları olsun. Biz burada Kerul’un kıyafetlerini giymesi için bile zaman kaybediyoruz. Onca insanın ne kadar fazla zaman israf edebileceğini sen düşün. Hızlı olacağız öncelikle. Onun dışında karşımızda ne 300 bin kişi ne 35 bin kişi olacak. Bizim işlerimizi engellemeye çalışan en zorlu kişi senin de bahsettiğin gibi General Pan’ın kendisiyle beraber, iç işlerini kontrol eden kolluk kuvvetleri, askerleri ve istihbarat örgütü üyeleri olacak. Pan’ın kendi ordusu 10 bin kişiden daha az. İç işleri için ayırdığı birlikleri ise taş çatlasa 3 bin kişidir. Zaten gizliliğimiz bozulup düşmanımız tüm Waal olduğu zaman planımız suya düşmüş demektir. Zai’nin yapılanması ile beraber bu dezavantajı götürebiliriz. Bunların dışında en büyük avantajımız şok olacak. Çünkü kimse Waal içinde bizi kimse tanımıyor. Tamam sadece Stayr’ı tanıyorlar. Belki senide tanıyor olabilirler bilmiyorum ama üçümüzü tanıyan yok. Tüm Onia’lıları geri çekilmiş olarak biliyorlar. O yüzden aksiyonlarımız onların içinde bir şok etkisi bırakacak ve korku oluşturacak. Olduğumuzdan kesinlikle daha güçlü görüneceğiz.” Stairz tısladı.

Cevap onu tam olarak tatmin etmemişti. Fakat kötü bir cevap olduğunu inkar edemezdi: “Peki öyle diyorsan… Evet avantajlarımız mevcutmuş. Yine de bu plan tutarsa bile bu elde edeceğin en büyük başarı olacak diye düşünüyorum. Bundan ötesi deli saçması. Neyse. Benim burada oluş amacım şu sarı saçlı çocuğa verdiğim söz. Onu sağ salim bir eve teslim etmedikçe yanınızdan ayrılma gibi bir niyetim yok. O zamana kadar bana fazlasıyla güvenebilirsin. Bana Ganot’u hatırlattın umarım sonun aynı olmaz. Umarım hiçbirimizin sonu aynı olmaz. Ben Onia’ya dönmek mi istiyorum bundan emin değilim. Güneye seyahat edip farklı bir ülkede kendi sanatımı sergilemek istiyorum. Ilama’da sanata fazlasıyla değer veriyorlarmış. Veya Steterona’da tam emin değilim. Buradan sağ çıkalım. Tek isteğim bu.” Stairz’in yapmış olduğu konuşma Elmon’un gerçekliğin sert duvarına çarpmasına sebep olmuştu. Kendini kötü hissetti. Belki de vaz geçmeliydi. Bu kararı alacaksa bu tam zamanıydı. Fakat sırasıyla Baruk’un ve Stayr’ın ışıltılı gözlerine bakınca fikri değişti. Onlar tepki vermek istiyorlardı. Elmon güvenebilecekleri tek limandı. Oda kendine bu sebeple güvenmeliydi. Elmon’un akıl karmaşasına son darbeyi vuran kişi ise hışımla ayağa kalkan Kerul olmuştu: “Sen kendine askerim diyorsun. Fakat gözümde gerçek asker bile değilsin. Belki de sen kendini tam vererek savaşıp savaş alanından kaçmamış olsaydın Nebu kendini feda etmek zorunda bile kalmazdı.” Ortam gerginleşti. Kerul söylediği lafın can acıtacağını ön görmüştü. Fakat tesirinin bu kadar kuvvetli olacağını fark etmemişti. Stairz’in yüzü düştü. Karşısında asil birisi olmasaydı ona dilediğince hakaret edebilirdi. Elmon olaya müdahil olmak istedi: “Kerul. Stairz sözünde durdu sadece. İyi ki de durdu. Yoksa aramızda yer almıyor olurdu.”

Stairz yaşının küçüklüğünden dolayı Kerul ile tartışmayı sürdürmedi. Onun yaşında bende öyle düşünürdüm diye içinden geçirdi. Kerul’un öfkesi ise dinmemişti: “ Ben burada bu işte başarılı olacağımızı veya olmayacağımızı bilmiyorum. Bunu çok merak ediyorum fakat bilmem mümkün değil. Yaşayarak bunu göreceğiz ve sen gibi insanlar umarım kendilerini bu sefer daha çok görevine verebilirler ki başarılı olabiliriz. Ben açıkçası buraya şans üzerine geldim. Annem beni ve abimi kutlamada yer almamız ve tecrübe kazanmamız için buraya göndermişti. Benim hiç sevgilim olmadı. Hiçbir işte çalışmadım. Çocuklarımı falan sevmedim. Yaşama fırsatım olmadı. Deniz bile görmedim anasını satayım. Fakat ben umursamıyorum. Banane. Çoğu zaman yaşadığımız şeyleri seçemeyiz. Hasta olup olmamayı bile seçemeyiz. Ben ilk defa bir şeyi seçmek istiyorum. İlk defa birilerinin üstüme düşmemesini istiyorum.” Stairz “burası bir oyun alanı değil şeklinde mırıldandı. Anlaşılan sonunda oda tahrik olmuştu. Kerul bunu duydu ve daha çok parladı. “O zaman al şu çalgı dediğin oyuncağını ve siktir git kendine bir oyun alanı bul. Ben burada doğru gördüğüm için çalışacağım.” Stairz ayağa kalktı ve hışımla odadan çıkmaya yeltendi. Elmon önüne dikildi ve sakin bir şekilde onun dışarı çıkmasını engellemek için sağ eliyle göğüs kafesine hafifçe dokundu. Stairz öfkesini yatıştırmak için birkaç kere sert nefes alıp verdi: “Savaş meydanını gören bendim efendi Kerul. Umarım bahsettiğim gerçekliği anlayabilmeniz için hiçbir zaman kötü olaylar yaşamak zorunda kalmazsınız.” Baruk titreyen sesiyle Stairz’e cevap veren kişi olmuştu.

