Korsanfan.Com - One Piece Türkiye
Korsanfan.Com - One Piece Türkiye
Neler yeni

Charlie Chaplin vs Buster Keaton

Hangi sinema adamı?


  • Kullanılan toplam oy
    24
Atilla Dorsay'ın kitabından konusu varken atayım dedim.


Oynadıkları filmler hakkında bazı bilgiler irili,ufaklı spoiler bilgiler içerebilir gerçi 100 yıl olmuş ama uyarayım yine de. :)

Chaplin

Eskimeyen, modası geçmeyen küçük serseri, dünyayı bol pantolonu, melon şapkası
ve kıvrık bastonunun ucunda taşımayı başaran yüzyılın en popüler komiği,
belki de - tüm alanlar dahil - en popüler kişiliği...

Charlie Chaplin, “100 Yılın 100 Yönetmeni” adlı kitabıma girdiği halde, ayrıca
bu kitaba da giren tek isim. Oysa yönetmen olduğu kadar oyunculuğu da
önemli birçok isim var. Ama Chaplin, tek başına öylesine bir anıt-sanatçı ve önemi
öylesine büyük ki, diğerlerinin tersine, ondan iki kere söz etmenin kaçınılmaz
olduğunu düşündük. Bu yazıda, söz konusu kitabımızdaki yazıdan farklı biçimde
Chaplin’in değişik yönlerine yaklaşmaya çalışacağız.
Efsaneye göre, 1910 yılında bir Eylül akşamı, New York’a ilk ayak bastığı gün,
Chaplin dev kentin tiyatro semtinde yürüyor, ışıklara, kalabalığa ve dur-durak
bilmeyen harekete bakıyor. Ve şöyle diyor: “İşte ben buraya aitim.” Kastettiği,
Amerika değil. Nitekim hiçbir zaman Amerikan vatandaşlığına geçmiyor. Kastettiği,
tiyatro ve show dünyası ve onun dünyadaki merkezlerinden biri olan Broadway.
Hollywood demiyorum, çünkü o tarihlerde Hollywood henüz mevcut bile
değil!...
TIME dergisi, 8 Haziran 1998 sayısında Chaplin’i yüzyılın komedyeni statüsüne
yerleştiren yazısında anımsatıyor: 1910 sonları-20’lerde tüm ABD’yi saran
sinemaların kapısında, iki-üç haftada bir, kartondan kesilmiş dev bir Chaplin figürü
gözükür ve altında şöyle yazardı: “Ben bugün burdayım.” Bu sesleniş, bütün
ülkedeki milyonlarca çalışan, işsiz veya orta sınıftan insana mutluluğun çağrısı
gibi gözükürdü. Karanlık bir salona girip yarım saat (o yıllarda filmler kısaydı)
bir Chaplin güldürüsü izlemek, yaşanabilecek en büyük mutluluk, yaşamın
acı gerçeklerinden en iyi uzaklaşma yoluydu. Ve bu tüm dünyada böyleydi ve bu
yıllar boyu devam etti. Yüzyıl sonlarına yaklaştığımız şu günlerde, dünyada birçok
ülkede televizyonlar hâlâ Chaplin’in sessiz kısa filmlerini yayınlıyor, sabah
saatlerinde... Ya da sesli dönemden ünlü klasikleri ekrana geliyor. Dünya, nerdeyse
yüzyıl sonra hâlâ ona gülüyor, onu seviyor. 1995’te sinema eleştirmenleri
arasında dünya çapında yapılan bir soruşturmada, yüzyılın en ünlü oyuncusu seçiliyor.
Mack Sennett onun ‘dünyaya gelmiş en iyi oyuncu’ olduğunu düşünüyor.
Erken dönem hayranları arasında Sigmund Freud, Bernard Shaw, Marcel
Proust da var. Freud şöyle diyor: “O hep aynı kişiliği oynuyor. Kederle örülü ilk
gençliğindeki halini.”
Chaplin’in 1914’ten itibaren ünlü ‘tramp - serseri’ kişiliğini yaratmasıyla birlikte,
onu kısa zamanda tüm dünyanın sevgilisi haline getiren özellikleri neydi,
hangi kökenlerden geliyordu? André Bazin şöyle diyor: “Şarlo, karıştığı tüm olaylara
hükmeden bir efsane kahramanıdır. Başka uygarlıklar için Odysseus veya
Korkusuz Roland ne ifade ediyorsa, o da dünyadaki yüz milyonlarca insan için
