Korsanfan.Com - One Piece Türkiye
Korsanfan.Com - One Piece Türkiye
Neler yeni

[Tanıtım] Tarihi Kişiliklerin Biyografileri

Roma'nın Belalısı Kartacalı General




HANNIBAL
(M.Ö 247-183)

“Ya bir yol bulacağız,
ya bir yol yapacağız.”
Hannibal

Günümüzde savaş taktikleri askeri akademilerde okutulan Kartacalı komutan Hannibal, Filler üzerinde dağları aşarak Romalılar’ı dize getirmiş, adını tarihin en önemli askerleri arasına yazdırmıştı. Savaş meydanlarında aklındakileri hayata geçirebilmesi sonucu genellikle ‘askerî stratejinin babası’ olarak da anılan Hannibal, yenilikçi süvari taktikleri sayesinde Roma’ya karşı 15 yıl boyunca akıl almaz bir mücadele verebilmişti.


Bu büyük kumandan hakkındaki ilk bilgiler, düşmanlarından nefret ettikleri kadar saygıyla karışık bir korku da besleyen Romalılara ait yazmalardan elde edilmişti. Bununla birlikte hiç şüphe yok ki Roma İmparatorluğu’na karşı bir güç birliği oluşturmak için tüm batıyı kapsayan etkinliği, kurduğu casus ağı ve askeri gücün yanı sıra diplomasiyi de ustalıkla kullanması ne kadar ileri görüşlü olduğunu kanıtlıyordu.

Hannibal, Roma emperyalizmine karşı büyük bir inatla mücadele eden dehasına yaraşır düzeyde, diğer kültürlerle kendini donatmış olması ve birçok yabancı dili anadili gibi bilmesiyle de ilginç bir kişilikti. Ama onu unutulmaz kılan, kış koşullarında 100 bin asker ve 37 fil ile Pireneler ve Alpler’i aşarken, ordusunun yarısını kaybetmesine rağmen, muzaffer Romalıları üç büyük savaşta da yenme başarısını göstermesiydi.



Yüz bin asker ve otuz yedi fille yola çıkan Hannibal, Pireneler’i ve Alpler’i aşarken, daha Romalılar ile karşılaşmadan ordusunun yarısını kaybetmesine rağmen, Ticino, Trebbia, Trasimeno ve Cannae’de düşmanı bozguna uğratmayı başarmıştı. Üstelik bu savaşların yarısında bir gözü de görmüyordu.

Kartaca, Akdeniz’in en müreffeh sahillerinden biri haline gelmiş ve zengin bölgelere sahip olmuş ancak Romalılarla yapılan Birinci Pön (Punic) Savaşı’nda (M.Ö 264-241) çok fazla kayıp vermişti. Roma, zaferine karşılık Kartaca’nın en önemli eyaletini; Sicilya’yı ele geçirmiş, Kartaca’da patlak veren iç savaşın ardından Sardunya ve Korsika’yı da almıştı. Hannibal bugün Kuzey Afrika’daki Tunus’un kuzeydoğusuna bulunan Kartaca’da M.Ö 247’de doğduktan sonra bir asilzade olan babası Hamilcar Barca’dan eğitim almış, Birinci Punic Savaşı’nda Romalılarla savaşmak için İspanya’ya giden babasına eşlik etmişti. Başarısız olunan bu savaşın ardından Hannibal, babasına Roma’dan sonsuza dek nefret edeceğine dair söz verdi. O andan itibaren hayatını, dünyanın bu en güçlü imparatorluğuyla savaşmaya adayacaktı.



Hannibal’ın hilal şeklinde dizilmiş ordusu, Romalıların elit askerlerinin merkezden baskısıyla geri çekildi; Romalılar ilerledikçe Kartaca ordusu kanatlardan Roma ordusunu sararak çember içine aldı. Romalı askerlerin arkasından Kartaca süvarileri saldırdı. Düşman hatlarını yaramayan ve arada kalan Romalılar yok edildi. Bu, o dönem için oldukça yeni bir savaş taktiği idi.

M.Ö. 221’de, o sırada 20’li yaşlarının ortalarındaki Hannibal’a, öfkesini eyleme dönüştürebileceği bir fırsat doğacaktı. Kayınbiraderinin ölümüyle İber yarımadasındaki askeri güçlerin kumandasını devraldı. İki yıl içinde Kartaca’nın Roma ile yaptığı anlaşmaları çiğneyip geçerek bütün İspanya’yı fethetti. Romalılar, üzerlerine gelen bu öfke dalgasını fark etmekte gecikmeyecekti. Kartaca’ya ultimatom verildi:

“Ya Hannibal’ı teslim edersiniz, ya da gelir biz alırız!”

Tabiî ki Kartaca, küstahça bulduğu bu ikaza kulaklarını tıkadı. Öfkelenen Roma, M.Ö. 218’de savaş ilan etti. İkinci Pön Savaşı başlamıştı.



Hannibal, Romalılara yenildikten sonra Girit’e ardından da Romalılara karşı ayaklandırmaya çalıştığı Bithynia Kralı Prusias’ın yanına gitmişti. Prusias onu Romalılara teslim etmeye kalkışınca kendisini zehirledi. Kartacalılar bu büyük askerin anısına sikke bastırmakta gecikmeyecekti.

Siz gelmeyin biz savaşı Roma’ya getiririz!

Romalıların taktiklerine cevap vermek yerine Hannibal, savaşı doğrudan Roma’ya taşımaya karar verdi. “En iyi savunma hücumdur” ilkesine inanıyordu. M.Ö. 219’un Eylül ayında Alp dağlarını geçmek için 50 bin kişiden ve 40 filden oluşan bir ordunun başındaydı. Kötü hava şartlarından ve dağlarda yaşayan kabilelerin saldırılarından dolayı yaşanan kayıplara rağmen Kartacalı, destansı 15 günlük yürüyüşünü tamamlamış, Romalıların karşısına dikilmişti. Daha iyi eğitilmiş ordusu, hazırlıksız olan Roma askerlerini Trebia ve Ticinus Savaşları’nda bozguna uğrattı. İtalya’nın kuzeyi artık Hannibal’dan sorulacaktı.

Kuzey İtalya’nın yerlileri ve aynı zamanda Romalıların geleneksel düşmanları olan Galyalıları da ordusuna katan Hannibal, güneye doğru ilerlemeye başladı. M.Ö. 217’de Roma Konsül’ü Gaius Glaminus’u Trasimeno Gölü yakınında yenilgiye uğrattı ve çok verimli bir yer olan Campania bölgesini harabeye çevirdi. Hannibal ve Kartacalılar, ertesi yıl, Romalıların çok da etkili olmayan bölgesel direnişi bir kenara bırakılırsa, Aufidus nehrindeki Cannae’ye ulaşana kadar, ciddi bir güçle karşılaşmadı. Hannibal burada bir kez daha Romalılara saldırdı. Üstün durumdaki süvarilerinin manevra kabiliyetinin verdiği avantajla doğrudan Roma savunmasının merkezini hedef aldı ve buradaki askerlerin büyük kısmını yok etti. Elli binden fazla Romalı, kendi askerlerinden 7 binden daha azını kaybetmiş Hannibal’ın eline esir düşmüştü.

Hannibal şimdi hem Napoli hem de Roma’ya doğru ilerleyebilirdi; ancak Roma’nın firar eden müttefikleri ile birleşme planı gerçekleşmedi. Öte yandan Kartaca’dan talep ettiği destek siyasetçilerin kıskançlıklardan dolayı cevapsız kalmıştı. Bu zorluklara rağmen ilerlemeye devam etti. Eğer kuşatmaya elverişli silahları ve yeterli adamı olsaydı başarılı da olabilirdi. Buna karşın savaş meydanında Romalılara karşı galip gelmeye devam etti; ancak M.Ö. 215 ve M.Ö. 211 yıllarında saldırdığı başlıca Roma kentleri, Kartaca güçlerini geri püskürtmeyi başaracaktı.