Ortamın gerginliğinden çok konuşmayı bölme nezaketsizliği gerçekleştirme fikri onu kötü hissettirmişti: “Şeyy… Aslında o savaş alanında Nebu rakibinden çok daha baskındı ama kaybeden o olmuştu. Aynı Elmon’un dediği gibi sürpriz saldırılar ile galip gelmeyi başarmıştı. Bunu bana sen söyledin Stairz. O şanslı olan tarafta bu sefer biz olabiliriz. Eminim Waal kralı adı her neyse bu baskını hesaplarken benzer bir risk almıştır. Orada hazır bir şekilde bulunuyor olsaydık komutan Nebu’nun performansı bile sadece galip ayrılmamıza yeterli olabilirdi.” Stairz şaşırmıştı. Bu çocukta da cevher var diye aklından geçirdi. Onun yerinde babası olsaydı oda Elmon ile beraber plana dahil olma kararı alırdı buna emindi. Fakat Baruk babası Ganot’a kıyasla farklıydı. Onda farklı bir tür cevher gizliydi. Farklı düşünebiliyordu. Bir asker gibi yıkıcı düşünceden çok yapıcı ama kuvvetli bir düşünce sistemi vardı. Stairz’in nefes akışı normale dönmüştü. Elmon’un ona uzatmış elini sıktı: “Tamam kabul. Bu çocuk beni ikna etti. Plandan dışarı çıkmayacağım buna emin olabilirsin. Şansımız düşük olsa bile denememiz lazım. Samdol’un başarılı çıkma oranı aşağı yukarı yüzde 30 falandı fakat başarılı oldu. Birçok hikaye biliyorum. İnsanlar dezavantajlı olduğu zamanlarda büyük başarılar elde edebiliyorlar. Bizim dezavantajımız çoğu duyduğum hikayeye kıyasla daha mutlak. Denemekten bir zarar gelmez. Uygun zamanda vaz geçeceğimize dair bir söz alırsam eğer.” Elmon geri dönme fikrinin onlara cesaret vereceğini düşünmüştü. Fakat bunu dile getirmek bir hata olabilirdi. Plana zarar verebilirdi. Söz ağzından daha önce çıkmıştı. Bir hata yapmıştı. Telafisini düşünmesi gerekiyordu. “Sözüm söz Stairz. Sonunda tam bir grup olduk gibi hissediyorum. 6 gün süremiz var. Zai gelene kadar daha fazla vakit geçirmek istiyorum sizlerle. Bir bütün olmamız lazım. Bunun tek yolu nelerden hoşlandığımızı, sırlarımızı, zayıflıklarımızı öğrenmek. Birbirimizi daha iyi tanımamız gerekiyor kısacası... Bu sebeple ilk göreviniz benimle beraber sabah akşam kallok oynamak olacak. Bir turnuva düzenleyeceğiz. Günün sonuncusu sakladığı büyük bir sırrı hepimize paylaşacak. ” Kallok bir kart oyunuydu. Oyun iki kişiyle oynanıyordu. 100 karttan oluşan bir destesi içinde askeri birlikler barındırıyordu.

Bir savaşa alanı simülasyonu gibiydi. Oyunda genel itibari ile berabere kalmak mümkündü fakat bu duruma çok rastlanmıyordu. Kuralları basitti fakat oyun çok farklı senaryolara açıktı. Bu sebeple iki kişi arasında oynanan oyunun süresi aşağı yukarı 1 saat sürüyordu. Ordu birlik kartları, Zaman kartları, eşya kartları, anlaşma kartları gibi farklı kart çeşitleri mevcuttu. Gruptaki tüm üyeler özellikle Kerul bu görevi çok sevmişti. Elmon kartları çantasından çıkarıp yere serdi ve karıştırmaya başladı: “Bu arada burada kurduğumuz bu gruba bir isim vermemiz gerekiyor. Aklında bir fikir olan var mı?” Stairz yere bakıyor ve düşünüyordu mırlamaya benzer bir ses çıkarıyordu. Kerul ve Baruk’un aklına henüz bir şey gelmiyordu. İlk fikrini belirten Stayr oldu. Sesinin yüksekliğini kontrol edememişti: “Ölüm mangası, intikam askerleri, Onia’nın fedaileri, ağaç çocukları” Hiç kimse Stayr’ın sunduğu isimleri beğenmemişti. O yüzden onu duymamış gibi davrandılar. Kerul elinde tuttuğu kozalağı sıkıca kavradı: “Aaa kozalak olabilir. Dışımızdan sert gibi gözüksek de ne bileyim tatlı bir isim sempati toplayabiliriz.” Stairz sinsi bir kahkaha attı: “Kozalaklar bizi köşeye sıkıştırdı efendim.” Esprisini beğenen Stayr en az Stairz kadar gür bir kahkaha attı: “işte o yüzden benim koyduğum isimlere benzer bir isim koyabiliriz. Onia’nın fedaileri bizi köşeye sıkıştırdı. Kulağa çok hoş geliyor.” Stairz, Stayr’a karşı çıktı: “Ne yazık ki senin koyduğun isimlerde çok uzun. Hem efendi Elmon’un amacı dışında kalıyor. Zai gibi bir Waal’lı böyle bir gruba dahil olmak istemez. Benim aklıma iki isim geldi. Diriliş veya Nota olabilir. Çok sadeler. Hem asil ve güçlü duruyorlar.” Elmon’un aklına en çok Stairz’in tavsiyesi yatmıştı: “Evet diriliş güzel bir isim gibi duruyor. Fakat nasıl desem ki… Tam olarak içime sinmedi. Ama aklınıza başka fikir gelmezse ismimizi diriliş olarak koyabiliriz. Biraz daha düşünelim.” Baruk kısık bir sesle tartışmaya müdahil oldu: “Miğfere ne dersiniz?” Grup üyeleri birbirlerine baktılar. Stayr başıyla onayladı. Elmon’un bu isim içine sinmişti: “Çok güzel Baruk. Bundan sonra ismimiz miğfer. Hepiniz bu kararıma katılıyor musunuz?” Grubun tüm üyeleri başıyla onayladı. “O zaman bir simge oluşturacağız. Çizimi iyi olan biri var mı aranızda?” Stayr ve Baruk öne çıktı. “Güzel… Bugün itibari ile o zaman. Miğfer teşkilatı kurulmuştur. Kafayı koruyan zırh. Baruk bu dahice. Simgesel manası cidden çok güzel. Hadi hazırlanın. Şimdi kallok oynarken içinizden geçeceğim.” Baruk bu ismi sadece kulağa güzel geldiği için koymuştu. Yine de övgü hoşuna gitti. Elmon iyi bir insandı. Kendini ona yakın bulmaya başlamıştı.




