Korsanfan.Com - One Piece Türkiye
Korsanfan.Com - One Piece Türkiye
Neler yeni

[Tanıtım] Korku Öyküleri Antolojisi - Karanlıkta 33 Yazar

W.W.Jacobs- Maymun Pençesi




I
Dışarıda gece ıslak ve soğuktu, ama Laburnum Villasının küçük oturma odasında kalın perdeler çekilmişti ve ateş parıldayarak yanıyordu. Baba ve oğul satrancın başındaydılar,- oyunun cesur girişimler gerektirdiğine inanan yaşlı adam şahını o denli ince ve gereksiz tehlikelere atıyordu ki, bu durum ateşin yanına oturmuş, uysalca örgü örmekte olan ak saçlı yaşlı hanımdan bile yorumlar gelmesine yol açıyordu.

Yapmış bulunduğu ölümcül yanlışı çok geç fark eden Bay White, bunu oğlunun dikkatinden saklayabilmeyi içtenlikle umut ederek, "Rüzgârı dinleyin," dedi.
Satranç tahtasını ciddiyetle gözden geçirdikten sonra elini uzatan genç adam, "Dinliyorum," diye yanıtladı. "Şah."
"Onun bu gece gelebileceğini düşünemiyorum bile," dedi babası ve eli satranç tahtasının üzerinde asılı kaldı.
",. .ve mat," diye tamamladı oğlu.

Bay White ani ve beklenmedik bir öfkeyle, "Böylesine uzakta oturmanın en kötü yanı da bu işte," diye bas bas bağırmaya başladı. "Yaşanabilecek bütün rezil, çamurlu ve sapa yerlerin içinde en berbatı burası olsa gerek! Patikalar bataklıklara dönüşmüş, yollarsa sel yatağına. İnsanlar bu konuda ne diyorlar, bilemiyorum. Yol üzerinde kiralık ev sayısı sadece iki olduğuna göre fark etmeyeceğini düşünüyor olmalılar."

Yaşlı hanım eşimi avuturcasına, "Aldırma, hayatım," dedi, "belki gelecek oyunu sen kazanırsın."

Bay White ana oğul arasındaki anlamlı bakışmayı tam zamanında yakalayacak kadar hızlı bir göz attı. Sözcükleri dudaklarında öldü ve ağarmış, seyrek sakallarının arasında suçlu bir gülümsemeyi gizledi.

Bahçe kapısı gürültüyle kapanıp, ağır adım sesleri eve yaklaşmaya başladığında, "İşte o," dedi Herbert White.

Yaşlı adam tezcanlı bir konukseverlikle ayağa fırladı ve az sonra evin giriş kapısını açarak yeni geleni karşılayışı duyuldu. Konukları da bu hoşgeldine karşılık vermişti ve kocası, peşi sıra uzun boylu, güçlü kuvvetli, boncuk gözlü ve yanaklarından kan damlayan bir adamla odaya girdiğinde Bayan White hafifçe öksürerek, "Cık, cık," diye mırıldandı.
Yaşlı adam eski arkadaşını tanıştırarak, "Başçavuş Morris," dedi.

Başçavuş ana oğulla tokalaştı, sonra ateşin yanında kendisine gösterilen koltuğa oturarak ev sahibinin viski şişesiyle bardakları çıkarmasını ve ateşin üzerine küçük bakır bir çaydanlık yerleştirmesini memnuniyetle izledi.
Üçüncü bardakla birlikte emekli askerin gözleri daha bir canlı ışıldamaya başlamıştı ve çevresine dizilen küçük aile uzak diyarlardan gelen bu ziyaretçiyi içten bir ilgi ile dinlerken, koltuğunda omuzlarını dikleştirip vahşi sahnelerle dolu kahramanlıklardan, savaş ve salgınlardan, tuhaf insan topluluklarından söz etti.
Bay White başını eşine ve oğluna doğru sallayarak, "Yirmi bir yıl," dedi. "Ardiyelerde dolaşan küçük bir yeniyetmeydi gittiğinde. Bir de şimdi bakın ona!"
"Pek yıpranmış görünmüyor," dedi Bayan White nazikçe.

