Daha önce bazı arkadaşlar hikayelerini falan paylaşmışlar ama hepsi dağınık farklı konularda ben de yazı şiir çeviri vb. çalışmaların bi konunun açılıp aynı yerde paylaşılıp tartışılması daha iyi olur diye düşündüm
- Kendinizden biraz bahsedebilir misiniz? Tiyatro-Kültür-Sanat merakınız nasıl başladı?
Açıkçası ben böyle bir merakın başlamayacağına inananlardanım. Yetenek öyle ya da böyle bir kişinin doğasında, yaratılışında vardır bana göre. Veya yoktur. Kişi hayata farklı bakmaktadır ve çevresine uyum sağlayamaz. Sonradan ya topluma boyun eğer ya da mücadele ederek, didişerek, itişerek, kendini geliştirerek bir noktaya gelir. Bunun ötesi zorlamadır. Herhangi bir kişi kursa katılarak gitar çalmayı, çizimi, yazmayı öğrenebilir ama bunlar sadece onun gerçek kimliğine katkı olur o kadar. Sanat kısmı başka bir derttir.
Benim durumum da yazdıklarımın özeti gibiydi. Erkenden okuma yazma öğrendim. Çizgi romanla tanıştım. Fantastik ve tarihi sinema örnekleriyle haşır neşir oldum. Derken bir gün Macbeth oyununun sinema versiyonuyla karşılaştım siyah beyaz TV döneminde. Büyük şeyler söylemek için tarihi klişelerin kullanılabileceğini fark ettim. Ayrıca işin içinde büyü de vardı cadılar da. Hemen tiyatro oyunları okumaya başladım. O sıralar Devekuşu Kabare ve Nejat Uygur popülerdi. Ek olarak Gırgır, Fırt, Çarşaf mizah dergileri. Kara mizah, siyasi taşlamalar, mizahın bin bir rengi okumalarımda birbirini destekledi. Üstüne üstlük gösterge bilimci bir gözüm vardı hep. Bir görsel veya yazılı metne bakıp asıl anlattıklarını görebiliyordum her daim. Dedim “Ben bunları birleştireyim.”.
Tiyatroya bulaştım önce. Dekor, kostüm, müzik, ışık gibi perde arkası işleri öğrendim. Sonra sahneye çıktım. Ardından pandomim, bale, dans, jonglörlük, sihirbazlık, kukla çalıştım. O sıralar artık 19 yaşıma ulaşmıştım. Tiyatro grubumu kurarak oyun yazmaya başladım. Piyasadaki ezberci, masallı çocuk oyunlarını beğenmediğim için kendi tarzıma uygun gerçekçi komediler kaleme aldım. 1992 yılından bu yana o oyunları geliştirerek sergiliyorum. Sonra palyaço gösterileri yaptım.
1997 yılında Çapa Çizgi Roman Grubu kurucularından oldum. 3 sene süren yazarlık ve editörlük görevini sürdürdüm. Ardından eleştiri ve inceleme yazıları yazmaya başladım.
1994 yılında Ankara Üniversitesi DTCF’de Tiyatro Bölümünü kazanmıştım. Dramatik yazarlık ana sanat dalı. Bitirme tezimi “Çizgi Roman Senaryosu Yazım Teknikleri” üzerine hazırladım. Daha sonra bu kitaplaştı. Şimdilerde de onlarca iş arasında tamamladığım “Çeviride Çizgi Roman” yüksek lisans tezimin kitap olarak basılması hazırlığını yapıyorum.
-Türkiye’ de çizgi romancılığın meslek olabilmesi için neler yapılmalı sizce?
Biraz eski zamanlarda olsaydım topu hemen yayıncılara atar kenara çekilirdim. Sonuç itibariyle yayıncının görevi bir ürününün basımını yapmak, tanıtmak, okur toplamak, yazarı için lansman etkinlikleri düzenlemekti. Ancak devir değişti.
Artık çizgi romanı meslek olarak görmek isteyenlerin yapması gereken şey iş üretmenin yanı sıra sosyal medyayı etkin kullanmasıdır. Okurunu da etkinliğini de sanatçı kendisi bulur oldu. Bu kanalları etkin kullanmak şart.