Misafir
Dört gündür devam eden lig usulü turnuvada her bir oyun aşağı yukarı 3 saat sürüyordu. Dışarıda uzun bir süredir yağmayan yağmur kendini hatırlatınca miğfer üyelerinin daha fazla miskinleşmesini sağlamıştı. Lig usulü devam eden turnuvada en aşağı sırada Kerul ve Stairz eşit puanda yer alıyordu. İkiside birbirleriyle henüz oynamamışlardı ve kalan herkese karşı kaybetmişlerdi. Baruk kendinden beklenenin aksine kallok adı verilen kart oyununda beklenenden daha iyi gözüküyordu. Baruk bu oyunu daha önceden oynamamış olsada beklenenden daha üst düzey gösterdiği performansı sayesinde heyecanı giderek artmıştı. Dördüncü maçı başlamak üzere olan Baruk sadece Elmon ile berabere kalmıştı. Elmon onu ilk gerçek manada zorlayan rakip olmuştu fakat bilerek kayıp edip etmediğinden emin olamamıştı. Stayr ise Elmon'a karşı mağlubiyet almıştı. Bu sebepten ötürü eşit puanda bulunan Elmon ve Baruk'tan sonra üçüncü sırada yer alıyordu. Galibiyet onun için kritik bir roldeydi. Stairz bu karşılaşmada tarafsız kalmıştı. İkisi ilede mazisi bulunuyordu. Elmon ve Kerul ise Baruk'u destekliyordu. Kartları karman çorman karıştıran kerul yüz karttan biraz fazla bulunan desteyi Elmon'un eline vermek isterken biraz hızlı attığı için tekrar dağılmasına sebep oldu. Elmon sakince gülümsedi ve Kerul'un sağ yanağından sıktı. Kerul kızarıp otururken Stairz kahkahalar eşliğinde gülüyordu. Elmon kartları iyice karıştığına emin olana kadar karmaya devam etti.

"Kuralları biliyorsunuz artık. Toprakları ele geçirilen oyuncu kaybetmiş olur. İki tarafında savaşacak askeri kalmayacak duruma gelirse oyun berabere biter." Her kişinin dağıtılan kartlar dışında önünde 10 toprak kartı bulunuyordu. Bunlara gelen savunma kartları sayesinde kale dikilebilir, asker konuşlandırılabilir, sur çekilebilir veya hendek kazılabilirdi. Saldırı kartları ise özel birliklerden oluşuyordu. Bir toprak parçasına saldıran birim birkaç tur oradan ayrılamazdı ve her birimin kendine özgü zayıflıkları vardı. Örnek vermek gerekirse atlı birlikler mızraklı birimlere karşı güçsüzdü. Yayan birlikler atlı birliklere karşı güçsüz, büyücüler antitez kullanıcılarına karşı efektif değildi. Her oyuncu başta 8 yüce kraldan birini kahraman olarak seçmeliydi. Bu yüce prenslerden biri eğer toprakların hepsi kazanılmadan oyun dışı kalırsa, yüce kralını kaybeden kişi oyunu kaybetmiş sayılırdı. Elmon kartları dağıttı ve elinde bulunan bronz parayı sakladı. Stayr centilmenlik yapıp hangi elde olduğunu tahmin etme sırasını Baruk'a saldı. Baruk şansını sağ elden kullandı, yanıldığını anlayınca samimi bir yüz buruşturma ifadesini takındı. "Pekala Stayr kahraman seçimini mi tercih edersin yoksa ilk hamlenin sende olmasını mı?" Stayr fazla düşünmedi: "Arando'yu tercih ediyorum." Toprağın yüce kral'ı oyun içinde defansif kuvvetlerin iki kat daha fazla güçlenmesini sağlıyordu. Bu oyunun uzun olacağına delalet gösteriyordu. Stayr'ın stratejisi belliydi. Oyunu uzatıp Baruk'un acemice bir hata yapmasını beklemek... "Pekala Baruk senin tercihin nedir?"

Elmon'un sorusu sonrasında Baruk derin düşüncelere dalmıştı. Birinci olma şansı hala bulunuyordu. Bunu harcamaması lazımdı. "Ben rüzgarın yüce kralı Oliven'i tercih etmek istiyorum." Saldırı kuvvetlerini 2 kat güçlendirecek olan suyun yüce kralı Ahtelos oyunu dengeleyebilirdi. Veya oyun uzadıkça kendi tarafına yendiği birlikleri geçirebilen karanlığın yüce kralı Malvin iyi bir tercih olabilirdi. Oliven'in ise Arando'ya karşı bir üstünlüğü yoktu. Bazı turlar ve kartlar sayesinde fazladan kart çekilmesini sağlıyor ve oyunun hızlı bitirilmesi üzerine stratejiler yapılıyordu. Bu tercih belki acemice bir tercihti. Belkide alınmış bir riskti Baruk tarafından. Senin kurduğun oyunu oynamayacağım demekti. İlk 10 tur saldırmak yasak idi. Bu yüzden iki tarafta savunma kartlarını yerleştirerek işe koyuldu. Toprak kartları üçü önde dördü ortada ve kalan üçüde en arka tarafta yer alıyordu. Stayr yüce kralının kartını en gerideki üçlünün ortasında bulunan noktaya koydu. Bu onu korumak için klasik bir stratejiydi ve neredeyse tüm tecrübeli kalok oyuncuları bu taktikle oynardı. Önüne sırası gelince birkaç sur inşa etti. Surve kale kartlarını yavaşça en önden arkaya doğru eşit dağılıma dikkat ederek dizmeye başlamıştı. Stayr stratejisini kurarken dikkatli davranıyor olsada ilk hamleleri ezberden ibaretti.

