Eskimeyen, modası geçmeyen küçük serseri, dünyayı bol pantolonu, melon şapkası
ve kıvrık bastonunun ucunda taşımayı başaran yüzyılın en popüler komiği,
belki de - tüm alanlar dahil - en popüler kişiliği...
Charlie Chaplin, “100 Yılın 100 Yönetmeni” adlı kitabıma girdiği halde, ayrıca
bu kitaba da giren tek isim. Oysa yönetmen olduğu kadar oyunculuğu da
önemli birçok isim var. Ama Chaplin, tek başına öylesine bir anıt-sanatçı ve önemi
öylesine büyük ki, diğerlerinin tersine, ondan iki kere söz etmenin kaçınılmaz
olduğunu düşündük. Bu yazıda, söz konusu kitabımızdaki yazıdan farklı biçimde
Chaplin’in değişik yönlerine yaklaşmaya çalışacağız.
Efsaneye göre, 1910 yılında bir Eylül akşamı, New York’a ilk ayak bastığı gün,
Chaplin dev kentin tiyatro semtinde yürüyor, ışıklara, kalabalığa ve dur-durak
bilmeyen harekete bakıyor. Ve şöyle diyor: “İşte ben buraya aitim.” Kastettiği,
Amerika değil. Nitekim hiçbir zaman Amerikan vatandaşlığına geçmiyor. Kastettiği,
tiyatro ve show dünyası ve onun dünyadaki merkezlerinden biri olan Broadway.
Hollywood demiyorum, çünkü o tarihlerde Hollywood henüz mevcut bile
değil!...
TIME dergisi, 8 Haziran 1998 sayısında Chaplin’i yüzyılın komedyeni statüsüne
yerleştiren yazısında anımsatıyor: 1910 sonları-20’lerde tüm ABD’yi saran
sinemaların kapısında, iki-üç haftada bir, kartondan kesilmiş dev bir Chaplin figürü
gözükür ve altında şöyle yazardı: “Ben bugün burdayım.” Bu sesleniş, bütün
ülkedeki milyonlarca çalışan, işsiz veya orta sınıftan insana mutluluğun çağrısı
gibi gözükürdü. Karanlık bir salona girip yarım saat (o yıllarda filmler kısaydı)
bir Chaplin güldürüsü izlemek, yaşanabilecek en büyük mutluluk, yaşamın
acı gerçeklerinden en iyi uzaklaşma yoluydu. Ve bu tüm dünyada böyleydi ve bu
yıllar boyu devam etti. Yüzyıl sonlarına yaklaştığımız şu günlerde, dünyada birçok
ülkede televizyonlar hâlâ Chaplin’in sessiz kısa filmlerini yayınlıyor, sabah
saatlerinde... Ya da sesli dönemden ünlü klasikleri ekrana geliyor. Dünya, nerdeyse
yüzyıl sonra hâlâ ona gülüyor, onu seviyor. 1995’te sinema eleştirmenleri
arasında dünya çapında yapılan bir soruşturmada, yüzyılın en ünlü oyuncusu seçiliyor.
Mack Sennett onun ‘dünyaya gelmiş en iyi oyuncu’ olduğunu düşünüyor.
Erken dönem hayranları arasında Sigmund Freud, Bernard Shaw, Marcel
Proust da var. Freud şöyle diyor: “O hep aynı kişiliği oynuyor. Kederle örülü ilk
gençliğindeki halini.”
Chaplin’in 1914’ten itibaren ünlü ‘tramp - serseri’ kişiliğini yaratmasıyla birlikte,
onu kısa zamanda tüm dünyanın sevgilisi haline getiren özellikleri neydi,
hangi kökenlerden geliyordu? André Bazin şöyle diyor: “Şarlo, karıştığı tüm olaylara
hükmeden bir efsane kahramanıdır. Başka uygarlıklar için Odysseus veya
Korkusuz Roland ne ifade ediyorsa, o da dünyadaki yüz milyonlarca insan için
aynı anlamı taşır. Şu farkla ki, günümüzde antik kahramanları tamamlanmış, serüvenleri
ve olayları nihai olarak belirlenmiş edebi eserlerden tanımaktayız. Şarlo
ise her an yeni bir filme konu olma özgürlüğüne sahiptir. Chaplin, Şarlo tiplemesinin
yaratıcısı ve kefili olmayı hep sürdürecektir.”