Kardeşinin kellesi gönderildi

Kartaca’dan gelecek takviyeyi garantiye alamayan Hannibal, İspanya’daki Kartaca ordusunun kumandanı olan küçük kardeşi Hasdrubal’dan yardım istedi. Ancak Romalılar bu sefer Alpler üzerinden gelecek Kartaca saldırısına hazırlıklıydılar. Hasdrubal ise Romalı kumandan (Sonradan Roma’yı ateşe verdirmesi ile ünlenecek olan) Cladius Nero’nun ordusu ile çarpışıyordu. M.Ö. 207’de Metaurus nehrinde Nero tarafından bozguna uğrayan küçük kardeşin kellesi, Romalıların zafer işareti olarak, Hannibal’a gönderilecekti…

Hannibal’ın destek umudu yok olmasına rağmen, inadı tükenmemişti. Savaşmaya devam etti. Romalılar kendisini İtalya’nın güneyinde öldürmeye çalıştılar; Kartacalı General, İtalya’nın ‘topuğunda’ bir çeşit gerilla savaşı yürütmeye başladı. Ancak geride bıraktığı düşmana gereken hassasiyeti göstermemişti. Nitekim Alp dağlarını geçer geçmez yendiği Romalı generalin oğlu Scipio 204’de Kartaca’yı işgal edince, Hannibal topraklarını savunmak üzere İtalya’dan çekilmek zorunda kaldı. Bu kez ezeli düşmanı Romalılar savaşı onun kapısına getirmişti.

Hannibal, işgalci Roma askerleriyle karşılaşmak üzere, özünü İtalya’daki on beş yıllık seferinden emekli olmuş askerlerin oluşturduğu elli bin kişilik yeni bir ordu kurdu. Scipio ve Hannibal, 202’de Zama Savaşı’nda (Aynı zamanda Naraggara Savaşı olarak da bilinir.) karşı karşıya geldi. Zaferlerinin büyük kısmına süvarilerinin avantajı sayesinde ulaşan Hannibal, bu kez aynı silahı daha isabetli kullanan ve sayıca üstün olan düşman tarafından yenildi. Kartacalıyı Afrika topraklarında mağlup eden Scipio ‘Africanus’ unvanını kazandı.

Teslim olmaktansa intiharı seçti

Her ne kadar Kartaca ve Roma 201’de barış anlaşması imzalamış olsa da Hannibal, mücadeleyi yeniden başlatmak için hem hükümet hem de ordu içinde kulis yapmaya başladı. Roma’dakiler faaliyetlerinden şüphelenmiş, Kartacalılarsa barışın bozulma ihtimalinden dolayı huzursuz olmuştu. Kartaca, 196’da Roma’nın ısrarları üzerine Hannibal’ı Suriye’ye sürgüne göndermek zorunda kaldı. Ama Roma’nın yeminli düşmanı burada da boş durmayacaktı. Küçük Asya’nın (Anadolu) kuzeyindeki Bithynia’ya (Bugünkü Bolu, Kastamonu, Bursa ve Zonguldak illerinin bulunduğu coğrafi alanın antik çağ ve sonrasındaki adı) kaçmadan önce Suriye’de Roma’ya karşı başarısız bir ayaklanma girişimine ön ayak olmaya çalıştı. Ardından 183’te veya muhtemelen bir yıl sonra, Anadolu topraklarında Romalılara yakalanmak üzereyken zehir içerek intihar etmeyi tercih etti. Öldüğünde yetmiş yaşındaydı.

Roma kayıtlarına göre Hannibal, ölmeden hemen önce “Romalıları daha fazla sinirlendirmeyelim çünkü yaşlı bir adamın ölümünü beklemenin çok uzun olacağını düşünüyorlar.” demişti.

Birbiri ardına gelen zaferlerinden daha ziyade ordusunu ve fillerini Alp dağlarından geçirmesiyle ünlenen Hannibal, Kartaca’nın yetiştirdiği en büyük askerdi. On beş yıl süren seferi sırasında uzaktaki toprakları başarıyla idare etmesi, elde ettiği ganimetleri adil olarak dağıtması ve taktik anlayışı sayesinde hayatta kalmayı başararak, efsane bir kumandan olarak anılmayı hak etmişti. Askerleriyle birlikte bütün zorluklara ve tehlikelere beraber göğüs germiş, hatta 217 yılının soğuk kışında bir kamp sırasında yakalandığı enfeksiyon sonucu gözlerinden birini kaybetmişti. Romalı vakanüvisler Hannibal’ın liderliğini “Yapamayacağı veya yapmayacağı işler için hiçbir zaman başkalarına ihtiyaç duymadı.” şeklinde kayda geçirmişti.
Her ne kadar ünü ülkesinin sınırlarının dışına taşmış ve hayatı hakkında anlatılan abartılı hikâyeler onu bütün askeri liderlerin en büyüğü olarak tasvir etmişse de kimi askeri tarihçilere göre Hannibal bu tür övgüleri hak etmiyor. Manevralarında cesur, komut verirken korkusuz ve süvari taktiklerini hayata geçirirken zekiydi, doğru. Ama kimilerine göre Scipio birçok açıdan daha iyi bir kumandandı ve bunu da kanıtlamıştı. Ancak yine de hikâyesi sadece düşmanları tarafından kayıt altına alınan Hannibal, adı büyük zaferlerle ve cesaretle eşdeğer görülen bir asker olarak tarihe geçmeyi başarmıştı.

M.Ö 3. ve 2. yüzyılın Akdeniz dünyası, bir tür birliğe dönüşüm sürecinde idi. M.Ö 4. ve 3. yüzyıllarda bölünmüş olan bölge, hem kültürel hem de siyasi açıdan kendisini yeniden yapılandırıyordu. Büyük ve tek bir Akdeniz İmparatorluğu’nun oluşması kaçınılmazdı ve İkinci Pön Savaşı, doğacak bu imparatorluğun bir Roma mı yoksa Kartaca dünyası mı olacağını belirlemişti. Hannibal’ın ölümünün ardından Roma altı asır boyunca hiçbir ciddi meydan okumayla karşılaşmadı.



NOTLAR
• Kartaca, M.Ö 814 yılında, Filistin topraklarında bulunan Tire (Sur) kentinden gelen Fenikeli tüccarlar tarafından Tunus yarımadasında kurulmuş bir Fenike kolonisidir. Kartaca, Fenike dilinde ‘Yeni Şehir’ anlamına gelir.

• Kartacalılar hayatına dair kayıt tutmadığı için, bugün Hannibal’a dair bilinenlerin çoğu Roma kaynaklarına dayanır.

• Kartacalılar, Hannibal’ın Alpleri geçişini kutlamak için bir yüzünde onun diğer yüzünde de bir filin olduğu sikkeler bastırmıştı.

• Yüz bin askerle çıktığı İtalya seferindeki ilk savaşın sonunda Hannibal’ın sadece 26 bin askeri ve tek bir fili kalmıştı. O filin üzerinde de kendisi vardı.

• Roma’ya saldırmayınca generallerinden biri kendisine, “Savaşmayı biliyorsunuz, ama kazanmayı bilmiyorsunuz.” demişti.

• Zama Savaşı’nda Romalılar, trompetler çalarak Hannibal’ın 80 savaş filini şaşırtarak, ordunun koordinasyonunu bozdu.

• Kendini zehirlediği yer olan Libyssa, günümüzün Gebze’sidir. İntiharının ardından burayı bizzat Romalılar da ziyaret etmiş, hatta Roma imparatoru Septimius Severus’un Hannibal adına yaptırdığı anıt 11. yüzyıla kadar ayakta kalmıştı.