Ona göre ilk hamleleri iyi oynayan kişi kazanmayı büyük ölçüde garantilemiş olurdu. Her el ortadan
2 kart çekiliyordu. Kullanıcı hamle yapmayacağı kartı destenin en altına koyuyordu. Stayr başlangıç turları bittiğinde 6 toprağına koruyucu sur, kale, arbalet okçuları, Onarıcılar gibi savunma kartlarını yerleştirmeyi başarmıştı. Başlangıcından tatmin olmuş gibi gözüküyordu. Kendi stratejisine o kadar odaklanmıştı ki Baruk’un dizilimini görünce şaşkınlığa uğradı. Yüce kralı sol ön kanatta yer alıyordu ve önünde herhangi bir korunma bulunmuyordu. Savunma kartlarından çok topraklarında atlı birlikler, büyücü kartları, kuşatma eşyaları ve farklı saldırı kartları rasgele bir dizilime sahip kendi önünde duruyordu. “Bu çocuk cidden bu kadar acemi mi acaba?” diye düşünmekten kendini alıkoyamayan Stayr yinede tedbirli olmayı sürdürmeye devam etti. Kerul hayvancılık kartını merkeze yerleştirdi. Ordunun açlık sorununu kökten çözmüşe benziyordu. Stayr ise çoktan tarım kartlarını merkezine yerleştirmiş bulunuyordu. Bir bölgeye en fazla 5 kart koyulabilirdi ve Stayr el geçtikçe daha fazla kartını bölgesini güçlendirmek için kullanıyordu. İlk adım karşıdan gelmeliydi. Fakat Baruk ilk hamleyi yapmamakta ısrar ediyordu. Üstüne kale savunmasına karşı işlevsiz olacak atlı süvariler gibi kartları tercih ediyordu. Stayr içinden gülmek istedi fakat temkinli mizacı onun rahatlayıp gevşemesine mani oldu. Bir mantık olmalıydı. Çok garip duruyordu. Sonunda gerçekliğin bu kadar basit olarak karşısında durması onu rahatsız etmişti:

“Sen kendine küçük bir Onia kurmuşsun Baruk.” Baruk masum bir şekilde gülümsedi: “En iyi bildiğin yol en kısa yoldur derlermiş.” Stayr’ın içi birazda olsa rahatlamıştı. Saldırıya başlama kararı aldı. İlk tur zırhlı birliklerini ortak alana sürdü. Ortak alan 3 önde 3 arkada olmak üzere 6 kareden oluşuyordu. Sonraki tur Zırhlı birliğinin arkasına okçu birliğini yerleştirdi. Baruk ise kart çekip ordusunu büyütmek ile meşguldü. Sürekli daha fazla süvari birliğini topraklarına ekliyordu. Hepsini ayrık ayrık on toprağına rastgele dağıtıyordu. Stayr ilerledi. İlerledi. Sonrasında bir toprağı ele geçirdi. Tünel kartları vasıtasıyla kendi bölgesinden Baruk’un bölgesine asker yığmaya başladı. Baruk elinde olan birlikleri sırasıyla kaybediyordu. Sürekli kafasını kaşıyor ve düşünceli gözüküyordu. Birliklerin sayısı kısa bir zaman içerisinde 2’den 12’ye kadar ulaştı. Bu Stayr’ın güncel birliklerinin neredeyse yarısı kadardı. Hiç birlik kaybetmeden Baruk’un 4 birliğini ve 3 toprak kartını ele geçirmiş oldu. Arkada bulunan hayvancılık kartını yok edebilirse Baruk’un ordusu kısa bir süre içinde parçalara ayrılacaktı. Yüce kral savunmasız kalacaktı. Bu oyun oldukça kısa süreceğe benziyordu. Sonrasında farklı birşeyler oldu. Baruk 5 farklı yerde bulunan süvari kartını kendi merkezine kadar girmiş olan 14 farklı piyade askerinin üstüne saldırmaya başladı. Stayr şok olmuştu. Atlı askerler öyle farklı yerlerde konumlanmıştı ki Stayr’ın saldırı birlikleri yok olmak üzereydi. Birliklerine destek vermek için tünellerini kullanabilirdi. Fakat o tünelleri kullanması savaşın seyrini oldukça hızlandırırdı. Buda Stayr’ın aleyhine sonuçlanırdı. “Ah hayır. Bunu düşünmüş olamazsın!” Stayr’ın sesi odada yankılandı. İstediğinden daha yüksek seste tepki vermişti. Baruk, Stayr’ın açmış olduğu tünelleri kullanmak istiyordu. Böylece atlı birliklerini onun toprağına yerleştirebilir ve kalesini içerden feth edebilirdi. Stayr ikilemde kaldı. Ya askerlerini tercih edecekti yada kendi topraklarını. Askerlerinin boşluğunu daha fazla tur geçtikçe telafi edebilirdi fakat topraklarına çok fazla yatırım yapmıştı. Stayr kendini düşünürken buldu ve tur süresinin sonuna gelene kadar terler içerisinde kaldı. Sonrasında acele bir hamle yaparak kendi toprağında bulunan tünel kartını yok etti.

“Çok fazla acele ettim. 14 birlik… Cidden büyük bir kayıp” Stayr Baruk’un topraklarında yer alan askerlerini kaçma ihtimali bulunmadığı için mecburen savaşma pozisyonuna soktu. Baruk ise zaman içerisinde kaybettiği askerlerini daha fazla kart çekebileceği için telafi ederek neredeyse hiç asker birliği kaybetmeden Stayr’ın atağını kolayca püskürttü. Bu aslında Stayr’ın düşük olan saldırı gücüne karşı bir hamleydi. Stayr için zaman geçtikçe tekrar saldırı düzenlemesi aynı ölçüde gitgide zorlaşıyordu. Baruk görüş açısını kapatmakta olan kirli, sarı saçlarını tek hamle ile düzeltip aynı zamanda birikmiş terini sildi: “Hayır sen aksine hareket etmedin. Birliklerinle beni içerde daha fazla meşgul edip içerde de savaşabilirdin. Hala savunman çok güçlü. Belki de bu sebeple sadece saldırı odaklı düşmanlara karşı çokta iyi işler yapamıyorsun. Çünkü bir şeyleri feda etmekten korkuyorsun. Fakat günün sonunda daha fazla şeyi kaybeden yine sen oluyorsun. Çok zekisin. Belkide seni kısıtlayan şey budur.” Stayr kafasını salladı. Sinsi bir gülümseme yüzüne yerleşti: “Tespitlerin zekice. Fakat henüz bir çatışma kazandın. Benim işimi bitirebiliyorken bitirmen gerekirdi. Artık senin için ne yazık ki çok geç.” Stayr kuşkusuz ki blöf atmıştı. Fakat Baruk bunun farkında değildi. Bu tabikide onun için muazzam bir avantajdı. Baruk’un moral olarak üstüne geçmesine izin veremezdi. Onun önüne set çekmeliydi. Çünkü Baruk gibi insanlar duyguları harlandıkça kendisi daha fazla parlamaya başlardı. Yinede plan değişikliğine gitmesi gerektiği aşikardı. Açık alanda Baruk’un atlı birlikleri avantajlıydı. Tünel açma ise artık işine yaramazdı. Ona saldırmasını beklerse kazanabilirdi. Fakat Baruk’u buna itecek bir sebep bulunmuyordu. Stayr yaptığı hatalardan ders alan birisiydi. Fakat onu özel kılan özelliklerin başında farklı insanların hatalarından da ders alabiliyor olması geliyordu. Tek ihtiyacı olan şey şanstı. Baruk her el iki kart çekiyordu. Ona gelen tek kartın onu kurtarıyor olması gerekiyordu. Oyun turları ilerledi. Baruk kendine güç kattı ve kendi savunmasını bile şekillendirmeye başladı. Stayr’ın ise yüzü düşmeye devam ediyordu. Berabere kalabilme olasılığı yüksekti. Fakat Stayr’ın kazanabilmesi için mucizeye ihtiyacı vardı.