Ama işin piyasasını bir yana bırakırsak asıl konuşmamız gereken şey “sanat üretmek isteyen kişinin niye ve neyi üretmesi” gerekliliğidir.
Çizgi roman senaryosu yazabilme veya çizebilme neresinden baksanız basit bir teknik hadisedir. Tıpkı gitar kursuna gidip çalmayı öğrenmek gibi. Elbette o kişilere de ihtiyaç var. Partilerde eşe dosta çalacak. Sokakta çalıp para toplayacak. Barlarda çalıp zaten olan şarkıları tekrar edip insanları eğlendirecek. Orkestrada çalıp notaları uygulayacak. Hepsi teknik, hepsi lazım. Ancak asıl mesele besteci olabilme kısmında. Tüm orkestrayı hayal edebilmekte. Bir şey söylemek ve birilerinin kalbine ulaşmak için kendi tınısını bulabilmekte. Çizgi roman sanatçısının da asıl yolu da bu olmalı bence. Ne eksik, ben ne düşünüyorum, ben neden üretmek istiyorum, ne söylemek istiyorum, kimin sesi olacağım… Hayattaki yerimizi bulmadan hayata bir şey söyleyemeyiz. Sadece teknik işler üretiriz. Kötü mü? Değil. Çok mu lazım? Onlardan çok var…
- Hitabet ve diksiyon formasyonuna sahip birisiniz aynı zamanda. Hebe höböcü gençlere tavsiyeleriniz neler olabilir?
Bir zamanlar her şeyin iyisinin yapılmasını isteyen bir kuşak vardı. Belki de Cumhuriyet idealizmiydi veya aristokrasiye özenen burjuvazi özentiliğiydi. Bilmiyorum ama vardı ve konuşma sanatı bunun bir parçasıydı. Ancak zaman içinde yığınların artmasıyla işin rengi değişti. Halen belli bir kesimde konuşmaya azami dikkat gösteriliyor. Buna karşın popülist eğilim herkesi olduğu gibi kabul etmeyi tercih ettiğinden hebe höbö konuşması normal kabul edilmeye başlandı. Peki ben bunu umursuyor muyum?
Önemsiyorum. Kulağımın yırtılmasından hoşlanmıyorum. Kulak zarımın da defalarca tecavüze uğramasından mutlu değilim. TV’ den sokağa, okuldan etkinliklere yorucu bir süreç yaşıyorum. Sonuçta ben de o eski kuşağın bir parçasıyım ve ister istemez ideali arıyorum.
Ancak açık söyleyeyim içi dolu olduktan sonra çok da umursamıyorum. Hani “lafa bakıyorum laf mı diye” bu. Gerisi yine teknik bir hadisedir. İsteyen öğrenir.
- Son projeniz hakkında bilgi verebilir misiniz? Yeni bir projeniz var mı?
İşte, çizgi romanın anlatım dilini en küçük parçasına kadar inceleyen “Çeviride Çizgi Roman” kitabım yayınlanacak. Ondan da önce “Çizgi Roman Senaryosu”. Bir de çizgi roman projem var, sır gibi sakladığım. O çiziliyor bir yandan.
- Filmlere, dizilere vakit ayırabiliyor musunuz? Favorileriniz neler?
Ben hala tarihi film izliyorum. Bulursam da dizi. Ancak çok azlar, çok nadirler o yüzden çok pis söyleniyorum. Favorim yok. “Kingdom 2019”, çok bayık yanlarını bir kenara bırakırsak güzeldi ki “Rapath” filmiyle aynı alt yapıya sahipti. “Vikings” muhteşemdi. “The Last Kingdom”, hoş bir uyarlama dizi olmuştu. Kore yapımı “Amiral” son zamanlarda izlediğim en keyifli filmlerden biri.
- Müzik hakkındaki düşünceleriniz neler?
Oğlum ne zaman bir söz söylese ona konuşmanın temeli olan sözcükle şarkı söyleyerek karşılık veriyorum. O da “bilmediğin bir şarkı yok mu senin?” diye isyan ediyor.