Kaynak-Ali Çimen

Bir hayalim var: Gün gelecek dört küçük çocuğum, derilerinin rengine göre değil, karakterlerine göre değerlendirildikleri bir ülkede yaşayacaklar.






Martin Luther KING
“‘Bir rüya görüyorum...”

Amerika’da tarihin utanç sayfalarından birini teşkil eden kölelik, her ne kadar Abraham Lincoln tarafından 1863’te kaldırılmış olsa da, ‘rüyalar ve özgürlükler ülkesi’ Amerika, bu utancı, üstelik bir yandan uzay çalışmalarının da dolu dizgin sürdürdüğü 60’lı yılların ortasına kadar yaşadı. Siyahların verdiği özgürlük mücadelesi zaman zaman şiddet kullanma eğilimi gösteren grupların varlığıyla gölgelense de, şüphesiz ki, pasif direnişçi bir lider olarak ön plana çıkan insan hakları savunucusu Martin Luther King, ırk ayrımına karşı verdiği sözlü mücadele ile destanlaştı.

Lincoln’ün köleliği kâğıt üzerinde ilga etmesinden tam yüz yıl sonra, 1963’te, ülke genelinde siyahlara uygulanan baskı had safhaya çıkmıştı. Kaçınılmaz olarak her zulüm, muhalif kahramanını yaratıyordu. Ve hiç şüphe yok ki, bu kahramanlık titrini hak eden; 28 Ağustos 1963’te, peşindeki 210 bin kişiyle Washington Anıtı önünden Lincoln Anıtı’na kadar yürüyen ve bu anıtın gölgesinde, halen yazılı tarihin en etkileyici özgürlük talebi olarak kabul edilen bu tarihî konuşmayı yapan King’den başkası değildi. Konuşmasında sık sık ‘Amerikan Rüyası’ kavramına da atıfta bulunan King, yeri geldiğinde kelimelerin en korkunç silahtan bile daha etkili olabileceğini bir kez daha gösteriyordu. Belki de yıllar sonra, 4 Nisan 1968’de suikasta uğramasına sebebiyet verecek çığırı da açarak...

* * *
“Bugün burada, ülkemizin geçmişindeki en büyük özgürlük gösterisi olarak tarihe geçecek bu birliktelikte, sizlerle bir arada bulunmaktan dolayı çok mutluyum.

Bundan 100 yıl önce, sembolik gölgesinde toplandığımız bu büyük Amerikalı, Köleliğin Kaldırılması Bildirgesi’ne imza atmıştı. Bu tarihî karar, şiddetli adaletsizlik ateşinde kavrulan milyonlarca siyah için bir ümit ışığı olmuştu. Uzun süren bir esaret gecesini sona erdiren coşkulu bir şafak olmuştu. Ama yüz yıl sonra, siyahların halen özgür olmadığı trajik gerçeğiyle karşı karşıyayız. Yüz yıl sonra, siyahların hayatı, acıklı bir şekilde ırkçılığın kelepçeleri ve ayrımcılığın zincirleri ile yerlerde süründürülmekte. Yüz yıl sonra siyahlar, halen büyük maddî zenginlik okyanusunun ortasındaki ıssız fakirlik adasında yaşıyorlar. Yüz yıl sonra siyahlar, halen Amerikan toplumunun ücra köşelerinde sürünüyorlar ve kendi ülkelerinde sürgünde olduklarını görüyorlar.

İşte bugün buraya bu dehşet verici durumu sergilemeye geldik. Bir bakıma ulusumuzun başkentine bir çek bozdurmaya geldik. Cumhuriyetimizin mimarları, anayasanın ve bağımsızlık bildirgesinin o muhteşem cümlelerini yazdıklarında, her Amerikalının tevarüs edeceği bir senet imzalıyorlardı. Bu senet, tüm insanların ‘yaşam, özgürlük ve mutluluk arayışı’ gibi devredilemez haklarının garanti altına alındığına dair bir vaatti.

Ama şimdi net olarak görünüyor ki, Amerika, renkli vatandaşları söz konusu olduğunda bu senede karşı olan sorumluluklarını bugüne kadar yerine getirmedi. Amerika, bu kutsal sorumluluğun hakkını vermek yerine, siyahlara ‘yetersiz nakit’ damgasıyla geri dönen bir çek verdi. Ama biz adalet bankasının iflas ettiğine inanmayı reddediyoruz. Biz, bu ulusun fırsatlar kasasında yeterli nakit bulunmadığına inanmayı reddediyoruz. Bundan dolayı bizlere, talep ettiğimiz adaletin güvenini ve özgürlüğün zenginliklerini verecek bu çeki bozdurmaya geldik. Aynı zamanda bu kutsal yere, Amerika’ya ‘hemen şimdi’nin şiddetli aciliyetini hatırlatmak için geldik.

Zaman, bu işi oluruna bırakma ya da yatıştırıcı ‘kademe kademe’ anlayışı hapını alma lüksüyle vakit geçirme zamanı değil.

Şimdi zaman, demokrasinin vaatlerini hayata geçirme zamanı!

Şimdi zaman, karanlık ve ıssız ayrımcılık vadisinden kalkıp güneşin aydınlattığı ırksal adalet patikasına koyulma zamanı!

Şimdi zaman, ulusumuzu ırksal adaletsizliğin bataklığından kardeşliğin sağlam zeminine kaldırma zamanı!

Şimdi zaman, adaleti, Tanrı’nın tüm kulları için gerçekleştirme zamanı!



An’ın aciliyetini hafife almak, ulus için ölümcül olacaktır. Siyahların haklı memnuniyetsizliğinin bunaltıcı sıcağı, adalet ve eşitliğin canlandırıcı sonbaharı gelene kadar geçmeyecektir. 1963, bir son değil, bir başlangıçtır. Siyahların biraz sakinleşmeye ihtiyacı olduğunu ve şimdi memnun olacaklarını düşünenler, ulusun her zaman olduğu gibi işine gücüne dönmesi durumunda, nahoş bir şekilde bu rüyadan uyanacaklar.

Siyahlara vatandaşlık hakkı verilene kadar Amerika’da dinginlik ve sükunet olmayacak. Ayaklanmanın fırtınası, adaletin ışıltılı günü gelene kadar ulusumuzun temellerini sarsmaya devam edecek. Ama adalet sarayına giden kritik eşikte duran yoldaşlarıma söylemem gereken bir şey var: Barışçıl konumumuzu kazanma sürecinde ilerlerken, kanunsuz işlerin sorumlusu olmayalım. Özgürlüğe duyduğumuz susuzluğu, şiddet ve öfke kadehinden içerek gidermeye çalışmayalım. Mücadelemizi daima asalet ve disiplin düzleminde götürmeliyiz. Yaratıcı protestomuzun, fizikî şiddete doğru dejenere olmasına izin vermemeliyiz. Bir daha ve bir daha, fiziksel güce ruh gücüyle karşı koymanın yüksek onurunu yaşamalıyız.

Bugün buradaki varlıklarıyla da kanıtlandığı üzere, beyaz dostlarımızın çoğu, kaderlerinin bizim kaderimizle bağlantılı olduğunu idrak etmiş oldukları için, siyah toplumu saran o yeni kavgacılık ruhu, bizi tüm beyazlara karşı güvensizliğe sürüklememeli. Onlar da özgürlüklerinin etle tırnak gibi bizim özgürlüğümüze bağlı olduğunu anladılar. Yalnız yürüyemeyiz. Ve yürürken de, daima ilerleyeceğimize dair söz vermeliyiz. Geri dönemeyiz.