"Ben de isterdim Hindistan'a gitmeyi," dedi yaşlı adam. "Hani bilirsiniz, sırf görmek için..."

"Olduğun yerde kalman en iyisidir," dedi başçavuş başını iki yana sallayarak. Boşalan bardağını masanın üzerine bıraktı ve hafifçe iç çekerek başını bir kez daha salladı.

"O eski tapınakları, fakirleri ve hokkabazları görmek isterdim," dedi yaşlı adam. "Morris, geçen gün bana bahsettiğin bir şey vardı hani, maymun pençesi mi ne?"

"Boşver," dedi asker aceleyle. "Dinlemeye değer bir şey değildi zaten."
"Maymun pençesi mi?" diye merakla sordu Bayan White.

Hazırlıksız yakalanan başçavuş, "Yani," dedi, "belki tılsım olarak adlandırabileceğiniz ufak bir şey işte.”
Üç dinleyicisi de hevesle ona doğru eğilmişlerdi. Konuk boş içki bardağını dalgın dalgın dudaklarına götürdü ve sonra yerine bıraktı. Ev sahibi bardağı onun için doldurdu.

"Bakıldığında," dedi başçavuş ceplerini karıştırarak, "mumya gibi kurumuş, sıradan, küçük bir pençe sadece."
Cebinden çıkardığı bir nesneyi onlara doğru uzattı. Bayan White yüzünü ekşiterek geri çekildi,- ama oğlu pençeyi aldı ve merakla inceledi.

Bay White cismi oğlundan alıp, evirip çevirdikten sonra masanın üzerine bırakırken, "Peki onu bu kadar özel yapan nedir?" diye sordu.

"Yaşlı bir fakir tarafından üzerine bir büyü konulmuş," dedi başçavuş, "çok kutsal biri tarafından. O, insanların yaşamlarını yazgının yönettiğini ve buna müdahale etmeye yeltenenlerin sonlarının keder olacağını göstermek istemişti. Öyle güçlü bir büyü yapmıştı ki, üç ayrı kişi bu pençeden üçer dilek dileyebilecekti."
Tavrı çok etkileyiciydi ve dinleyenler hafifçe gülüşmelerin pek de yakışık almadığı duygusuna kapıldılar.
"Madem öyle, siz niçin üç dilek dilemiyorsunuz, bayım?" diye sordu kurnazca Herbert White.

Asker ona, orta yaştakilerin küstah gençliğe bakması gerektiği gibi baktı. Sonra lekeli yüzü solarak alçak sesle, "Diledim," dedi.

"Uç dileğiniz de yerine getirildi mi?" diye sordu Bay White.

"Getirildi," dedi başçavuş ve güçlü dişlerine kadehiyle hafif hafif vurdu.

"Peki, dileyen başkaları da oldu mu?" diye üsteledi yaşlı hanım.

"İlk sahibi üç dileğini de dilemişti. Evet..." diye geldi yanıt, "tik ikisinin neler olduğunu bilmiyorum, ama üçüncüsü ölümdü. Ben de pençeye böylelikle sahip oldum."

Emekli asker öyle ciddi bir tonda konuşmuştu ki, küçük grubun üzerine bir sessizlik çöktü.

"Eğer dileklerinin üçünü de dilemişsen, Morris," dedi yaşlı adam sonunda, "bu senin işine yaramaz artık. Niçin hâlâ saklıyorsun?"

Asker başını salladı. "Hava olsun diye sanırım," dedi ağır ağır. "Onu satmak fikri aklımdan geçmedi değil, ama galiba bunu yapamayacağım. Şimdiden yeterince zarar verdi zaten. Kaldı ki, hiç kimse de satın almıyor. Bazıları bunun bir masal olduğunu düşünüyor, aklı kısmen yatanlarsa önce deneyip sonra ödemeyi öneriyorlar."