Sonrasında mucize kartı buldu. Farklı kişilerin elinde çokta işe yaramayabilirdi. Fakat Stayr’ın elinde altın değerindeydi. Stayr yüzünde oluşan gülümsemeyi gizlemeyi başardı. Yarım saat içerisinde Baruk onun kurduğu savunmayı aşacak güce ulaşabilirdi.Tek yapması gereken beklemekti. Zaman geçti ve izleyenler sıkılmaya başladı. Elmon ve Stairz kendi arasında muhabbet edip oyunu sessiz bir şekilde analiz ediyorlarken Kerul minderin üstünde yüz üstü uyuya kalmıştı. Yüksek seste çıkmayan ve belli aralıklar ile tekrar eden horlamasi kulağa bir müzik aleti gibi geliyordu.


Zaman geçti ve Stayr harekete geçme vakti olduğunu anladı. Kundakçı kartını oynayarak (ve onları koruyarak) ortak alan kartlarındaki yolların ikisini işlevsiz hale getirdi. Sadece tek bir hücum güzergahı kalmıştı. Baruk o noktadan ordu kartlarını ileri sürmeye başladı. 20 süvari, 15 piyade, 1 yüce kral, 5 büyücü, 5 yıkım aracı 2 dev, 1 fil. Tek seferde Stayr’in işini bitiremezse bile bu sıkıntı değildi. Kendi kartları sağlam kalacak ve sonraki atakta kazanan kolayca kendisi olabilecekti. Tabi Stayr’ın oyun sahasına koyduğu tuzak kartları mevcuttu. Çok fazla kayıp vermesi olağandı. Bu yüzden ordusunu her zaman geri çekebilecek pozisyona kendisini atmıştı. Saldırı türü başladı. Baruk en öndeki üç toprak parçasından birine odaklanmali idi. Sol kanadı tercih etti surları ve kaleyi aşarken 7 kart kaybetti. Fazla bir kayıp gibi gözükse de oluşturmuş olduğu ordusu çok genişti. Stayr'in koruma askerleri ile beraber toplam 22 birliği vardı. Bunların çoğu piyade birlikleri idi. 4 turun sonunda Baruk’un ordusu içeri sızmayı başardı. İlk toprağı ele geçirdi. Yanındaki toprağı ele geçirmesi bir 4 tur daha almıştı, fakat sadece 3 birlik kaybetmişti. Bu sırada Stayr kendi ordularını yüce kralın bulunduğu en arka kısma kaçırmak ile uğraşıyordu. “Merkezi boş biraktin Stayr. Sanırım son savunma için kendini çok sartladın.”

Baruk Merkeze doğru saldırdı. İçinde herhangi bir birlik kalmamasına rağmen merkezin savunması güçlüydü. Eğer bu savunmada düşecek olursa sadece yüce kralın bulunduğu toprak parçası sorun çıkarabilirdi. 7 tür boyunca Stayr direndi ve Baruk'un süvari birliklerinin bir çoğu yok oldu. Stayr'ın savunmasını aşmak kolay değildi. Fakat sonunda merkezi ele geçirmeyi başardı. Geri kalan toprakları almak kolay sayılırdı. Şimdiden 4 toprak ele gecirilmisti. Ordunun çoğunluğunu hala kaybetmemişti. “Beni yenmenin sanırım bir yolu kalmadı Stayr. İstersen pes et sonraki tura geçelim. Güzel karşılaşma idi. Gerçekten çok güzel bir savunma planlamışsın. Bunları yıkarken her an hata yapabilirim.” Ve Stayr gizli kozunu oynadı. Baruk'un merkezde bulunan ordusu içeri tamamen girer girmez zincirli kapılar ile tekrar üstlerine kapandı. Baruk'un birlikleri içerde mahsur kalmıştı. “Heyecanın ve kendine yakışmayan çene bazlığın kısa sürdü gibi gözüküyor.” Stayr planın ikinci kısmını devreye soktu. Rüzgar onun tarafından esmeye başlamıştı. Kendini artık tetikte hissetmiyordu. Öne geçmişti. Mutluluktan ziyade can sıkıntısı hissediyordu. Demirci çocuk onu eğlendirmişti. Fakat eğlencesi kısa sürmüştü. Aslında Stayr o an sadece tetikte olduğu zaman yaşıyor olduğunu hissettiğinin farkına varmıştı. Kendi bölgesinde bulunan tünel kartını tamir kartı ile düzeltti ve Baruk'un ordusu sıkışık halde iken topraklarını teker teker ele geçirmeye başladı. Turlar geçtikçe Stayr'ın galibiyeti kesinlik kazanmaya başladı. Baruk en sonunda savunmayı kırdı fakat ele geçirilmeyen sadece 2 toprak kartı kalmıştı.