Sivil hak âşıklarına ‘Ne zaman tatmin olacaksınız?’ diye soranlar var. Siyahlar dile getirilmesi bile güç polis vahşetinin kurbanı olmaya devam ettiği sürece, asla tatmin olamayız. Seyahat etmenin yorgunluğundan ağırlaşmış bedenlerimiz şehirlerin otellerinde ve otoyol kenarlarındaki motellerde konaklayamadığı sürece asla tatmin olamayız. Siyahların tek devridaimi, küçük bir gettodan büyük olanına geçmek olduğu sürece asla tatmin olamayız. Çocuklarımız, ‘Sadece beyazlar için’ yazan uyarılarla benliklerinden mahrum bırakıldığı, asaletleri gasp edildiği sürece asla tatmin olamayız. Missisippi’deki siyah adam oy veremediği, New York’taki siyah adam oy verecek bir şeyi olmadığına inandığı müddetçe memnun olamayız ve olmayacağız da. Hayır, hayır, memnun değiliz ve adalet sular seller gibi akmadığı, doğruluk bir şelale gibi gürlemediği sürece memnun olmayacağız.

Bazılarınızın buraya dehşetli yargılamaların ve musibetlerin ardından gelmiş olduğunu göz ardı ediyor değilim. Bazılarınız, daracık hücrelerinden çıkarak geldi. Bazılarınız, özgürlük talepleriniz sonucu yargı sağanakları tarafından hırpalandığınız, polis şiddetinin rüzgârları ile sendelediğiniz yerlerden geldiniz. Yaratıcı zulüm yöntemlerinin kurbanı oldunuz. Hak edilmemiş zulmün kurtuluşa götürdüğü inancıyla yolunuza devam edin. Mississippi’ye dönün, Alabama’ya dönün, Güney Carolina’ya dönün, Georgia’ya dönün, Louisiana’ya dönün, bir şekilde bu durumun değişebileceğini ve değişeceğini bilerek kuzey şehirlerinin kenar mahallelerine ve gettolarına dönün.

Gelin, ümitsizlik çukuruna düşmeyelim. An’ın getirdiği hayal kırıklıklarına ve zorluklara rağmen, sizlere sesleniyorum arkadaşlarım!

Tüm bunlarla birlikte bir rüya görüyorum. Bu, köklerini Amerikan rüyası içinde bulan bir rüya.

Bir rüya görüyorum; bir gün bu ulus ayağa kalkacak ve sorgusuz sualsiz kabullendiğimiz tüm insanların eşit yaratıldığı gerçeğini tam anlamıyla sonuna kadar hayata geçirecek!

Bir rüya görüyorum; bir gün Georgia’nın kızıl tepelerinde eski kölelerin ve eski köle sahiplerinin çocukları, bir kardeşlik masasının etrafında birlikte oturabilecekler!

Bir rüya görüyorum; bir çöl şehri olan, adaletsizliğin ve baskının ısısıyla yanıp kavrulan Mississippi eyaleti bile, bir gün bir adalet ve özgürlük vahasına dönüşecek!
Bir rüya görüyorum; bir gün dört ufak çocuğum, derilerinin rengiyle değil, karakterleriyle değerlendirildikleri bir ülkede yaşayacaklar.

Bugün bir rüya görüyorum!

Bir rüya görüyorum; bir gün, dudaklarından sürekli ‘tecrit’ ve ‘yasaklama’ kelimeleri dökülen valisi ve acımasız ırkçılarıyla Alabama’da; işte o Alabama’da küçük siyah erkek çocukları ile küçük siyah kız çocukları, küçük beyaz erkek çocukları ve küçük beyaz kız çocuklarıyla kardeşçe el ele tutuşabilecekler.

Bugün bir rüya görüyorum!

Bir rüya görüyorum; bir gün her vadi yükselecek, her tepe ve dağ alçalacak, girintili çıkıntılı yerler dümdüz olacak, eğri büğrü yerler dosdoğru olacak, Tanrı’nın ihtişamı kendisini gösterecek ve tüm nefsler bunu hep beraber görecek!

Bu bizim ümidimiz. Bu güneye beraberimizde götüreceğimiz inancımız. Bu inançla ümitsizlik dağından bir ümit taşı yontacağız.

Bu inançla ulusumuzun ahenksiz akordunu güzel bir kardeşlik senfonisine dönüştüreceğiz.

Bu inançla, bir gün özgür olacağımızı bilerek, birlikte çalışabileceğiz, birlikte dua edebileceğiz, birlikte mücadele edebileceğiz, birlikte hapse girebileceğiz, özgürlük için birlikte ayağa kalkabileceğiz.
O gün, o gün, Tanrı’nın tüm kullarının yeni bir anlayışla şarkı söyleyecekleri gün olacak.

‘Ülkem, ülkem

Özgürlüğün güzel yurdu seni söylüyorum.
Babalarımızın öldüğü,
Hacıların gururu ülkem
Her bir dağından özgürlük çınlasın!’
Ve Amerika bir gün büyük bir ülke olacaksa, bu gerçekleşmeli.
O halde New Hampshire’ın görkemli tepeciklerinden çınlasın özgürlük!

Bırakın, New York’un yüce dağlarından çınlasın özgürlük!

Bırakın, Pennsylvania’nın yüksek Allegheny Dağları’ndan çınlasın özgürlük!

Bırakın, Colorado’nun karla kaplı zirvelerinden çınlasın özgürlük!

Bırakın, California’nın olağanüstü doruklarından çınlasın özgürlük!
Ama bu kadar yetmez.

Bırakın, Georgia’nın Stone Dağı’ndan çınlasın özgürlük!

Bırakın, Tennessee’nin Lookout Dağı’ndan çınlasın özgürlük!

Bırakın, Mississippi’nin her bir tepesinden ve kubbesinden, her bir dağından çınlasın özgürlük. Bırakın çınlasın!

Ve bu gerçekleştiğinde, özgürlüğün çınlamasına izin verdiğimizde, her bir köyde ve kasabada, her eyalette ve şehirde çınlamasına izin verdiğimizde; Tanrı’nın tüm kullarının, siyahların ve beyazların, Yahudilerin ve ateistlerin, Protestanların ve Katoliklerin el ele tutuşup siyahların o eski ilahisini; ‘Nihayet özgürüz, nihayet özgür! Tanrım sana şükürler olsun en sonunda özgürüz!’ ilahisini söyleyebilecekleri günün gelmesini çabuklaştırabileceğiz.”

28 Ağustos 1963

“Beni mahkum edin. Sorun değil. Tarih beni aklayacaktır."




26 Temmuz 1953, Küba tarihinde önemli bir dönüm noktası sayılır. Küba o yıllarda Amerikan yanlısı diktatör Fulgencio Batista’nın yönetimi altındadır. Bu tarihte Fidel Castro ve arkadaşları, Santiago’da bulunan Moncada kışlasına bir harekât düzenler. Ancak Moncada saldırısı, planlandığı gibi gelişmez. Castro ve adamları, askerler karşısında etkili olamaz. Bir kısmı çatışmalarda ölürken, aralarında Fidel Castro’nun da bulunduğu diğerleri tutsak edilir. Yargılanır ve hapis cezasına çarptırılırlar.

Fidel Casto’nun yargılanması ise 16 Ekim 1953’te, büyük bir gizlilik içerisinde bir hastanede yapılır. Castro, hakimler önünde yaptığı bu konuşmada, ‘Tarih beni aklayacaktır’ derken 1959’daki devrime kadar giden süreci başlatan Moncada saldırısının meşruiyetini savunmaktadır. Fidel Castro’nun, o sıralar diktatör Fulgencio Batista rejimi altında fazla yankı bulamayan, gizli tutulan bu konuşması; resmen de kayıt altına alınmış olması hasebiyle iki yıl hapis, serbest bırakılma ve Meksika’ya sürgün edilme, ardından da Sierra Maestra Dağları’na geri dönüş ve nihayetinde 1959’da Batista rejiminin devrilmesiyle sonuçlanan dönemin önemli bir belgesi sayılmaktadır.