Chaplin’in ülkelerin bugünkü refahtan uzak bir düzeyde hâlâ yoksulluk, işsizlik
ve açlıkla boğuştukları bir çağda, kitleleri yalnızca çok iyi ayarlanmış dakik,
planlı ve insancıl bir komik anlayışla kavramakla kalmadı. O, oynadığı kimliği ve
yaşadığı olayları çok iyi bildiğini de seyirciye hep duyumsattı. François Truffaut
şöyle diyor: “Anılarında yazdığı gibi, alkolik babası tarafından terk edilen ve annesinin
tımarhaneye götürüleceği kaygısıyla yaşayan Charlie, Kensington Road
duvarlarının dibinde yaşamını sürdüren dokuz yaşlarında bir küçük dilencidir
artık... Art arda birçok filmini çekeceği Keystone’a girdiğinde, müzikholdeki diğer
meslektaşlarından çok daha kısa sürede ilerlemiştir. Açlığı anlatan başka sinemacılar
da vardır, ama o açlığı gerçekten yaşamış olan tek sinemacıdır. Ve tüm
dünya seyircileri de bunu hissetmişlerdir.”
Böylece, tüm ilk dönem Chaplin filmlerinin dünyadaki yüz milyonlarca insanla
oluşturduğu o inanılmaz ve kolay açıklanamaz bağın niteliği sanırım daha
iyi anlaşılıyor. Chaplin Altına Hücum’da açlığı anlatırken, bir mumu sosis niyetine
kemirir, postalını pişirir ve bağcıklarını spagetti niyetine yutarken veya açlıktan
gözü dönmüş arkadaşı Jim’in gözüne besili bir piliç gibi gözükürken, komiğin içindeki trajiği de yakalamaktadır. Bu, Chaplin komiğinin değişmez bir özelliği olacaktır: yaşamın iki yüzünü, komedi ve trajediyi oyunuyla, gag’larıyla ve
yarattığı kimliklerle birlikte göstermek, işlemek... Aynı filmin çok ünlü bir sahnesinde,
rüyasında görkemli bir masadaki küçük ekmekleri dans ederken görme
sahnesi üzerine André Bazin şöyle der: “Çevresindeki nesneler, Şarlo’ya ancak
toplumun onlara verdiği anlam dışında yardımı kabul ederler. Buna en güzel örnek,
küçük ekmeklerin o ünlü dansında, basit bir koreografı içinde ortaya serilen,
nesnenin olaya katılmasıdır.”
Yıllar boyu Şarlo - küçük serseri tipini - hatta Şehir Işıkları ve Modern Zamanlar
adlı ilk sesli - uzun filmlerinde de — sürdüren Charlie Chaplin, daha sonra
Büyük Diktatör veya Monsieur Verdoux filmlerinde bambaşka kişiliklere döndü.
Ve ağır biçimde eleştiri aldı. Eleştiriler aslında Modern Zamanlarla başlamıştı.
“Palyaçoların insan ve toplum üzerine felsefe yapma isteğinin hatalı olduğu
konusunda süregelen yakınmalar bu filmle başlamıştı,” diyor André Bazin ve ekliyor:
“Film kapitalizme karşı kullanılabileceği gibi, Sovyet Stakhanovizmine karşı
da kullanılabilir. Nitekim söylendiğine göre Moskova’da belli bir soğuklukla
karşılanmıştır.”
Ne var ki palyaço büyümüştü. Dünya üzerinde 20 yıldır güldürdüğü seyircisiyle
birlikte olgunlaşmıştı, yaşlanmıştı. O, iki yandan da gelen eleştirilerin zıddına,
palyaçoların da dünyamız üzerine söz sahibi olduklarını göstermeye kalkışacaktı.
Büyük Diktatördeki Hinkel-Hitler kişiliği veya en anlaşılmayan filmi olarak
kalan Monsieur Verdoux’daki kadın katili kimliği, başlangıçtaki Şarlo’dan ne
denli uzaktı!... Ama gerçekten o denli uzak mıydı? Aslında Serseri Şarlo da içinde
birçok çelişkiyi barındıran, çok-yanlı, karmaşık ve gizemli bir yaratık değil midir?