aynı anlamı taşır. Şu farkla ki, günümüzde antik kahramanları tamamlanmış, serüvenleri
ve olayları nihai olarak belirlenmiş edebi eserlerden tanımaktayız. Şarlo
ise her an yeni bir filme konu olma özgürlüğüne sahiptir. Chaplin, Şarlo tiplemesinin
yaratıcısı ve kefili olmayı hep sürdürecektir.”
Chaplin’in ülkelerin bugünkü refahtan uzak bir düzeyde hâlâ yoksulluk, işsizlik
ve açlıkla boğuştukları bir çağda, kitleleri yalnızca çok iyi ayarlanmış dakik,
planlı ve insancıl bir komik anlayışla kavramakla kalmadı. O, oynadığı kimliği ve
yaşadığı olayları çok iyi bildiğini de seyirciye hep duyumsattı. François Truffaut
şöyle diyor: “Anılarında yazdığı gibi, alkolik babası tarafından terk edilen ve annesinin
tımarhaneye götürüleceği kaygısıyla yaşayan Charlie, Kensington Road
duvarlarının dibinde yaşamını sürdüren dokuz yaşlarında bir küçük dilencidir
artık... Art arda birçok filmini çekeceği Keystone’a girdiğinde, müzikholdeki diğer
meslektaşlarından çok daha kısa sürede ilerlemiştir. Açlığı anlatan başka sinemacılar
da vardır, ama o açlığı gerçekten yaşamış olan tek sinemacıdır. Ve tüm
dünya seyircileri de bunu hissetmişlerdir.”
Böylece, tüm ilk dönem Chaplin filmlerinin dünyadaki yüz milyonlarca insanla
oluşturduğu o inanılmaz ve kolay açıklanamaz bağın niteliği sanırım daha
iyi anlaşılıyor. Chaplin Altına Hücum’da açlığı anlatırken, bir mumu sosis niyetine
kemirir, postalını pişirir ve bağcıklarını spagetti niyetine yutarken veya açlıktan
gözü dönmüş arkadaşı Jim’in gözüne besili bir piliç gibi gözükürken, komiğin içindeki trajiği de yakalamaktadır. Bu, Chaplin komiğinin değişmez bir özelliği olacaktır: yaşamın iki yüzünü, komedi ve trajediyi oyunuyla, gag’larıyla ve
yarattığı kimliklerle birlikte göstermek, işlemek... Aynı filmin çok ünlü bir sahnesinde,
rüyasında görkemli bir masadaki küçük ekmekleri dans ederken görme
sahnesi üzerine André Bazin şöyle der: “Çevresindeki nesneler, Şarlo’ya ancak
toplumun onlara verdiği anlam dışında yardımı kabul ederler. Buna en güzel örnek,
küçük ekmeklerin o ünlü dansında, basit bir koreografı içinde ortaya serilen,
nesnenin olaya katılmasıdır.”
Yıllar boyu Şarlo - küçük serseri tipini - hatta Şehir Işıkları ve Modern Zamanlar
adlı ilk sesli - uzun filmlerinde de — sürdüren Charlie Chaplin, daha sonra
Büyük Diktatör veya Monsieur Verdoux filmlerinde bambaşka kişiliklere döndü.
Ve ağır biçimde eleştiri aldı. Eleştiriler aslında Modern Zamanlarla başlamıştı.
“Palyaçoların insan ve toplum üzerine felsefe yapma isteğinin hatalı olduğu
konusunda süregelen yakınmalar bu filmle başlamıştı,” diyor André Bazin ve ekliyor:
“Film kapitalizme karşı kullanılabileceği gibi, Sovyet Stakhanovizmine karşı
da kullanılabilir. Nitekim söylendiğine göre Moskova’da belli bir soğuklukla
karşılanmıştır.”
Ne var ki palyaço büyümüştü. Dünya üzerinde 20 yıldır güldürdüğü seyircisiyle
birlikte olgunlaşmıştı, yaşlanmıştı. O, iki yandan da gelen eleştirilerin zıddına,
palyaçoların da dünyamız üzerine söz sahibi olduklarını göstermeye kalkışacaktı.
Büyük Diktatördeki Hinkel-Hitler kişiliği veya en anlaşılmayan filmi olarak
kalan Monsieur Verdoux’daki kadın katili kimliği, başlangıçtaki Şarlo’dan ne
denli uzaktı!... Ama gerçekten o denli uzak mıydı? Aslında Serseri Şarlo da içinde