Bu konuşma, Castro’nun daha sonraları yaptığı, yedi saat kadar süren hamasî nutuklarının yanında elbette daha kısadır, ancak Küba’nın ünlü bir avukatının bir devrimci kimliğine dönüşümünün temelindeki sebepleri göstermesi bakımından güzel bir örnektir. Fidel Castro, hareketin iç dinamiklerini ve izlenecek yolu, ülkenin tarihî kahramanları ve onların ilkelerinden örneklerle göstermiştir.
* * *



“Şerefli hakimlerimiz,
Eğer yüreklerinizde ülkeniz, insanlık ve adalet için sevgiden eser varsa dikkatli dinleyiniz. Biliyorum, uzun bir süre için sesim kısılmaya çalışılacak; ülke yönetimi, gerçekleri tüm imkânlarıyla bastırmaya çalışacak, biliyorum. Bir kayıtsızlık halinin içine kıstırılıp gömülmeye çalışıldığımı da biliyorum. Ama haykırışım susturulamayacak. Kendimi en yalnız hissettiğim anda dahi göğsümden bu ses yükselecek. Yüreğim, kimi duyarsız korkakların reddettiğinin aksine bana bu gücü verecek.

Temmuz’un 27’sinde, Pazartesi günü, on sekiz adamımız, dağlardaki bir barakada hükümet güçleriyle çatışma halinde iken radyodan diktatörü dinledim. Bu anları yaşamayanlar ne çeşit bir acı ve öfke halinde olduğumuzu anlayamazlar. O gün, insanlarımızın hürriyeti için beslediğimiz ümitler, yıkıntıların ve kayıplarımızın altında kalmış iken; bu umutların paramparça oluşundan adeta şeytanca bir zevk duyan, daha önce hiç olmadığı kadar küstahça konuşan bir tiranı dinledik.

Kaba, iğrenç ve nefret uyandıran dilinden dökülen yalan ve iftiralar akını, geçen geceden beri kendisinin bilgisi ve onayı dahilinde, inanılmaz derecede insafsız bir katil çete tarafından akıtılan genç insan kanıyla karşılaştırılabilir ancak.

Söylediklerine bir an dahi olsun inanmış olmak, vicdan sahibi bir insanın hayatının geri kalan kısmını utanç ve vicdan azabı içerisinde geçirmesine kâfi gelir. Dinlediğim esnada o iğrenç alnını, üzerinde ‘gerçek’ yazan ve onu sonsuza dek lanetli bırakacak bir mühürle dağlamayı umut dahi edemedim. Çünkü binden fazla adamı, diktatörce buyruklarını yerine getirmek üzere bizimkilerden daha güçlü silahlarla donanmış bir şekilde üstümüze geliyordu.
Moncada Kışlası, bir işkence ve ölüm merkezine dönüştürüldü. Bazı kendini bilmezler, üniformalarını kasap önlüğüne çevirdiler. Duvarlar kana boyandı. Duvarlarda bulunan kurşun izleri, doğrudan yüze nişan alınarak açılan ateşin dehşet veren hatıraları olarak saç, yanık deri ve beyin parçalarıyla kaplandı. Kışlanın etrafındaki çimler, insan kanından yapışkan bir hal almıştı. Küba’nın kaderini yönlendiren bu suçlu eller, bu ölüm mekânının girişine esirler için bir cehennem yazıtı kazımışlardı: ‘Bütün umutlarınızdan vazgeçin…’

Bu dayanılmaz manzarayı örtmeye tenezzül bile etmediler. Yaptıklarını gizleme gereği de duymadılar. Yalanlarıyla insanları kandırdıklarını düşündüler, fakat kendileri aldandılar. Kendilerini hayat ve ölümün üzerinde güç sahibi, kainatın efendileri zannettiler. Fakat gün ağarırken yaptığımız saldırıda yaşadıkları korku, cesetler üzerinde ve kan içerisindeki sefahat ve şölenlerini dağıttı.

Dante, İlahî Komedya’da İnferno’yu (cehennem) dokuz tabakaya ayırır. Adî suçlular yedinci, hırsızlar sekizinci, hainler ise dokuzuncu tabakadadır. Şeytanlar, bu adamın ruhu için, eğer ruhu varsa tabii, cehennemde uygun yeri bulmak için epey zorlanacaklar. Santiago de Cuba’da bu menfur eylemleri başlatan adamın bir kalbi dahi olamaz.

Her toplumda böyle hayvanî güdülere sahip adamlar olur. Vahşiler ve sadistler, etrafta insan kılığında dolaşabilirler. Fakat onlar aslında biraz disiplin ve bazı sosyal davranışlarla dizginlenmiş canavarlardır. Eğer onlara kandan bir nehirden içecek sunulsa nehri kurutana kadar içmeden tatmin olmazlar. Bunlar için bir emir yeterlidir. En iyi ve en asil Kübalılar yok oldu onların ellerinde. En cesurlar, en dürüstler, en idealistler… Diktatör, onları ‘paralı askerler’ olarak nitelendirdi. Halbuki onlar, maaş alan, halkı savunmaları için verilen silahlarla bir zümrenin çıkarlarına hizmet eden en iyi vatandaşlarımızı öldüren adamların ellerinde can veriyorlardı.
Yoldaşlarımıza yapılan işkenceler boyunca onlardan ideolojilerine ihanet etmeleri ve Prio’nun kendilerine para verdiğini söylemeleri istendi. Bu yolla hayatlarını kurtarabileceklerdi. Fakat bu teklifi haksızlığa direnen bir öfkeyle reddettiklerinde ordu işkenceye devam etti. Kimilerinin gözleri çıkarıldı. Fakat hiç kimse teslim olmadı. Hiçbir şikâyet duyulmadı. Merhamet için yalvaran da olmadı. Bizim adamlarımız, erkeklik uzvundan mahrum bırakıldıklarında bile onlara eziyet edenlerin tümünden bin kat daha fazla erkekti. Fotoğraflar yalan söylemez, vücutları parçalara ayrılmış. Başka işkence metotları da kullanılmış. Erkeklerin bu cesaretinden dolayı hüsran içinde olan kadınlarımızın üzerine gidilmiş. Yoldaşlarımız Melba Hernandez ve Haydee Santamaria’nın bulunduğu hücreye ellerinde bir insan gözüyle birlikte birkaç kişi girmiş ve gözü işaret ederek Santamaria’ya: ‘Bu kardeşine ait, bize söylemediklerini sen de söylemezsen diğerini de çıkaracağız’ demişler. O da tam bir kararlılıkla: ‘Tek gözünü çıkardığınız halde ondan bir şey alamadıysanız benden de daha fazlasını alamazsınız’ cevabını vermiş. İşkence için tekrar geri dönüp kollarında sigara söndürdükten sonra nefretle yüzüne haykırmışlar: ‘Artık nişanlın yok, onu da öldürdük!’ Santamaria tüm metanetiyle karşılık vermiş: ‘O ölü değil, kendi ülkesi için ölen biri sonsuza dek yaşar…” Küba kadınının kahramanlığı ve asaleti bu dereceye yükselmiştir artık.

Biz Kübalıyız, Kübalı olmak beraberinde bir görev de getirir. Onu yapmamak suçtur, vatana ihanettir. Ülkemizin tarihinden gurur duyuyoruz. Tarihimizi okulda öğrendik. Özgürlük, adalet ve insan hakları kavramlarını duyarak yetiştik.

Kahramanlarımızın aziz hatırasına saygı duymak öğretildi bizlere. Cespedes, Agramonte, Maceo, Gomez ve Marti, zihinlerimize işlenen ilk isimlerdi. Titan’ın bir zamanlar ‘Hürriyet dilenilmez, kılıçla kazanılır’ dediği öğretildi. Dünyada yeteri kadar ışık olması gerektiği kadar belli bir derecede şeref ve haysiyet de olmalıdır. Arsızların sayıları çoğaldığı zaman kendi içlerinde birçok insanın şerefini taşıyabilen insanlar daima olacaktır. Bu insanlar, özgürlüğü, yani insan haysiyetini çalanlara güçle karşı koyan kişilerdir. O adamların içinde binlerce insan vardır. Bütün insanlık vardır, insanlık onuru vardır.