Yaşlı adam ona hevesle bakarak, "Uç dileğin daha olsun ister miydin?" diye sordu.

"Bilemiyorum," dedi diğeri. "Bilemiyorum."
Emekli asker pençeyi aniden kaptı ve işaret ile başparmağı arasında sallandırarak ateşe fırlattı. Hafif bir çığlık atan White eğildi ve tılsımı ateşten aldı.
"İyisi mi, bırak yansın," dedi asker asık yüzle.

"Eğer onu istemiyorsan, Morris," dedi diğeri, "bana ver.”

"Vermeyeceğim," dedi arkadaşı inatla. "Ben onu ateşe attım. Eğer saklarsan, olacaklar nedeniyle beni suçlama. Mantıklı bir adam gibi onu yine ateşe at."

Yaşlı adam başını salladı ve yeni malını yakından inceledi. "Nasıl yapılıyor?" diye sordu.

"Onu sağ elinle kaldır ve ne dileyeceksen yüksek sesle dile," dedi başçavuş, "ama sonuçları açısından seni uyarmalıyım."
Bayan White kalkıp, akşam yemeği hazırlıklarına başlarken, "Binbir Gece Masalları”nı andırıyor," dedi. "Benim dört çift kolum olmasını dilemez miydin?"

Eşi tılsımı cebinden tam çıkarmışken başçavuş yüzünde bir dehşet ifadesiyle onu kolundan yakalayınca, üçü birden kahkahalara boğuldular.

"Eğer dileyeceksen” dedi sertçe, "başka bir şey dile!"

Bay White tılsımı yine cebine soktu ve sandalyeleri yerleştirerek arkadaşına masaya geçmesini işaret etti. Tılsım akşam yemeği boyunca kısmen unutulmuştu ve sonra hep birlikte oturup askerin Hindistan serüvenlerinin ikinci kısmını da büyülenmişçesine dinlediler.
Son treni kaçırmasına ramak kalan konuklarının ardından kapıyı kapatırlarken, "Eğer maymun pençesiyle ilgili anlattığı diğer öykülerinden daha doğru çıkmazsa," dedi Herbert, "pek bir işe yaramayacaktır."
Bayan White eşini dikkatle gözleyerek, "Bunun için ona bir ödeme yaptın mı?" diye sordu.

Hafifçe kızaran yaşlı adam, "Çok az," dedi. "O istemedi, ama ben ısrar ettim. Ayrıca pençeyi atmam için bana yine baskı yaptı."
Dehşete düşmüş gibi yapan Herbert, "Külahıma anlatsın," dedi. "Vay be; zengin, meşhur ve mutlu olacağız! Başlangıç olarak bir imparator olmayı iste- sene, baba,- hem böylece annemin zulmünden de kurtulmuş olursun."

İftiraya uğrayan Bayan White bir saç fırçasıyla peşine düştüğünde, oğlu masanın çevresinde çoktan koşmaya başlamıştı bile.

Bay White pençeyi cebinden çıkardı ve kuşkuyla gözden geçirdi. "Ne söyleyeceğimi bilmiyorum ve bu doğru," dedi usulca. "İstediğim her şeye sahipmişim gibi geliyor bana."
Herbert elini babasının omzuna koyarak, "Eğer evin borcunu ödeyebilseydin, daha da mutlu olmaz miydin?" diye sordu. "Eh, sen de iki yüz sterlin dile bari,- bu miktar işini görecektir."

Oğlu, kısmen açık verdiği çok ciddi bir yüz ifadesiyle annesine göz kırparak piyanonun başına geçip etkileyici birkaç nota çalarken, babası kendi safdilliğinden utanarak tılsımı kaldırdı.

"İki yüz sterlin diliyorum," dedi tane tane.
Piyanonun çıkardığı gürültü bu sözleri layığınca selamlarken, yaşlı adamın titreyen çığlığıyla kesildi.

Yere attığı nesneye tiksintiyle bakan Bay White, "Hareket etti!" diye bağırdı. "Ben dileğimi söylerken, bir yılan gibi kıvrandı avucumda."