birçok çelişkiyi barındıran, çok-yanlı, karmaşık ve gizemli bir yaratık değil midir?
Palyaçosunun ağzına fazla laf yakıştırmayan, onu - sesli sinemadan sonra bile
- sessiz bırakmayı seçen Chaplin, artık sözün gücüne karşı çıkamaz. Hitler’in
zaten Şarlo’dan çaldığı küçük bıyığı Büyük Diktatör’de yalnızca Hitler’i değil tüm
diktatörleri ebediyete kadar gülünç kılacak biçimde geri aldıktan sonra, finalde o
ünlü - ve çok eleştirilmiş - insancıl mesajını vermekten kaçınamaz. Bu filmlerin
eleştirilmesi karşısında, André Bazin onu Molière’le kıyaslar, Molière’in de zamanında
en küçük bir farklılık içeren bir oyun yazdığında nasıl yerden yere vurulduğunu
hatırlatır. Ve şöyle der: “Bazı eleştirmenlerin diş bilemesi, Molière ve
Chaplin’in meslek yaşamlarındaki tek ortak nokta değildir.”
Chaplin, böylece sinemada 40 yılı katettikten sonra, belki de başyapıtı olan
Sahne Işıklarını verir. Bu filmde artık yaşlı, yorgun bir Chaplin vardır. Palyaço
yaşlanmıştır, bunu da saklamak niyetinde değildir. André Bazin, bu filmi Molière’in
“Don Juan”ı ve Goethe’nin “Faust”u ile kıyaslıyor. Bu filmin yalnızca
‘Şarlo maskesi’nin değil, Chaplin’in gençliğinin de sonu olduğunu belirtiyor: “Bu
filmde ilk kez tümüyle makyajsız yüzüyle bize gözükür Chaplin. Şarlo’nun ve
onun bitmeyen gençliğinin çifte mitosundan vazgeçiştir bu. Şarlo, Verdoux sahte
kimliği altında giyotinle ölmüştü. Chaplin’in yaşlılığı ise Sahne Işıklarının sonunda,
palyaço Calvero’yla birlikte ölür. Yeni Chaplin, işte bu çifte kıyımdan
doğmuştur. Yaşlı bir adamın yüzünü sahiplenme ve ona başka maskeler takma
hakkını elde eden üstün bir aktör.”
Artık tüm maskeler, tüm Şarlo aksesuarları geride kalmıştır. Charlie Chaplin,
Sahne Işıkları ile gerçek, komple, üstün bir oyuncu olduğunu kanıtlamıştır. Çok
popüler kitle idolü efsanesini, ölümsüz Şarlo’yu kendi elleriyle gömerek... Elbette
bu, onun sonraki filmlerinin birer başyapıt olmasını sağlayacak değildir. Tersine,
New York’ta Bir Kral ve Hong Kong’lu Kontes ciddi biçimde eleştirilir. Ama,
kısa bir kompozisyonda gözüktüğü sonuncusu bir yana bırakılırsa, tüm o son
filmleri, Chaplin’in artık bir kompozisyon-karakter oyuncusu olduğunu kanıtlarlar.
Şarlo ölümsüzdür gerçi, küçük serseri tipi hiç unutulmayacaktır: 1950’lerde Beat kuşağı onu ilah belleyecek,
Jack Kerouac ‘onun gibi bir serseri olmak
için’ yollara düşecek, yüzyılın sonuna
dek her yerde, sinema deyince o anılacak,
onun taklidi yapılacak, onun görüntüsü
duvarları, panoları veya ekranları
süsleyecektir. IBM, tüm 1980’ler boyunca
onu PC’lerinin tanıtımında logo olarak
kullanacaktır. Serseri hep, her zaman
aramızdadır, ölümsüzlüğe kavuşmuştur.
Ama öte yandan, Chaplin gerçek bir
aktör olduğunu da nihayet kanıtlamıştır.
Belki yaratıcılığının enginliği ve etki gücünün
büyüklüğü, onun Molière, Goethe,
Shakespeare gibi yaratıcılarla aynı düzeyde
ele alınmasını getirmiştir. Ama küçük
serserinin gönlünde yatan temel arzu, belki
de buydu: gerçek bir oyuncu olduğunu kanıtlamak... Chaplin, yarım yüzyıllık Charlie Chaplin,
bir sinema serüveni sonunda, bunu kesinlikle hak etti. Küçük adam, belki gelecek
yüzyılda da sinema denince akla gelen ilk figür ve anılan ilk sanatçı olma onurunu
taşıyacak.