Bizlere 10 Ekim’ler ve 24 Şubat’lar, yani Kübalıların zorba hükümetin boyunduruğuna başkaldırdığı tarihler ulusal bayram günleri olarak öğretildi. Aziz bayrağımız üzerine titrememiz ve onu savunmamız gerektiği, her öğleden sonra ulusal marşımızda söylediğimiz gibi ‘Zincirle yaşamanın bir zillet, vatan için ölmenin ise sonsuza dek yaşamak’ olduğu öğretildi.

Bugün, beşikten itibaren öğrenilen bu fikirleri uygulamaya koymak isteyenlere yönelik cinayetler ve mahkumiyetler olmasına rağmen biz bunları öğrendik ve bir daha asla unutmayacağız. Bizler atalarımızdan miras, bağımsız bir ülkede doğduk ve bu böyle devam edecektir.
Marti’nin fikirlerinin, ardından gelen yüzyıl içerisinde tükeneceği zannediliyordu. Hatırası sonsuza dek sönmüş sanıldı önceleri. O kadar hakaret edilmişti ki… Ama o ölmedi, yaşıyor. Halkı zulme başkaldırıyor. İnsanları değerli. Halkı öyle vefakâr çıktı ki… Onun doktrinlerini savunurken ölen Kübalılar var. Yaralı genç Kübalılar, adeta döktükleri kanlarla onun ülkesi, milleti için yaşamasını istercesine son nefeslerini yine onun mezarı başında veriyorlar. Küba! Başına gelecekleri bilseydin Marti’nin ölmesine izin verir miydin?

Savunmamın sonuna geldim ama avukatların yaptığı gibi sanığın affını istemeyeceğim. Yoldaşlarım Pines Adası hapishanesinde ıstırap çekerken kendim için hürriyet isteyemem. Beni oraya, onların yanına, kaderlerini paylaşmak üzere gönderin. Başkanı suçlu ve hırsız olan bir ülkede dürüst insanların ölmüş ya da hapiste olması anlaşılır bir durumdur.
Biliyorum, mahkumiyet benim için kolay olmayacak. Ama korkmuyorum.

Yoldaşlarımdan yetmişinin canını alan bu diktatörün gazabından korkmuyorum. Beni mahkum edin! Sorun değil. Tarih beni aklayacaktır.”
16 Ekim 1953

“İçinizden biri bana ihanet edecek.” (Matthew 26:21)




Leonardo da Vinci, hamisi Ludovico Sforza için 1495 ile 1498 yılları arasında Son Akşam Yemeği adlı tablosunu yaptı. Milano, Santa Maria dele Grazie’deki keşişlerin yemekhanesinin kuzey duvarında konumlanmış olan tablo, Batı tarihinde İncil’de geçen bir konunun en ünlü tasvirlerinden biridir.




Son Akşam Yemeği, Yahuda tarafından Romalılar’a jurnallenmeden hemen önce, on iki havarisi ile Paskalya yemeğini kutlayan İsa’yı betimler. Hıristiyan teolojisine göre bu olay, masadaki ekmek ve şarabın İsa’nın etine ve kanına dönüştüğü yemek olarak Komünyon’un ilk kutlamasını oluşturdu.


Tüm figürler, resmin önünde yemekhanede yemeklerini yiyen rahiplerle, kutsal olayı birbirinden ayıran bir çeşit engel vazifesi gören masanın bir tarafında düzenlenir. Soldan sağa havariler Bartholomew, Küçük James, Andrew, Peter, Yahuda ve John görünürler. İsa tam ortadadır. Ondan sonra Thomas, Büyük James, Philip, Matthew, Thaddeus ve Simon gelir.


Rönesans’ın en ünlü İtalyan sanatçılarının biyografilerini yazan on altıncı yüzyıl yazarı Giorgio Vasari’ye göre, da Vinci’nin freski, İsa’nın, “İçinizden biri bana ihanet edecek.” (Matthew 26:21), dediği anı yakalar. Havariler böylece O’nun sözlerine karşı, her biri farklı bir duyguyu –inkar, şüphe, kin, inançsızlık veya sevgi– yansıtan ifadeleriyle gösterilir.


İncil’den konuyla ilişkili diğer parça, İsa’nın,“Bana ihanet edenin eli masada benimle.” dediği Luka 22:21’dir. Da Vinci’nin resminde, masada eli İsa’nın elinin yanında duran tek kişi Yahuda’dır. Yüzü gölgede kalmış, vücudu fiziki olarak İsa’dan ürkmüş haldedir. Sahnenin başka sanatçılarca yapılmış daha eski betimlemelerinde, Yahuda ya grubun geri kalanının dışında kalmış ya da masanın ters tarafında yalnız oturmuş veya halesinden mahrum bırakılmış halde betimlenmiştir. Da Vinci, onu dış özelliklerden çok psikolojik durumuna odaklanan daha gizemli bir tutumla diğer havarilerden ayırır.


Duvar resmi, yapılmasından kısa süre sonra bozulmaya başladı. Zahmetli bir hassasiyetle çalışan da Vinci geleneksel fresk teknikleri kullanmamıştı, çünkü ressamların büyük bir hızla çalışmalarını gerektiriyorlardı. Bunun yerine yüksek oranda kalıcı olmadığı bilinen yağ -ve zamk- bazlı boyaları denedi; birkaç yıl içinde çatlaklar ve küf oluşmaya başladı. Ayrıca 1652’de, duvarda İsa’nın ayaklarının göründüğü bölümü yok eden bir kapı yeri açıldı. On sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllardaki restorasyon teşebbüsleri sadece kısmî başarı sağladı. II. Dünya Savaşı sırasında yemekhaneye daha da zarar veren bir bomba isabet etti. 1978’de büyük bir restorasyon hareketi, İtalyan hükümetince yüklenildi ve Pinin Brambilla Barcilon tarafından yirmi yıldan daha uzun bir süre boyunca denetlendi. Yeni restore edilen fresk, yemekhane iklim kontrolü ile donatıldıktan sonra 1999’da tekrar halka açıldı.

Bir deliyle benim aramda tek bir fark var. Deli aklının yerinde olduğunu sanır. Bense deli olduğumu biliyorum.





Salvador Dali (1904-1989), yirminci yüzyılın en kışkırtıcı ve acayip sanat eserlerinin bir kısmını üretmek için gerçeküstücü fantezinin vahşi uçuşlarıyla saf, akademik tekniği birleştirdi.




Dali, İspanya, Katalonya’da doğdu. 1921’de şair Garcia Lorca ve yönetmen Luis Bunuel ile tanıştığı Madrid’te San Fernando Güzel Sanatlar Akademisi’ne kaydoldu. İki yıl içinde Dali, öğrencileri isyana teşvik etmekten ve öğretmenlerinin eserlerinin değerlendirecek kadar bile nitelikli olmadığını iddia etmekten akademiden atıldı.


1929’da Dali, gerçeküstücü akıma katıldığı Paris’e hareket etti. Paranoyanın yaratıcı potansiyeli ile merakı uyanan Dali, “paranoyak eleştirel yöntem” adını verdiği bir yöntem geliştirdi. Gerçeküstücü felsefeye göre paranoya, şeyleri çoklu açılardan kavrama becerisiyle nitelendirildi ve bu yüzden dünyayı istikrarsızlaştırmanın bir aracıydı. Bundan ilham alan Dali, daha güçlü bir sanat yaratabileceğine inandı.