Oğlu pençeyi alıp masanın üzerine bıraktı ve, "İyi de," dedi, "ben ortada para mara göremiyorum ve iddia ederim ki hiçbir zaman da göremeyeceğim."

Eşi yaşlı adamı endişeyle süzerek, "Sana öyle gelmiş olmalı, babası," dedi.
Adam başını salladı. "Dert etmeyin, zararı yok, ama yine de beni oldukça sarstı."
İki erkek pipolarını bitirirken yine hep birlikte ateşin çevresine toplandılar. Dışarıda rüzgâr her zamankinden de şiddetli esmeye başlamıştı. Yaşlı adam üst katta çarpan bir kapının gürültüsüne kulak kabarttı. Üçünün de omuzlarına, yaşlı çiftin kalkmasına dek süren alışılmadık ve iç karartıcı bir suskunluk çökmüştü.
Herbert onlara iyi geceler diledi ve babasına dönerek, "Nakit parayı yatağının tam ortasında, büyükçe bir torbaya doldurulmuş olarak bulacağını sanıyorum," dedi, "ve bir de tünediği elbise dolabının üzerinden vurgununu cebine indirmeni seyretmekte olan korkunç bir yaratık."
Yaşlı adam zayıflamakta olan ateşe bakarak ve alevlerin arasında korkunç suratlar görerek tek başına oturdu karanlıkta. Gördüğü son çehre o denli ürkütücü ve o denli maymunsuydu ki, ona şaşkınlık içinde bakakaldı. Görüntünün canlılığı karşısında huzursuzca gülerek masanın üzerinde alevlere serpebileceği bir bardak su arandı. Eli maymun pençesine okundu,- titreyen parmaklarını ceketine sildi ve yatmak üzere çıktı.

II
Ertesi sabah kahvaltı masasının üzerine dökülen kış güneşinin aydınlığında kendi korkularına gülüyorlardı. Odaya önceki akşam olmayan can sıkıcı bir yavanlık çökmüştü ve kirli, buruşuk, küçük pençe hünerlerine pek de itibar edilmediğini gösterir biçimde büfenin üzerine atılıvermişti.

"Eski askerler hep aynı oluyor sanının," dedi Bayan White. "Bizimki de ne işti ama: Böylesine palavralara kulak asmak!

Bugünlerde kimin dileği yerine geliyor ki?

Ayrıca, diyelim ki geldi, iki yüz sterlinin ne zararı olurdu ki, babası?"

Herbert cıvıyarak, "Gökten tam tepesine düşebilirdi," dedi.

"Morris her şeyin öylesine doğal cereyan ettiğini söyledi ki," dedi yaşlı adam, "eğer istersen tesadüfe de yorabiliyormuşsun."
"iyi öyleyse," dedi Herbert masadan kalkarken, "ben dönmeden paraya elinizi sürmeyin. Korkarım para yüzünden aç gözlü, pinti bir ihtiyara dönüşeceksin ve biz de seni reddetmek zorunda kalacağız.”
Annesi güldü ve oğlunu kapıya dek geçirerek yoldan aşağı gidişini seyretti. Kahvaltı masasına geri geldiğinde kocasının safdilliğine için için gülüyordu. Ama bütün bunlar ne postacının kapıyı çalması üzerine kapıya koşmasına, ne de gelen postanın bir terzi faturası olduğunu gördüğünde emekli ve ayyaş başçavuşlar hakkında kısa birkaç yorum mırıldanmasına engel olabildi.

Birlikte akşam yemeği için oturduklarında, "Herbert eve dönünce o eğlenceli yorumlarından birkaç tane daha yapar umarım," dedi.

"Olabilir," diye yanıtladı Bay White, kendine bir bardak bira doldururken,- "ama, her şey bir yana, avcumda kımıldamıştı o... Buna yemin edebilirim!"

Yaşlı kadın yatıştırıcı bir sesle, "Sen öyle sandın," dedi.

"Öyle oldu diyorum," diye ısrar etti diğeri. "Sanmakla bir ilgisi yok bunun,- ben tam... Ne oldu?"