Buster Keaton.


Tek arzusu insanları güldürmek olduğu, bunu başardığı, bunu başardığını bildiği
halde, kendisi hiç gülmeyen, hatta hiç konuşmayan, hiçbir şey ifade etmeyen
adam; bir maske haline getirdiği yüzüyle güldürmeyi başaran, komedi dünyasının
en sofistike yaratıcısı...

Uzun, çok uzun bir süre (nerdeyse 30 yıl) unutulmuşluktan sonra, 1960’larda
yeniden keşfedildiğinde, herkes şaşırdı: onun komiğinin büyüklüğü, modernliği
ve ölümsüzlüğü karşısında... Ailesinin kurduğu The Three Keatons’m en genç bireyi
olan, asıl adıyla Joseph Francis Keaton’a Buster takma adı, aile dostları ünlü
sihirbaz Houdini tarafından verilmişti: daha altı aylıkken!... Üç yaşında sahneye
çıkan genç Keaton, komedideki zamanlama öğesinin önemini çocuk yaştan öğrenmiş
olmalıydı. Onların sahne numaraları sırasında hiç gülmemeyi de bir aile
öğretisi olarak almıştı. Altı yaşında tanınmaya başlayan Keaton, Hollywood’a gelerek
komedilerde oynamakta gecikmedi. 1917’den başlayarak, zamanın çok ünlü,
ama sonradan unutulmuş (ve yeniden keşfedilmemiş) şişman oyuncusu Fatty
Arbuckle’dan davet aldı, onun filmlerinde birlikte oynamaya başladılar. Savaşın
son yılında Fransa’daki Amerikan askerlerini eğlendirmek için bir turneye çıktı,
savaştan sonra ise Joseph Schenk’in yapımcılığı altında, kendi yazıp yönettiği iki
bobinlik kısa filmleri gerçekleştirmeye koyuldu.
Buster Keaton, tüm o dönem komikleri içinde en yakışıklısıydı. Uzun, ince,
hülyalı bir yüzü, hep dalgın bakışları vardı. Yaradılışı biraz farklı olsaydı, kuşkusuz
dönemin jönlerinden biri olup bol bol aşk filmi çevirebilirdi. Bizde (Fransa’daki
gibi) Malek adıyla tanınan Keaton, tam bir yaratıcıydı: filmlerinin senaryosuna
her zaman katılarak o sonuçta gerçeküstücü ya da düşsel havayı sağlıyor,
başrolü üstleniyor, o ünlü akrobatik numaraların hepsinin koreografisini yapıyor,
yönetimi paylaşıyor, kimi zaman başkalarına bıraksa bile filmin genel havasını
hep denetim altında tutuyordu. Chaplin’in duygusallığı, Langdon’un çaresizliği
veya Lloyd’un naifliğinin karşısında, Keaton’m dakik biçimde düzenlediği
bale-akrobasi karışımı ve son derece fiziksel komedi sahneleri, ayrıca başka bovutlar
da içeriyordu: bir tür derin acı, giderilemeyen bir doyumsuzluk ve
bunun yarattığı hüzün duygusu... Mimiğin komedinin temel öğelerinden
biri olduğu bir çağda, Malek, yüzünü tam anlamıyla anlamsız ifa-
desiz tutmayı başarıyor ve bunda ısrar ediyordu. Bu nedenle ona The
Great Stone Face — Büyük Taştan Yüz’ adı bile takıldı. En belalı olay-
iarla, örneğin bir trenle, bir gemiyle, bir kamerayla veya bir balonla
uğraşırken bile, Buster’m yüzünde sanki hep uzaklarda, filmin ko-
nusu dışında başka bir yerlerde olma ifadesi vardı. Belki biraz da
bu yüzden, ona sinemanın şair komedyeni lakabı yakıştırıldı : "O dünya halk kültür mirasına, en üst düzeydeki palyaço ozan ola-
rak geçecek.” (David Robinson)
Ilk filmleri, iki bobinlik kısa filmlerdi. Ancak bunların başarısı