Tekrar ordusunu geri çekmeye çalıştı ve büyük ölçüde başarılı oldu ancak Baruk toprakları tekrar geri almaya başlayana kadar 9 toprak parçasıda ele geçirilmiş oldu. “Belkide kız kardeşime baktığın kadar dikkatli bir şekilde oyuna konsantre olman gerekiyordur kim bilir.” Stayr'ın sesi öfkeden ziyade uğraşmak isteyen babacan bir ses tonunda çıkmıştı. Baruk kıpkırmızı oldu. Eveleyip geveledi. İnkar etmek istedi fakat dili yalan söylemeye alışkın değildi. Stayr, Baruk'a elini uzattı. “Öz güvenini kırmak istemem. İyi oynadın. Fakat daha fazla deneyim kazanman gerekiyor. Kazanmamın şans işi olduğunu eminim içinden geçiriyorsun. Fakat şunu unutma. Savaş alanında bu oyuna göre bu faktör daha fazla etkin oluyor. Sana tavsiyem kendini tek plana odaklama hiçbir zaman.” Baruk, Stayr'ın yüzüne bakmakta zorlandı. Kendini suçlu gibi hissediyordu. “Kız kardeşim konusunda endişelenmene gerek yok. Oldukça güzel bunun farkındayım. Ona her bakmaya çalışan ile çatışmaya girseydim şuan yapmış olduğumdan 100 kat daha fazla kez birilerini pataklamam gerekirdi. Buda çok çok yorucu bir süreç. Benim bir ömrüm var. Buna harcamak istemem. Fakat rakibin çok fazla. Awaidon ise çok seçici. Beni bu oyunda yenemezken onu etkileyecek bir zekaya sahip olmanı mümkün görmüyorum.” Stayr'ın yüzüne sıcak bir gülümseme yayıldı: “Rövanş maçı için her zaman buradayım.” Baruk karışık duygular içinde Stayr'a baktı. Onla dost mu olmak istiyordu? Öfkeli miydi? Övdü mü yoksa kötü bir laf mı söyledi çok anlam veremedi. Ama mimiklerinin samimi olduğunu gözlemleyince oda gülümseyerek ve teşekkürler ederek karşılık verdi. Baruk grubun içinde en saf olanıydı. Bu kötü bir şey miydi? Bazen bundan emin olamıyordu. Fakat gruptaki herkesten hergun farklı birşeyler öğrenmişti. Stairz kendi güçsüz tarafını kendini yüksekten pazarlayacak gosteriyordu. Kerul ise ergenliğin zirve dönemini yaşıyordu ve huysuzdu.

Elmon ise sır doluydu. Kendinden bahsetmezdi. Stayr ise örnek alabileceği bir kişiydi. Acı çekmişti. Fakat neşesini kaybetmemişti. İyi bir insan olmayı kendi tercih etmişti. Baruk'un son zamanlarda öğrendiği en önemli şey buydu. Mutlu olmak ve ahlaklı olmak zor bir işti. Fakat güzel bir yoldu ve onu yansıtıyordu. Aslında gruptaki herkes beklediğinden daha iyidi. Gittikçe güveni artıyor ve yeni bir aile bulmuş gibi hissediyordu. Fiziksel yaraları büyü ile iyileştirebilen Baruk, ruhsal yaraların iyi insanlar sayesinde tedavi olabileceğini keşfetmişti. Stairz Baruk'u teselli etmek için omzuna dokunmuşken. Baruk gozlerinden bir süredir yaş akıyor olduğunu fark etti. “Hadi evlat sadece bir oyun, bu kadar hırslı olduğunu bilmiyordum.” Baruk göz yaşlarını hızlıca sildi. İçinde mutlu hissetsede ağlaması daha şiddetlendi. “Lütfen sizde ölmeyin. Bana söz vermenizi istiyorum.” Stairz gülümseyerek cevap verdi. Onun için üzüntüsü daha fazl artmıştı. “Kimse böyle bir söz veremez evlat. Yani evet yüce krallar, Güney'in lordlari falan ölmüyor. Onları çıkarırsak hepimiz bir gün öleceğiz.” Elmon söze dahil oldu. “Güzel bir anının bitişinin olacağını bilmek o anı yaşanıyorken daha değerli kılar Baruk. Biz artık kardeşiz. Bunu asla unutma.


Dış kapıdan gelen sert tıklama sesleri miğfer üyelerinin endişelenmesine sebebiyet verdi. Yerleri keşfedilmiş olmalıydı. Elmon yavaşça ayağa kalktı ve sessizce Kerul’u uyandırıp ağzını eliyle kapadı. Kılıcını alması için ona işaret yaptı ve sırayla tüm üyeler ile göz göze geldi. Yavaş adımlarla bulunduğu odadan çıktı ve arkasına bakıp herkesin gelip gelmediğinden emin olup yoluna devam etti. Kapıda ki adam arsızca kapıya vuruyor acelesi olduğunu sürekli göstermeye çalışıyordu. Elmon sonunda kapıya ulaşabildi. Yanındakilere gard alması için gözüyle uyarıda bulundu. Onayı aldıktan sonra kendi kılıcını gizleyip kapıyı sakince açtı. Kapıyı açtığında soluk mavili cüppe giyen ve yüzlerini kapşon ile kapatmış iki kişi gördü. Giydikleri bir çeşit din adamı kıyafeti olmalıydı. Daha ince gözüken din adamı kıyafetli adam tanıdık bir ses tonu ile sitemde bulundu: “ Dışarıda yağmur yağıyor. Şu amına koyduğumun kapısını biraz erken açsanız ne olurdu sanki. Ben seni misafir ederken böyle mi davranmıştım? Miğferin lideri? Üstelik bir yay gerebilen bile yok aranızda. Hatta taşıyan bile. Nasıl bir pusu yapacaktınız? Üstüme topluca çullanacak mıydınız birbirinizi ezmeden?” Zai kapşonunu indirdi ve yanında bulunan adamla beraber içeri adım attı. Elmon istemsizce hafif bir kahkaha atmıştı.