Dali’nin klasik eserlerinden olan Hafızanın Dayanıklılığı (1931), şekli çarpıtılmış bir kafanın üstünde eriyen bir cep saatindeki yalın bir manzaradır. Yakınlarında, bir üçüncüsü sürünen karıncalarla kaplı olan iki tane daha eriyen saat vardır. Tuhaf sahne, bir rüya halinde zamanın çarpıtılmasını andırır.


1929’da Dali, aynı zamanda Bunuel ile yaptığı iki filmden biri olan Endülüs Köpeği adlı bir gerçeküstücü film üzerinde de çalıştı. Aynı yıl, eşi olan Gala ile tanıştı ve Gala elli yıldan fazla onun ilham perisi oldu. Bir yıl sonra o ve Bunuel, Altın Çağ filmini yazdılar ve çektiler.


Yıllar boyunca Dali, insanları şok edip büyülemeye devam etti. 1936’da Time dergisine kapak oldu ve 1937’de Marx Kardeşler için hiçbir zaman çekilmeyen bir senaryo yazdı. 1930’ların sonlarında sağ kanat siyasi görüşlerinden ve hırslı bir şekilde ticarî başarı peşinde koşmasından dolayı gerçeküstücüler tarafından kabul görmedi. 1940’da Dali, 1955’e kadar yaşayacağı Amerika Birleşik Devletleri’ne taşındı. Amerika’da kalışı süresince Dali, Walt Disney tarafından Fantezi adlı bir çizgi filmi tasarlamak üzere davet edildi. Katkıları ancak 2003’de, 1940’dakinin revize edilmiş bir versiyonu çıkarıldığı zaman, halkla paylaşıldı. Dali, aynı zamanda Alfred Hitchcock’un klasik filmi Büyülenmiş (1945) için bir rüya bölümü de yarattı. Dikkat çekmeyi her zaman arzulayan Dali, Benim Mısram Ne? adlı 1950’lerin popüler bir televizyon programında gizemli misafir olarak iki kez halkın karşısına çıktı.


Dali, yaşamının son yıllarını İspanya’da geçirdi. 1984’te esrarengiz bir yangında kötü şekilde yanarak yaralandı. Beş yıl sonra, tüm servetini ve sanatını İspanyol hükümetine bırakarak öldü. Bugün St. Petersburg ve Florida’da birer tane ve İspanya’da üç tane olmak üzere, eserlerine geniş ölçüde yer veren çeşitli müzeler bulunur.


EK BİLGİ:


1. Mayıs 1955’te Dali, Jan Vermeer’in “Dantelacı”sının, Paris yakınlarındaki Vincennes Hayvanat Bahçesi’ndeki gergedan kafesinde oturur hâlini betimleyen, paranoyak-eleştirel bir versiyonunu yaptı.

İnsan hür doğar, ama her yerde zincire vurulmuştur.




10 Temmuz 1750 tarihinde Fransa’daki Dijon Akademisi uluslarası bir deneme yarışmasını kazanan kişiyi açıkladı. Bu kişi o zamana kadar adı hiç duyulmamış İsviçreli bir müzisyendi. Discourse on the Sciences and Arts (Bilim ve Sanat Üzerine Söylem) isimli bir kompozisyon yazmıştı. Müzisyenin adı Jean Jacques Rousseau’ydu (1712-1778).




Ödülünü kazandığı sırada Rousseau 38 yaşındaydı. Denemesi ona Avrupa çapında bir ün sağladı. Sonraki otuz yıl boyunca ulusunun en etkili ve en ateşli filozofu olarak kabul gördü.


Rousseau, Cenevre’nin Protestan bölgesinde doğmuştu. Annesi doğumundan birkaç gün sonra öldü. Saat üreticisi olan babası, henüz genç bir delikanlıyken onu terk etti. Rousseau 1728 yılında Fransa’ya gitti. Katolik oldu ve operalar yazdı. Hizmetçilik yapan müstakbel eşi Thérèse Levasseur (1721–1801) ile burada tanıştı.


Rousseau’nun ödül kazanan denemesinde yanıtını aradığı temel soru şuydu: “Bilimin ve sanatların restorasyonu ahlaki değerlerin gelişimine katkı sağlar mı?” Rousseau bunun aksini iddia ediyordu. Ona göre bu alanlarda kaydedilen ilerleme, insanoğlunun doğuştan gelen erdemlerine ve iyiliğine zarar vermişti.


Rousseau, Fransa’nın dini ve siyasal kurumlarına yönelik eleştiriler kaleme alıyordu. İnsanın iyiliğine olan inancı, Katolik doktrini ile çelişiyordu. Katolik inancına göre insan ilk günahın yüküyle doğardı. Politik eşitliğe dönük düşünceleri ise Fransız mutlak monarşisinin çıkarları ile çelişiyordu.


1755 yılında ikinci bir eser verdi: Discourse on the Origin and Foundations of Inequality. (Eşitsizliğin Kökeni ve Temelleri Üzerine) 1761 yılında ise başarılı bir roman yazdı: Julie, or the New Heloise. Belki de en iyi bilinen kitabı olan The Social Contract (Toplumsal Sözleşme) ise 1762 yılında yayınlandı. Bireysel hakları ve doğayı yücelten Rousseau’nun yazıları, Romantik hareketin ve Fransız Devrimi’nin ideallerinin gelişimine katkı sundu.


Rousseau’nun özel hayatı ise fazlasıyla çalkantılıydı. Sayısız ilişkisi olmuştu. Söylendiğine göre bir teşhirci ve mazoşistti. Kitapları dini otoriteleri eleştirdiği gerekçesiyle Paris’te yasaklanınca İsviçre’ye geri döndü ve yeniden Calvinist oldu. Daha sonra sahte bir isimle Fransa’ya geldi. Kendisine kitap yayınlamayı bırakması şartıyla ülkede kalma izni verildi. Hayatının son yıllarını nota kopyalayarak geçirdi.


Rousseau altmış altı yaşındayken Paris’in dışındaki Ermenonville’de öldü. Fransız Devrimi’nin ardından devrime yaptığı katkılar nedeniyle naaşı Pantheon’a taşındı. Bu bir Fransız’ın sahip olabileceği en büyük onurdu.


Ek Bilgiler


1- “The Social Contact” adlı kitabının yayınlanmasının ardından örgütlü dini eleştirdiği için İsviçre’deki evi kızgın bir kalabalık tarafından taşlandı. Kısa süre sonra bu ülkeden ayrıldı.


2- Politik ve felsefi yazılarına ek olarak başarılı bir opera yazdı. “Le devin du village” (Köy Falcısı) operası 1753 yılında Kral 15. Louis (1710-1774) için sahnelendi.

“Ateş et korkak, yalnızca bir adamı öldüreceksin.”




Güney Amerikalı devrimci Ernesto “Che” Guevara’nın (1928–1967) yüzü bir milyon tişörte basılmıştır. 20. yy’ın en tanınmış solcu isyancılarındandır. Aslen tıp eğitimi almıştı. Küba ve Kongo devrimlerinde savaşmış, Bolivya’daki gerilla hareketine liderlik ettiği sırada bir ormanda öldürülmüştür.





Ölümünün ardından onu çevreleyen efsane giderek büyüdü. Günümüzde halen Latin Amerika solu tarafından büyük bir saygı görmektedir. Ancak onu eleştirenler Che’nin yanlış yönlendirilmiş bir romantik olduğunu ve yüzlerce politik cinayet ve insan hakları ihlaline adının karıştığını savunmaktadır.


Arjantin’de varlıklı bir ailenin çocuğu olarak doğmuştu. Tıp okulunda öğrenci olduğu sırada politik bir uyanış yaşadı. Motorsikletle Güney Amerika turuna çıktı ve kıtanın derin yoksulluğuna tanıklık etti. Pek çok Güney Amerikalı gibi bölgedeki sorunların kaynağı olarak Amerikan hegemonyasını görüyordu ve komünizmi benimsedi.