Kadın yanıt vermedi. Bahçeye gidip gitmemek konusunda karar vermeye çalışıyormuşçasına gizemli hareketler yapan bir adamın gözlerini tereddüt içinde kısarak evi gözetlemesini izliyordu.

Zihninin bir köşesinde yatan iki yüz sterlinin çağrışımıyla, yabancının iyi giyimli olduğunu ve gıcır gıcır ipekli bir şapka taktığını fark etmişti. Adam bahçe kapısında üç kez duraklamış ve sonra yine yürümeye başlamıştı. Dördüncü kez durakladığında elini kapıya koymuş ve ani bir kararlılıkla açarak patikadan yukarı hızla ilerlemişti. Aynı anda Bayan White da ellerini arkasına götürmüş ve iş önlüğünün bağını hızla çözerek bu yararlı giysiyi koltuk minderinin altına tıkıştırmıştı.
Oldukça huzursuz görünen yabancıyı odaya aldılar. Bay White eşine kaçamak bir bakış attı ve yaşlı hanım odanın dağınıklığıyla kocasının bahçe işleri yaparken giydiği tulumun görünüşünden dolayı özür dilerken meşgul bir edayla kulak kabarttı. Kadın daha sonra, cinsinin izin verebileceği kadar sabırla susarak adamın geliş nedenini açıklamasını bekledi, ama yabancı tuhaf biçimde sessizdi.

"Bana..." diyebildi sonunda, "uğramam söylenmişti," ve öne eğilerek pantolonunun üzerindeki küçük bir pamuk parçasını temizledi. "Ben 'Maw ve Maggins'ten geliyorum."

Yaşlı hanım irkildi. "Bir sorun mu var?" dedi nefesi kesilerek. "Herbert'e bir şey mi oldu? Nedir? Nedir?"

Kocası araya girdi. "Haydi ama," dedi aceleyle. "Şuraya otur ve kendi kendine sonuçlar çıkarmaktan vazgeç. Eminim, bayım, bize kötü haberler getirmemiş- sinizdir." Diğer adamın gözlerine dalgın bir hüzünle bakıyordu.

"Çok üzgünüm," diye söze girdi konukları.
Ana, çılgın gibi, "Yaralandı mı yoksa," diye öğrenmek istedi.

Adam onaylar tarzda eğdi başını. “Çok kötü yaralanmıştı," dedi fısıltı gibi bir sesle, "ama artık acı duymuyor."

"Oh, Tanrı'ya şükür!" dedi yaşlı kadın ellerini kavuşturarak. "Bunun için Tanrıya şükredelim! Bunun için..."

Verilen tesellinin altında yatan uğursuz anlam zihninde berraklaşınca aniden sustu ve karşısındakinin kaçamak bakışlarında korkularının doğrulandığım gördü.

"Makineye kapıldı,” dedi konuk sonunda.
"Makineye kapıldı,” diye yineledi Bay White sersemlemiş halde, "evet..."

Pencereden dışarı boş gözlerle bakarak oturdu ve karısının elini kendi elleri arasına alarak, kırk yıl önce ilk seviştikleri günlerdeki gibi sıktı.

Hafifçe konuklarına döndü ve, "Bize kalan sadece oydu," dedi. "Bu çok zor..
Adam öksürdü ve kalkarak pencereye doğru usul usul yürüdü. "Firmamız bu büyük kaybınızdan dolayı duyduğunuz acıyı içtenliklikle paylaşmakta olduğumuzu iletmemi istedi," dedi dönüp bakmadan. "Benim sadece bir görevli olduğumu ve emirleri uyguladığımı anlamanızı istiyorum."

Sözlerine karşılık alamadı,- yaşlı kadının yüzü kireç gibi, bakışları donuk ve nefesi de duyulamayacak kadar hafifti,- kocasının yüzünde ise dostu başçavuşun ilk çatışmasına girerken suratında taşıdığına benzer bir ifade vardı.