İyidir müzikle aram. Çöplük gibi bir beynim var. Hangi şarkıyı duysam anında ezberlerim. Hatta coverlarda bir gıdım duysam tanırım. Hatta daha şarkının ilk notasını duyduğumda söylemeye başlarım. Üstelik de her türünü. Halk müziği, rap, sanat müziği, pop, rock aklınıza ne gelirse…
Ama favorim her daim Rock’tur. İlk dinlediğimde nefret ettiğim Iron Maiden’ın en büyük fanlarındandım. Metallica’yı halen severim. Yine gençlik dönemlerinden Manowar’ı dinlemek keyif verir.
Yine de takılıp kaldığım tek bir dönem vardır o da Janis Joplin, The Doors, Deep Purple, Led Zeppelin ve Jimmy Hendriks dönemidir.
Açıkçası ben böyle bir merakın başlamayacağına inananlardanım. Yetenek öyle ya da böyle bir kişinin doğasında, yaratılışında vardır bana göre. Veya yoktur. Kişi hayata farklı bakmaktadır ve çevresine uyum sağlayamaz. Sonradan ya topluma boyun eğer ya da mücadele ederek, didişerek, itişerek, kendini geliştirerek bir noktaya gelir. Bunun ötesi zorlamadır. Herhangi bir kişi kursa katılarak gitar çalmayı, çizimi, yazmayı öğrenebilir ama bunlar sadece onun gerçek kimliğine katkı olur o kadar. Sanat kısmı başka bir derttir.
Benim durumum da yazdıklarımın özeti gibiydi. Erkenden okuma yazma öğrendim. Çizgi romanla tanıştım. Fantastik ve tarihi sinema örnekleriyle haşır neşir oldum. Derken bir gün Macbeth oyununun sinema versiyonuyla karşılaştım siyah beyaz TV döneminde. Büyük şeyler söylemek için tarihi klişelerin kullanılabileceğini fark ettim. Ayrıca işin içinde büyü de vardı cadılar da. Hemen tiyatro oyunları okumaya başladım. O sıralar Devekuşu Kabare ve Nejat Uygur popülerdi. Ek olarak Gırgır, Fırt, Çarşaf mizah dergileri. Kara mizah, siyasi taşlamalar, mizahın bin bir rengi okumalarımda birbirini destekledi. Üstüne üstlük gösterge bilimci bir gözüm vardı hep. Bir görsel veya yazılı metne bakıp asıl anlattıklarını görebiliyordum her daim. Dedim “Ben bunları birleştireyim.”.
Tiyatroya bulaştım önce. Dekor, kostüm, müzik, ışık gibi perde arkası işleri öğrendim. Sonra sahneye çıktım. Ardından pandomim, bale, dans, jonglörlük, sihirbazlık, kukla çalıştım. O sıralar artık 19 yaşıma ulaşmıştım. Tiyatro grubumu kurarak oyun yazmaya başladım. Piyasadaki ezberci, masallı çocuk oyunlarını beğenmediğim için kendi tarzıma uygun gerçekçi komediler kaleme aldım. 1992 yılından bu yana o oyunları geliştirerek sergiliyorum. Sonra palyaço gösterileri yaptım.
1997 yılında Çapa Çizgi Roman Grubu kurucularından oldum. 3 sene süren yazarlık ve editörlük görevini sürdürdüm. Ardından eleştiri ve inceleme yazıları yazmaya başladım.
1994 yılında Ankara Üniversitesi DTCF’de Tiyatro Bölümünü kazanmıştım. Dramatik yazarlık ana sanat dalı. Bitirme tezimi “Çizgi Roman Senaryosu Yazım Teknikleri” üzerine hazırladım. Daha sonra bu kitaplaştı. Şimdilerde de onlarca iş arasında tamamladığım “Çeviride Çizgi Roman” yüksek lisans tezimin kitap olarak basılması hazırlığını yapıyorum.
-Türkiye’ de çizgi romancılığın meslek olabilmesi için neler yapılmalı sizce?
Biraz eski zamanlarda olsaydım topu hemen yayıncılara atar kenara çekilirdim. Sonuç itibariyle yayıncının görevi bir ürününün basımını yapmak, tanıtmak, okur toplamak, yazarı için lansman etkinlikleri düzenlemekti. Ancak devir değişti.