Palyaçosunun ağzına fazla laf yakıştırmayan, onu - sesli sinemadan sonra bile
- sessiz bırakmayı seçen Chaplin, artık sözün gücüne karşı çıkamaz. Hitler’in
zaten Şarlo’dan çaldığı küçük bıyığı Büyük Diktatör’de yalnızca Hitler’i değil tüm
diktatörleri ebediyete kadar gülünç kılacak biçimde geri aldıktan sonra, finalde o
ünlü - ve çok eleştirilmiş - insancıl mesajını vermekten kaçınamaz. Bu filmlerin
eleştirilmesi karşısında, André Bazin onu Molière’le kıyaslar, Molière’in de zamanında
en küçük bir farklılık içeren bir oyun yazdığında nasıl yerden yere vurulduğunu
hatırlatır. Ve şöyle der: “Bazı eleştirmenlerin diş bilemesi, Molière ve
Chaplin’in meslek yaşamlarındaki tek ortak nokta değildir.”
Chaplin, böylece sinemada 40 yılı katettikten sonra, belki de başyapıtı olan
Sahne Işıklarını verir. Bu filmde artık yaşlı, yorgun bir Chaplin vardır. Palyaço
yaşlanmıştır, bunu da saklamak niyetinde değildir. André Bazin, bu filmi Molière’in
“Don Juan”ı ve Goethe’nin “Faust”u ile kıyaslıyor. Bu filmin yalnızca
‘Şarlo maskesi’nin değil, Chaplin’in gençliğinin de sonu olduğunu belirtiyor: “Bu
filmde ilk kez tümüyle makyajsız yüzüyle bize gözükür Chaplin. Şarlo’nun ve
onun bitmeyen gençliğinin çifte mitosundan vazgeçiştir bu. Şarlo, Verdoux sahte
kimliği altında giyotinle ölmüştü. Chaplin’in yaşlılığı ise Sahne Işıklarının sonunda,
palyaço Calvero’yla birlikte ölür. Yeni Chaplin, işte bu çifte kıyımdan
doğmuştur. Yaşlı bir adamın yüzünü sahiplenme ve ona başka maskeler takma
hakkını elde eden üstün bir aktör.”
Artık tüm maskeler, tüm Şarlo aksesuarları geride kalmıştır. Charlie Chaplin,
Sahne Işıkları ile gerçek, komple, üstün bir oyuncu olduğunu kanıtlamıştır. Çok
popüler kitle idolü efsanesini, ölümsüz Şarlo’yu kendi elleriyle gömerek... Elbette
bu, onun sonraki filmlerinin birer başyapıt olmasını sağlayacak değildir. Tersine,
New York’ta Bir Kral ve Hong Kong’lu Kontes ciddi biçimde eleştirilir. Ama,
kısa bir kompozisyonda gözüktüğü sonuncusu bir yana bırakılırsa, tüm o son
filmleri, Chaplin’in artık bir kompozisyon-karakter oyuncusu olduğunu kanıtlarlar.
Şarlo ölümsüzdür gerçi, küçük serseri tipi hiç unutulmayacaktır: 1950’lerde Beat kuşağı onu ilah belleyecek,
Jack Kerouac ‘onun gibi bir serseri olmak
için’ yollara düşecek, yüzyılın sonuna
dek her yerde, sinema deyince o anılacak,
onun taklidi yapılacak, onun görüntüsü
duvarları, panoları veya ekranları
süsleyecektir. IBM, tüm 1980’ler boyunca
onu PC’lerinin tanıtımında logo olarak
kullanacaktır. Serseri hep, her zaman
aramızdadır, ölümsüzlüğe kavuşmuştur.
Ama öte yandan, Chaplin gerçek bir
aktör olduğunu da nihayet kanıtlamıştır.
Belki yaratıcılığının enginliği ve etki gücünün
büyüklüğü, onun Molière, Goethe,
Shakespeare gibi yaratıcılarla aynı düzeyde
ele alınmasını getirmiştir. Ama küçük
serserinin gönlünde yatan temel arzu, belki
de buydu: gerçek bir oyuncu olduğunu kanıtlamak... Chaplin, yarım yüzyıllık Charlie Chaplin,
bir sinema serüveni sonunda, bunu kesinlikle hak etti. Küçük adam, belki gelecek
yüzyılda da sinema denince akla gelen ilk figür ve anılan ilk sanatçı olma onurunu
taşıyacak.