üzerine daha uzun filmlere geçti. Diğer komedyenlerin tersine anlat-
tığı komik hikâyeyi ve içindeki numaraları tek başlarına değil belli
bir doğal ve gerçek fonla birlikte ele alıyor ve bu açıdan filmleri çok
daha sinemasal olup çıkıyordu. 1920’lerle birlikte, Keaton'ın bugün
her biri küçük birer başyapıt sayılan filmleri üst üste gelmeye
başladı: The Playhouse; The Boat; The Paleface; Balloonatic;Our
Hospitality; Sherlock Junior; The Navigator; Go West, başyapıtı
sayılan The General. Hepsi görece olarak kısa bir zamanda
planlanan, hazırlanan, koreografisi yapılan ve çekilen filmler
di bunlar... Keaton, genelde Clyde Bruckman’la işbirliği ya-
pıyor, yönetimi onunla birlikte paylaşıyor, böylece kendisi
daha çok kendi kişisel sahnelerine yoğunlaşmak imkânını
buluyordu. Sinema hilelerine başvurmuyor, en zor sahneleri
dublör kullanmadan oynuyor, bir sahnenin bütününü
planlıyor ve modern bir yaklaşımla, sahneyi mümkün
olduğu kadar az plana bölüyordu. Yüzleri, bedenleri,
hareketleri çok iyi kullanıyor, nehirler, çayırlar, vadiler,
bir gemi, bir tren gibi temel dekorların hikâyeyle tam uyumuna dikkat ediyordu.
Onun sayesinde burlesk denen ve küçük görülen güldürü tarzı, büyük sanat katma
yükseliyordu.
Ne yazık ki mucize uzun sürmedi. 1930 yılında Joseph Schenk’in Keaton’la
birlikte kurduğu şirketi MGM’e satması, sanatçının filmlerindeki denetimini hemen
tümüyle kaldırdı. MGM denen büyük şirketteki çalışma ve üretme temposuna
uyamadı Keaton... Filmleri sıradanlaştı, komik güçlerini ve taptaze mizah
duygularını yitirdiler. Sanatçı, Hollywood’dan ve MGM’den uzaklaşmayı denedi,
Fransa, İngiltere, Meksika’da filmler yaptı. Ama eski düzeyini yakalayamadı. Buna
özel yaşamındaki dramlar da eklenince, alkol baş dostu haline geldi.
1940’larda hemen tümüye unutulmuş ve sorunlarının içinde kaybolup gitmişti.
Ancak, 1950’de Wilder’m Sunset Bulvarında, iki yıl sonra da Chaplin’in Sahne
Işıkları’nda rol alması, onu yeniden anımsattı. 50’lerin ikinci yarısında bir Buster
Keaton modası başladı: filmleri, özellikle sessiz olanlar yeniden izleniyor, tez konusu
yapılıyor, üniversitelerden sürekli çağrı alıyordu. 1957’de hayatı filme alınırken
çağrıldı, kendisini canlandıran Donald O’Connor’a danışmanlık yaptı.
1959’da özel bir Oscar aldı: ‘perdeye ölümsüz komediler getiren eşsiz yeteneği
için’... 1960’ta biyografisini yazdı: “My Wonderful World of Slapstick”. Ayrıca
1966, 1969 ve 1989’da sırasıyla Rudi Blesh, David Robinson ve Tom Dardis’in biyografileri
çıktı. 1966’da katıldığı Venedik şenliğinde ayakta alkışlandı. Bu son
başarılar, günbatımma denk gelen bu küçük mutluluklar onu ne denli etkilemişti,
bilinmez. Ama aynı yıl, 1966’da kanserden öldüğünde, belki de yüzünde ilk
kez gerçek bir gülümseme vardı.
Bu aylık alacağım kitap listesini oluşturmuştum ancak şu an yeni bir kitap eklendi sayende. :D Güzel betimlemiş ikisini de.
 