Artık çizgi romanı meslek olarak görmek isteyenlerin yapması gereken şey iş üretmenin yanı sıra sosyal medyayı etkin kullanmasıdır. Okurunu da etkinliğini de sanatçı kendisi bulur oldu. Bu kanalları etkin kullanmak şart.
Ama işin piyasasını bir yana bırakırsak asıl konuşmamız gereken şey “sanat üretmek isteyen kişinin niye ve neyi üretmesi” gerekliliğidir.
Çizgi roman senaryosu yazabilme veya çizebilme neresinden baksanız basit bir teknik hadisedir. Tıpkı gitar kursuna gidip çalmayı öğrenmek gibi. Elbette o kişilere de ihtiyaç var. Partilerde eşe dosta çalacak. Sokakta çalıp para toplayacak. Barlarda çalıp zaten olan şarkıları tekrar edip insanları eğlendirecek. Orkestrada çalıp notaları uygulayacak. Hepsi teknik, hepsi lazım. Ancak asıl mesele besteci olabilme kısmında. Tüm orkestrayı hayal edebilmekte. Bir şey söylemek ve birilerinin kalbine ulaşmak için kendi tınısını bulabilmekte. Çizgi roman sanatçısının da asıl yolu da bu olmalı bence. Ne eksik, ben ne düşünüyorum, ben neden üretmek istiyorum, ne söylemek istiyorum, kimin sesi olacağım… Hayattaki yerimizi bulmadan hayata bir şey söyleyemeyiz. Sadece teknik işler üretiriz. Kötü mü? Değil. Çok mu lazım? Onlardan çok var…
- Hitabet ve diksiyon formasyonuna sahip birisiniz aynı zamanda. Hebe höböcü gençlere tavsiyeleriniz neler olabilir?
Bir zamanlar her şeyin iyisinin yapılmasını isteyen bir kuşak vardı. Belki de Cumhuriyet idealizmiydi veya aristokrasiye özenen burjuvazi özentiliğiydi. Bilmiyorum ama vardı ve konuşma sanatı bunun bir parçasıydı. Ancak zaman içinde yığınların artmasıyla işin rengi değişti. Halen belli bir kesimde konuşmaya azami dikkat gösteriliyor. Buna karşın popülist eğilim herkesi olduğu gibi kabul etmeyi tercih ettiğinden hebe höbö konuşması normal kabul edilmeye başlandı. Peki ben bunu umursuyor muyum?
Önemsiyorum. Kulağımın yırtılmasından hoşlanmıyorum. Kulak zarımın da defalarca tecavüze uğramasından mutlu değilim. TV’ den sokağa, okuldan etkinliklere yorucu bir süreç yaşıyorum. Sonuçta ben de o eski kuşağın bir parçasıyım ve ister istemez ideali arıyorum.
Ancak açık söyleyeyim içi dolu olduktan sonra çok da umursamıyorum. Hani “lafa bakıyorum laf mı diye” bu. Gerisi yine teknik bir hadisedir. İsteyen öğrenir.
- Son projeniz hakkında bilgi verebilir misiniz? Yeni bir projeniz var mı?
İşte, çizgi romanın anlatım dilini en küçük parçasına kadar inceleyen “Çeviride Çizgi Roman” kitabım yayınlanacak. Ondan da önce “Çizgi Roman Senaryosu”. Bir de çizgi roman projem var, sır gibi sakladığım. O çiziliyor bir yandan.
- Filmlere, dizilere vakit ayırabiliyor musunuz? Favorileriniz neler?
Ben hala tarihi film izliyorum. Bulursam da dizi. Ancak çok azlar, çok nadirler o yüzden çok pis söyleniyorum. Favorim yok. “Kingdom 2019”, çok bayık yanlarını bir kenara bırakırsak güzeldi ki “Rapath” filmiyle aynı alt yapıya sahipti. “Vikings” muhteşemdi. “The Last Kingdom”, hoş bir uyarlama dizi olmuştu. Kore yapımı “Amiral” son zamanlarda izlediğim en keyifli filmlerden biri.
- Müzik hakkındaki düşünceleriniz neler?
Oğlum ne zaman bir söz söylese ona konuşmanın temeli olan sözcükle şarkı söyleyerek karşılık veriyorum. O da “bilmediğin bir şarkı yok mu senin?” diye isyan ediyor.