Bulundukları yerin Waal istihbaratı tarafından deşifre edildiğini düşünmüştü çünkü. “Miğfer mi? Seninle buluştuğumuzda bu ismi henüz koymamıştık.” Zai’nin yanındaki adam mavi cübbesini yere bıraktı. Açık mavi soluk gözlere sahip iri bir adamdı. “ Herkesin kendine ait bir sırrı vardır.” Zai yarı öfkeli yarı eğlenceli bir tavırla yanındaki adama destek verdi. “Evet sanırım seninde sırrın ordunun aslında elinde tam olmamasıymış. İyi bir blöf yaptın. Elmon Vondels. Fakat bu benim için sıkıntı değil. Sonuçta bende sana içki şişelerini verirken bohcanin içine bir sinek yerleştirdim. Krak bir doğa büyücüsü. Hayvanları kontrol edebiliyor. Odada hiç farketmediğiniz bu sinek bize bilgileri iletti. Sonuçta yeni tanıdığım bir insana çok fazla güvenmemi beklemezdin değil mi?” Elmon yoldaşlarının silahlarını indirmediğini farketti “ Güzel bir güven ilişkisi kuramamışız. Belkide bu dönem için fazla paranoyak davrandık ikimizde.” Zai sert bir bakış yolladı sonra muzip bir şekilde gülümsedi. “İşte tam bu yüzden çalışmaya uygun birisin Elmon. Ufak tefek pürüzler olsada. Hikayende tutarlısın. Tasvip etmediğim üç şey gerçekleşti, bunların hepsini şimdilik görmezden gelebilirim. Geri kalan güven süreci zaman içerisinde oluşacak. Sonuçta birbirimizi tanımıyorduk.” Stairz kılıcını kınına yerleştirdi. “Diğer iki şey neydi peki seni rahatsız eden.? Kerul'un horlaması mı?” Kerul kızardı. Zai'nin yüzünde gülümseme yavaş yavaş yok oldu. Gözlerinde tehlike vardı: “Birisi sensin.” Stairz yutkundu. Kerul ile göz göze geldi. Beklediğinin aksine Kerul hiç gülmemiş ve kılıcını daha sıkı kavramıştı. Zai, Stairz’in yüzünün tüm hatlarını inceler gibi gözüküyordu. Gitgide yanına yaklaştı. “Sen ve şu sikik Stayr denilen adam.”

Yüzünü Stayr'a doğru döndü “Özellikle sen. Yüzlerce Waal’linin ölümüne sebep oldunuz. Size asla sempati duymamı beklemeyin. Bazıları yakınlarımdı. Beraber iş yapabiliriz fakat bundan ötesi asla olmayacağız.” Kerul öfkesini kontrol edemedi. “Sanki senin arkadaşlıklarına çok ihtiyaçları var sikik seni.” Elmon, Kerula doğru kaşlarını çattı. Kerul kafasını yere doğru indirdi. Zai düşmancıl bakışlarını bir süre daha Stayr'a doğru yönelttikten sonra Kerul’a cevabını sakince verdi. “ Seninle bir alıp veremediğim yok velet. Senin şuan abime karşı hissettiğin öfkeyi bende bu adamlara karşı taşıyorum sadece. Neyse. Ben makul bir adamım. Bu işi sevmediğim insanlarla beraber yapabilirim. Daha öncede yaptım. Şimdi ben sizi dinleyerek Elmon öncelikle tanıma kısmını hızlandırmış oldum. Çünkü vaktimiz olmayacağını tahmin ediyordum. Buradan gitmemiz gerekecek. Buraya yerleştirdiğin birliklerine haber sal. Benim karargahlarımdan birine yerleşeceğiz. Önümüzdeki bir iki gün içerisinde buranın güvenli olmayacağını düşünüyorum. Ve şu iki katili ağırlamak beni rahatsız edecek.” Elmon bir ay boyunca kurmaya çalıştığı ve başarıya ulaştığını düşündüğü grup dinamiğininin saniyeler içerisinde parçalara ayrıldığını deneyimlemişti. “Zai yoldaşlarını kaybetmenin acısını anlıyorum. Senden sempati ve arkadaşlık beklemiyorum. Sadece onlar görevini yapıyordu. Baruk babasını, Stairz ise en yakın arkadaşını kaybetti 1 ay önce.” Zai hiç rahatlamışa benzemiyordu.

“Onlar savaşarak katil olmayı kendileri seçtiler. Ben masum hiçbir canı almadım. Bu tercihi yapmamış olsaydım eleştiri hakkım bulunmazdı. Asker olan kişiler emir eridir. Fakat üst rütbeler dökülen kanın yolunu çizen kişilerdir. Üstelik bana ortaklık vaad ettin Elmon. Davranışlarımı sorgulayacak bir konumda değilsin.” Cümlesini bitirdikten sonra Baruk'a elini uzattı: “Abimin aksiyonları sebebiyle aileni kaybetmişsin. Özür dilerim. Yapabileceğim bir şey bulunmuyordu.” Zai sonuna kadar haklıydı. Elmon onun düşüncelerini veya duygularını değiştiremezdi. Stairz’in Baruk’un babası Ganot’a verdiği söz grupta kalması için bir gerekçe idi. Fakat Stayr bu şekildeki bir tutum sebebiyle yeni kurulmuş bu gruptan ayrılabilirdi. Elmon onu bu davranışı sebebiyle haksız bulmazdı. Düşman ülkeden birisinin altında ezilerek çalışmak ve kendi gururunu yok etmek… Yeni tanıştığı birinden isteyebileceği türden bir şey değildi. Stayr o süre boyunca sırasıyla Zai ve Krak üzerinde gözlerini gezdiriyor, sessizce konuşma sırasının kendine gelmesini bekliyordu. Gözlerinde ne parlak bir öfkeye nede yılgın bir incinmeye dair bir işaret bulunmuyordu. “Haklısın.” Oda bir an sessizleşti. Herkes Stayr'a odaklanmıştı. Krak gür bir kahkaha patlattı. “Bu eleman bizle tassak geçiyor olmalı. Benim kardeşlerimin 6’sı Onia ile olan savaşlar sonucunda öldürüldü.” Stayr başını iki yana salladı. “Bu şekilde yaşamak banada keyif vermiyor. İntikam. Öfke, kar, su ve buz her neyse. Ben mi böyle idim yoksa bu yol mu beni buraya çekti? İçimde hala bir arzu var evet. Öldürmek istediğim birisi var. Aklıma o gelince damarlarımdan akan kan bir akarsu gibi boşanıyor. Fakat… Biliyorum ki arzum tatmin olunca orada bir boşluk olacak. Uzun süredir kar yağan bir dağ zirvesi gibi… Bomboş ve yalnız olacak.