Guevara, Kübalı devrimci Fidel Castro’nun (1926–) ilk destekçilerinden biri oldu. 1956 yılında Castro’nun gerilla savaşına katıldı. Castro, Amerika destekli diktatör Fulgencio Batista’yı (1901–1973) devirince Guevara yeni devrimci hükümette üst düzey bir konuma geldi ve uluslararası ün kazandı. 1959’da yüzlerce politik tutuklunun idam emrini herhangi bir yargılama yapmaksızın vermiş olması onun politik mirasını lekeleyen en önemli unsurlardan biri olmuştur.


Castro, Guevara’nın baskısıyla 1960’larda devrimi gelişmekte olan diğer ülkelere yayma kararı aldı. Guevara, önce Kongo’ya gitti. Ancak başarısız olunca Küba’ya geri döndü. İkinci denemesi Bolivya oldu. Buradaki hedefi yönetimdeki askeri cuntaydı.


CIA’nın desteği sayesinde Bolivya hükümeti Che’nin gelişinden haberdardı. 1967 yılında gerilla güçleri kuşatıldı. Che askerler tarafından yakalandı ve yakalandıktan sonra vuruldu. Ancak çatışmada öldürüldüğü görüntüsü verildi. Guevara günümüzde Küba’da ve Güney Amerika’da kahraman olarak görülmeye devam etmektedir. Resimlerinin basılı olduğu tişörtleri giymek yaygın bir moda haline gelmiştir.


Ek Bilgiler


1- Söylendiğine göre son sözleri “Ateş et korkak, yalnızca bir adamı öldüreceksin,” olmuştur.


2- Guevara’nın anılarını temel alan “The Motorcycle Diaries” (Motorsiklet Günlükleri) isimli film 2004 yılında gösterime girdi. Filmde Meksikalı aktör Gael García Bernal (1978–) gerilla liderinin gençliğini oynuyordu. 2008’de gösterime giren “Che: Part Two” (Che: Bölüm İki) ise Steven Soderbergh (1963–) tarafından yönetildi ve filmin başrolünde Benicio Del Toro (1967–) oynadı.


3- Guevara’nın infazından sonra mezar yeri Bolivya hükümeti tarafından bir sır olarak saklandı. 1990’larda kemiklerinin bulunduğu mezar keşfedildi ve kalıntıları 1997 yılında Küba’ya götürülüp Che’ye yeni bir mezar yapıldı.

"Ölüler yaşayanlardan daha çok çiçek alır, çünkü pişmanlık minnetten daha güçlüdür."




Holokost’un içinden yükselen hiçbir ses Anne Frank’ın sesi kadar dünyada yankılanmamıştır. O, Nazilerin Hollanda’yı işgali sırasında ailesi ve dört arkadaşı ile birlikte saklanmak zorunda kalan bir Yahudi kızıydı. Babasının şirketine ait bir binanın gizli bölmelerinde sekiz kişi birlikte hayatta kalmaya çalıştılar. Temmuz 1942 yılından bir ihanet sonucu yakalandıkları 1944 Ağustos’una kadar burada saklanacaklardı.



Saklandıkları iki yıl içerisinde Anne (1929–1945) ölümünden iki yıl sonra yayınlanacak olan bir günlük tutmuştu. Bu günlük, günümüzde altmış yedi dile çevrilmiştir. Günlüğün Amerikan versiyonu Anne Frank The Diary of a Young Girl olarak isimlendirilmiştir.

Bergen-Bersen toplama kampında ölümünden yaklaşık bir yıl kadar önce şöyle yazmıştır: “Çevremdeki henüz beni tanımayan insanlara faydalı olmak, onları mutlu etmek istiyorum. Öldükten sonra bile yaşamaya devam etmek istiyorum.”

Frank ailesi, 1933 yılında Almanya’dan kaçarak Hollanda’ya gelmişlerdi. 1940 yılına kadar Amsterdam’da güven içerisinde yaşadılar. Daha sonra Nazi işgali ile birlikte Yahudi karşıtı yasalar uygulanmaya başladı.

Sürgünden korkan Frank ailesi; baba Otto (1889–1980), anne Edith (1900–1945) ve kızları Margot (1926–1945) ile Anne, saklanmaya başladılar. Otto’nun dört çalışanından giysi, gıda ve erzak alıyorlardı. Bu arada onlar da binanın alt katlarında çalışmayı sürdürüyorlardı.

Gizli bölmede saklanan grup keşfedilince toplu halde Almanya’daki toplama kamplarına gönderildiler. Edith, Margot ve Anne kamplarda öldü.

Frank ailesinden geriye sadece Otto kalmıştı. Otto’nun iki eski çalışanı Miep Gies (1909–2010) ve Bep Voskuijl (1919–1983), mucizevi bir biçimde Anne’nin günlüğünü buldular. Otto Amsterdam’a dönünce günlüğü ona verdiler.

Otto kimi çekincelerine rağmen günlüğü yayınlamaya karar verdi. Günlük ilk olarak 1947 yılında Felemenkçe basıldı. Roger Rosenblatt 1999 yılında Time’a şöyle yazmıştı: “Kitabın alevlendirdiği tutkular herkesin Anne Frank’i sahiplendiğini ortaya koyuyor. O Holokost’un, Judaizmin, genç kızlığın ve iyiliğin içinden yükseldi ve modern dünyanın totemik bir sembolü oldu. Bireyin ahlaki benliği yıkım makinesi tarafından kuşatılmışken yaşamak, insan türünün geleceği için umutlanmak ve sorular sormakta ısrar etmişti.”

Günlük, Frances Goodrich (1890–1984) ve Albert Hackett (1900–1995) tarafından çok başarılı bir biçimde sahnelendi. İlk gösterim 1955 yılında Broadway’de yapıldı ve drama dalında Pulitzer Ödülü kazandı. 1959 yılında bir Hollywood filmi haline getirildi.

Mayıs 1960’ta Amsterdam’daki 263 Prinsengracht adresinde saklandıkları yer müze haline getirilerek Anne Frank Evi açıldı.

Anne ve Margot, Mart 1945 tarihinde Bergen-Bersen’de tifüs geçirerek öldüler. Üç hafta sonra kamp İngilizler tarafından kurtarıldı.

Forum içerisinde göz gezdirmelik bir genel kültür konusu açmak istedim.

1- Kartacalı Hannibal
2- Martin Luther King
3- Fidel Castro
4- Son Akşam Yemeği Tablosu ( Sanat Tarihi )
5- Salvador Dali
6- Jean Jacques Rousseau
7- Ernesto 'Che' Guevera
8- Anne Frank
 
Son düzenleme:
Ellerine sağlık, çok iyi olmuş konu. Kültürleniriz biraz. Hannibal Barca hakkında isim harici öyle bilgi sahibi değildim, zevkle okudum. Devamını bekliyorum. İstek kişi de yapabilirim ileride.
 
Tesadüfe gel ben de Roma'ya karşı savaşan kahramanları okuyordum az önce. Spartacus zaten çok meşhur hikaye, bir de çoban Viriathus varmış. Güzel konu.
 
@kadir †. Eline sağlık iyi olmuş. Ben Che Guevara diyorum. Herkesin tanıdığı ama çoğu kişinin hakkında doğru dürüst detaylı bilgiler bilmediğini düşünüyorum. En azından ben bilmiyorum.

Hatta sen yapmıyorsan ben yapabilirim fark etmez koyarsın ana mesaja.
 
Son düzenleme:

Bu Konuya Bakmış Kullanıcılar (Üye: 0, Ziyaretçi: 1)

Korsanfan.com Her Hakkı Saklıdır. 2008-2023.
Tasarım Korsanfan V.6.0
Yukarı Çık