İyidir müzikle aram. Çöplük gibi bir beynim var. Hangi şarkıyı duysam anında ezberlerim. Hatta coverlarda bir gıdım duysam tanırım. Hatta daha şarkının ilk notasını duyduğumda söylemeye başlarım. Üstelik de her türünü. Halk müziği, rap, sanat müziği, pop, rock aklınıza ne gelirse…
Ama favorim her daim Rock’tur. İlk dinlediğimde nefret ettiğim Iron Maiden’ın en büyük fanlarındandım. Metallica’yı halen severim. Yine gençlik dönemlerinden Manowar’ı dinlemek keyif verir.
Yine de takılıp kaldığım tek bir dönem vardır o da Janis Joplin, The Doors, Deep Purple, Led Zeppelin ve Jimmy Hendriks dönemidir.
Japon Masalları Üzerine
Japon masallarında gözüme ilk takılan şey, yaşlılık oldu.Bir nevi kutsallık atfediliyordu yaşlılığa.Gençlik motifi üzerinde pek durulmuyordu.Bunun sebepleri üzerine biraz düşününce şu sonuca vardım.Japonlar, gençliği hamlık olarak algılıyor ve yaşlılığa büyük bir değer veriyorlar.Zaten Japonya’ da şöyle bir gelenek var.Yaşı büyük olanın sözü dikkate alınır.
Japon masallarında karşımıza çıkan motifler de oldukça dikkat çekicidir.Ve Türk masallarındaki motiflerden oldukça farklıdırlar da.Pirinç, şeftali, ejderha, kılıç, ay, balık, bambu ve ayna bunlar arasında gösterilebilir.
Japon kültüründe korku öğesi bizim kültürümüzdekinden farklılık gösterir.Şeytanlar, cinler vb. yaratıklar daha farklı bir şekilde çıkarlar karşımıza.Ve yumuşatılmamışlardır da.Tasvirleri ürkütücü, bulundukları yerler karanlık ve korkutucu yerlerdir.Bizde ise bu karakterler, yumuşak ve rahattırlar. Masallarımızda iyiler daima kazandığı için kötüler, pek öyle korkutucu ve derin bir şekilde işlenmemiştir.Mesela bir Türk masalında, iyi karakterin kazanıp amacına ulaşması için kötü kalpli bir dev bile tembel ve saf bir şekilde tasvir edilir.Ama bir Japon masalına bakacak olursak kötü karakter, iyi karakter gibi derin bir şekilde işlenmeye müsaittir.Elinde bıçakla şekil değiştirebilen cinler örneğin. Takıldıkları yerler ıssız vadiler, dağların karanlık köşeleri, izbe ve harabe evler gibi yerlerdir.Bir bakıma bu yerlerde, sessizlik hakimdir.İnsan kemikleri, kaynayan kazanlar, tuhaf hal ve hareketler korkuyu olabildiğine artırır.Adeta iyi karakterin kurtulması için masalın içine girip onu uyarmaya can atarız.
Japon kültüründe tanrılar sistemi olduğu için inançla ilgili kısımlarda karakterler çeşitli tanrılardan yardım alırlar.Veya istediklerinin olması için onlara adak adar, dua ederler.
Japon masallarının ilginç özelliklerinden bir diğeri ise ölüme ve doğuma ayrı bir değer vermeleridir.Ölüm ve doğum Japonlar için kutsaldır.Bir ağaçtan kız çocuğu doğabilir mesela.
Masalların hemen hepsi iyi sona sahip değildir.Azımsanmayacak sayıda kötü sona sahip masallar da vardır.Bu durum, Japonların hayata dair herşeyi benimseyip içselleştirmeleriyle de alakalıdır bir yanıyla.
Deniz ve balık, masallarda kendine yer bulan bir başka alt kültür.
Savaşçılık ruhunu da es geçmemeli tabii.
Japon masallarında gözüme ilk takılan şey, yaşlılık oldu.Bir nevi kutsallık atfediliyordu yaşlılığa.Gençlik motifi üzerinde pek durulmuyordu.Bunun sebepleri üzerine biraz düşününce şu sonuca vardım.Japonlar, gençliği hamlık olarak algılıyor ve yaşlılığa büyük bir değer veriyorlar.Zaten Japonya’ da şöyle bir gelenek var.Yaşı büyük olanın sözü dikkate alınır.