Oha güzel konu olmuş, ellerine sağlık.
Chaplin'in yazdığın 6 filmini de izledim.
Keaton'un yazdığın filmlerinden ilk 2sini izledim.
Kararsızım.

Şu var, şunu diyim en azından.
Chaplin Londralı olduğu için onun kültürü biraz fazla katı ve güçlü.
Keaton ise Amerikalı olduğundan daha zayıf ve esnek bir kültürü var.
Şu fark birini diğerinden daha iyi yapmıyor, ama Keaton'ı benim gibi bir Türk için daha çekici yapıyor. Daha net açıklamak gerekirse kendimi daha yakın hissediyorum Keaton'a yani.
Teşekkürler. Sanırım bende Keaton'a daha yakınım ve kararsıza oy verdim. :d
 
Buster keaton demişken en iyilerinden değil belki ama beni güldüren bir tanesini atayım youtube üstünde bile var.Evlendiği bir kısa komedi. :D



Bu aylık alacağım kitap listesini oluşturmuştum ancak şu an yeni bir kitap eklendi sayende. :D Güzel betimlemiş ikisini de.
Oku bence de ben kitabı almadım pdfsi denk gelince merak edip indirmiştim.Tarihteki oyuncuları çok iyi anlatıyor büyük bir çoğunluğunu izleme fırsatı bulduğum için okuması daha keyifli oluyor bilmediklerimi okumuyorum genelde.Bir yerde denk gelirsem diğer kitapları da alabilirim ama özellikle aramaya kasmadım heyecan kaçırıcı bazı bilgiler de olabiliyor çünkü.
 
Eski-yeni, ana akım-bağımsız, Amerikan-Dünya diye ayırt etmeden izleyen bir sinema izleyicisi olarak Keaton'a çok saygı duyduğumu baştan belirtmeliyim. Keaton'ın yönetmenlik ve sinema becerisi çok ayrı bir seviyede keza sinema tarihine ve diğer yönetmenlere olan etkisi de öyle Chaplin'den ötede. Usta'nın filmlerinde öyle sekanslar var ki bugün bile çekmesi oldukça zor adam gitmiş neredeyse yüzyıl önce çekmiş bu sekansları gel de inan. Ancak Chaplin'e göre çok zayıf kaldığı yönleri bulunuyor birincisi aktörlük yeteneği Chaplin bu konuda bayağı fark atıyor. İkincisi ve en önemlisi Chaplin'in filmleri her bakımdan doludur ve zamanın yıpratmasından muaftır insana izledikten sonra bir şeyler bırakır. Modern Times, Gold Rush, City Lights ve daha bir çok filminin metin okuması bugün bile yapılsa gerek felsefi gerek bir toplum eleştirisi olarak hala çok etkileyicidir. Ve bunun üzerine Chaplin'in Keaton seviyesinde olmasa da adeta Kubrick'i aratmayacak obsesifliğindeki detaycı yönetmenliğini eklersek Chaplin savaşı kazanıyor. Not olarak ekliyeyim Chaplin aynı zamanda bir bestekar kendi filmlerinin müziklerini kendi yapıyor.
 
Buster keaton parkur olmadan parkuru yapan adamdir.jackie chan ondan etkilendigini soylemisti.
Hatta keaton catidan duserken 3 perdeye takilmasini ,jackie chan de ustaya saygi kusaginda yapmistir.(bedelini agir odemistir,kung fu vs ugrasmasa ölürdü)birde su anda tom cruise tehlikeli sahneleri kendisi parkur yapiyor.
 
Son düzenleme:

Bu Konuya Bakmış Kullanıcılar (Üye: 0, Ziyaretçi: 1)

Korsanfan.com Her Hakkı Saklıdır. 2008-2023.
Tasarım Korsanfan V.6.0
Yukarı Çık