O zaman içimdeki bu intikam arzusu yeni birisini arayacak. Ve bu kişide… Ben olacağım.” Stayr diz çöktü. Gözlerindeki ifadeden ağlamak istediği belli oluyordu. Fakat göz yaşları kuruyalı çok olmuştu. “Onların canına karşılık kendi canımı verebilirim. Benim bu arzum masum insanları öldürttü.” Kerul'un sesi öfkeliden çok şaşkın bir ses tonu ile çıkmıştı. Bu sebeple kızgın rolü üzerinde çok yapay durmuştu. “O askerler masumları öldürebilir veya daha kötü şeyler yapabilirdi. Sen bizi korudun! Kendine gel artık.” Stayr başını iki yana salladı. “İhtimaller üzerinden bir rota oluşturup kendi günahlarını geleceğe bağlamak… Bunu ancak gerçekten kötü insanlar yapabilir. İçin sönecek ise buradayım. İntikam arzunu anlayabiliyorum.” Zai baltalı mızrağını eline aldı. Şimşek hızında yere indirdi. Darbesi Stayr'ın birkaç santimetre yanına doğru isabet etmişti. “Senin olduğun kişi olmak istemiyorum. Belki gerçekten yıkıldın. Belkide rol yapıyorsun. Banada senin yaptığın şeyi yaptırmaya çalışıp vicdanını ölmeden önce temizletmek istemiyorum. Fakat bu iş tamamen bitince… Sen ile ben. Adil şartlarda teke tek bir ölüm kalım karşılaşması yapacağız. O zamana kadar… Suçlarını olabildiğince göz ardı etmeye çalışacağım. Ayrıca bu kararım senin sikik sokuk edebiyatın sebebiyle meydana gelmedi. Ne kadar acı çekiyor olduğun açıkçası sikimde değil.”

Elmon içinden bilmediği tanrılara o kadar fazla dua etmişti ki çıkan sonuç sonrasında birisine inanması gerektiği fikrine kapılmıştı. Zai baltalı mızrağını tekrar kınına yerleştirdi. Sonrasında mızrağını çıkardığı yere tükürdü.Gözlerini Elmon’a doğru dikti ve kendinden emin bir şekilde konuşmaya devam etti: “Sen elindeki tüm kartlarını oynuyorsun. O yüzden seni suçlayacak değilim. Krallıktan benim yaptığım gibi vazgeçmişsin. Bu ikimizi bir ölçüde benzer kılıyor. Bu yanımdaki insan azmanı benim baş yardımcım. Ana planlara onunda dahil olmasını istiyorum. Karargaha geçince planını dinleyeceğim. Hızlı bir şekilde yola koyulmamız gerekiyor. Fakat o kadarda acele etmemize gerek yok. Vakti ayarladım, istihbaratıma güvenebilirsin. Bu arada senin hoşuna gidebilecek bir haberim var. Sana artık güvenebiliyorum. Çünkü gerçekten de benden başka bir umudun yok gibi gözüküyor. Elimde abime karşı çok büyük bir koz var. Oturup bir çay içmemizin bir mahsuru var mıdır?” Elmon eliyle yol gösterdi. Zai en önden yol aldı. Onun ve Krak’ın arkasından gelen Elmon Miğferin diğer üyelerinin yüzünü inceledi. Stayr donuktuk. Baruk kafasını önüne doğru eğmiş olanları anlamlandırmaya çalışıyordu. Her ne kadar dilini çıkartıp Zai'nin korkunç bir taklidini yapıyor olsada Kerul'un hissiyatı da Baruk ile benzerdi. Stairz'in yüzünde ise haklı çıktığını düşündüren bir ifade vardı. Tahta sehpanın etrafında bir çember oluşturdular. Zai önüne çay gelmesini bekledi ve o süreç boyunca sessiz kaldı. Sonra unuttuğu bir konu aklına gelince sessizliğini erkenden bozdu “Haaa. Bu arada biz tanışacaktık. Ben seni tanımış oldum. Fakat ne kadar bencilim. Seninde beni tanıman lazım. Neden böyle bir yola girdim ve bu süreç boyunca başıma neler geldi? Kısaca bahsetmek istiyorum.” Kerul başını iki eliyle kavramıştı. Çok fazla yüklenen bilgiyi kaldırmakta zorluk çekiyordu. “Lütfen. Önce sırrı söyle. Dikkatimi sürekli bir yerlere döndürmekten allak bullak oldum.” Baruk birden ayağa fırladı. “Tabiki ya döndürmek!!! Gerçekten. Gerçekten bir dahisin sen. Müthiş müthiş.” Baruk’un yüksek çıkan sesi odada bulunan herkesin tuhafına gitmişti. Meraklı gözler ona odaklanmış olayı kavramaya çalışıyordu. Baruk kızardı “Şey. Ben sanırım. Özür dilerim.” Kerul kahkaha attı. “Hayır hayır. Haklısın sen. Ben bir dahiyim teşekkür ederim. Baruk sessizce mırıldandı. Bir kağıt ile kalem alıp Zai sözlerini bitirene kadar sessiz durma kararı aldı. Zai’ye odaklanan Baruk bir kağıda değişik matematik işlemleri ve şekiller çiziyordu.
 
Son düzenleme:
Eline sağlık abi ilgi çekici duruyor ilk fırsatta göz atıcam umarım başarılı olursun.
Birde hikayeyi spoilera alsan daha iyi olur yorumları okumak için aşağı kaydırmak yorucu olabilir.
 
OP'ta olmasını istediğin şeyleri yazmışsın demek. :d

Şaka bir yana uzun bir yazı olduğu için boş zamanda okuyacağım. Başarılar şimdiden.
Çok teşekkür ederim.

Op ile kıyasla şöyle diyebilirim. Gerçekten geniş bir evren kurdum. 28 farklı ülke, farklı kültür, büyü çeşitleri(birisi gerçekten hakiyi andıran bir sistem mevcut) Optaki kadar geniş karakter hikayelerim mevcut değil genelde önemli gördüğüm karakterlere yoğunlaştım.

Optan en çok arakladığım sanırım silahlanma hakisi benzeri bir sistem olabilir.
Birde kitle olarak 18+40 yaş arası bir kitle seçtim.
 

Bu Konuya Bakmış Kullanıcılar (Üye: 0, Ziyaretçi: 1)

Korsanfan.com Her Hakkı Saklıdır. 2008-2023.
Tasarım Korsanfan V.6.0
Yukarı Çık