Japon masallarında karşımıza çıkan motifler de oldukça dikkat çekicidir.Ve Türk masallarındaki motiflerden oldukça farklıdırlar da.Pirinç, şeftali, ejderha, kılıç, ay, balık, bambu ve ayna bunlar arasında gösterilebilir.
Japon kültüründe korku öğesi bizim kültürümüzdekinden farklılık gösterir.Şeytanlar, cinler vb. yaratıklar daha farklı bir şekilde çıkarlar karşımıza.Ve yumuşatılmamışlardır da.Tasvirleri ürkütücü, bulundukları yerler karanlık ve korkutucu yerlerdir.Bizde ise bu karakterler, yumuşak ve rahattırlar. Masallarımızda iyiler daima kazandığı için kötüler, pek öyle korkutucu ve derin bir şekilde işlenmemiştir.Mesela bir Türk masalında, iyi karakterin kazanıp amacına ulaşması için kötü kalpli bir dev bile tembel ve saf bir şekilde tasvir edilir.Ama bir Japon masalına bakacak olursak kötü karakter, iyi karakter gibi derin bir şekilde işlenmeye müsaittir.Elinde bıçakla şekil değiştirebilen cinler örneğin. Takıldıkları yerler ıssız vadiler, dağların karanlık köşeleri, izbe ve harabe evler gibi yerlerdir.Bir bakıma bu yerlerde, sessizlik hakimdir.İnsan kemikleri, kaynayan kazanlar, tuhaf hal ve hareketler korkuyu olabildiğine artırır.Adeta iyi karakterin kurtulması için masalın içine girip onu uyarmaya can atarız.
Japon kültüründe tanrılar sistemi olduğu için inançla ilgili kısımlarda karakterler çeşitli tanrılardan yardım alırlar.Veya istediklerinin olması için onlara adak adar, dua ederler.
Japon masallarının ilginç özelliklerinden bir diğeri ise ölüme ve doğuma ayrı bir değer vermeleridir.Ölüm ve doğum Japonlar için kutsaldır.Bir ağaçtan kız çocuğu doğabilir mesela.
Masalların hemen hepsi iyi sona sahip değildir.Azımsanmayacak sayıda kötü sona sahip masallar da vardır.Bu durum, Japonların hayata dair herşeyi benimseyip içselleştirmeleriyle de alakalıdır bir yanıyla.
Deniz ve balık, masallarda kendine yer bulan bir başka alt kültür.
Savaşçılık ruhunu da es geçmemeli tabii.
Bilmem ne haldeyim
Dışarılardayım kahvemi bitirdiğim zaman
Akşam mı oldu ne?
Behey kalpazan bugün de baya sisli be!
Seni tembel sünepe
Bu bahçenin hali ne böyle
allahtan zengin değilim
İmanım olsa
Sana yapacağımı bilirdim
Kim demiş ben hiçbir şey yapmıyorum diye
Doğru demiş alnından öpmek lazım gidip
Sonra da ağlamak hıçkıra hıçkıra
Hem de tembel ve çaresiz biri bile
Böylece bir şeyler yapmış oluyor
Güneşe bakıp hülyalara gülümsemek niyetine
Modernizmin bu boktan çağında
Ay bir saf bakire
Ama bakırdan bulutlar da çok fahişe be!
Dışarılardayım kahvemi bitirdiğim zaman
Akşam mı oldu ne?
Behey kalpazan bugün de baya sisli be!
Seni tembel sünepe
Bu bahçenin hali ne böyle
allahtan zengin değilim
İmanım olsa
Sana yapacağımı bilirdim
Kim demiş ben hiçbir şey yapmıyorum diye
Doğru demiş alnından öpmek lazım gidip
Sonra da ağlamak hıçkıra hıçkıra
Hem de tembel ve çaresiz biri bile
Böylece bir şeyler yapmış oluyor
Güneşe bakıp hülyalara gülümsemek niyetine
Modernizmin bu boktan çağında
Ay bir saf bakire
Ama bakırdan bulutlar da çok fahişe be!