" 'Maw ve Maggins'in herhangi bir sorumluluğu reddettiğini belirtmek zorundayım," diye devam etti yabancı. "Hiçbir yükümlülüğü kabul etmiyorlar, ama oğlunuzun hizmetlerini göz önüne alarak size bir miktar tazminat vermek istiyorlar."
Bay White eşinin ellerini bıraktı ve ayağa kalkarak konuğunun gözlerine dehşet içinde baktı. Kummuş dudaklarından, "Ne kadar?" sözleri dökülebildi.

"İki yüz sterlin."

Yaşlı adam, karısından yükselen çığlığı algılamadan hafifçe gülümsedi, ellerini kör olmuşçasına ileri uzattı ve bilinçsiz bir külçe halinde olduğu yere yığıldı.

III

Yaşlı çift ölülerini yaklaşık iki kilometre uzaklıktaki olağanüstü büyük yeni mezarlığa gömdüler ve sessizliğe bürünmüş gölgeli evlerine geri döndüler. Her şey öylesine çabuk olup bitmişti ki, sanki bir şeyler, yaşlı yüreklerinin kaldıramayacağı kadar ağır bu yükü hafifletecek bir şeyler daha olacakmışçasına, önceleri pek az kavrayabildikleri bir beklenti içine girdiler.

Ama günler gelip geçti ve beklenti yerini kabullenişe bıraktı... yaşlıların, bazen de boyun eğiş olarak yanlış şekilde adlandırılan umutsuz kabullenişine. Bazen, zorla da olsa, birbirlerine birkaç söz ediyorlardı, çünkü artık konuşacak hiçbir şeyleri kalmamıştı ve günleri keder içinde geçiyordu.

Bir hafta geçmişti ki yaşlı adam gecenin ortasında aniden uyanarak elini uzattı ve kendini yatakta yapayalnız buldu. Oda karanlığa gömülmüştü ve pencereden doğru bastırılmaya çalışılan hıçkırıklar gelmekteydi. Yatakta doğrularak dinledi.
"Geri gel," dedi şefkatle. "Üşüyeceksin."
"Oğlum daha çok üşüyor," dedi yaşlı kadın ve ağlamasını sürdürdü.

Hıçkırık sesleri yaşlı babanın kulaklarında öldü. Yatak sıcaktı ve göz kapakları uykuyla ağırlaşmıştı. Karısından yükselen delice çığlık onu sıçratarak tamamen uyandırıncaya dek kesik kesik uyukladı.
Kadın bir vahşi gibi, "Pençe!" diye haykırmıştı. "Maymun pençesi!"

Adam endişeyle irkildi. "Ne? Nerede? Nerede?"

Kadın odanın içinde tökezleyerek ona doğru geldi. "Onu istiyorum," dedi alçak sesle. "Atmadın onu, değil mi?"

"Oturma odasında, rafların üzerinde," diye hayretle yanıtladı yaşlı adam. "Ama niçin?"
Kadın hem ağlıyor, hem gülüyordu ve eğilerek kocasını yanağından öptü.

"Şu anda aklıma geldi," dedi isterik bir sesle. "Niçin bunu daha önce düşünmedim ki? Sen niçin düşünmedin?"

"Neyi düşünmedim?" diye sordu adam.

"Kalan iki dileği," diye karşılık verdi kadın aceleyle. "Sadece bir dilek dilemiştik."

Eşi hırçın bir sesle, "Yetmedi mi daha?" diye sordu.

"Hayır," diye bağırdı kadın zafer sarhoşluğu içinde. "Bir dilek daha dileyeceğiz. Aşağı in ve getir onu çabuk! Oğlumuzun yeniden yaşamasını dile!"

Adam yatağında doğruldu ve titreyen elleriyle yorganı üzerinden attı. "Ulu Tanrım, sen delirmişsin!" dedi dehşet içinde.

"Getir onu," diye soluk soluğa bağırdı kadın, "çabuk getir ve dile... Ah, oğlum, oğlum!”

Kocası kibrit çakarak bir mum yaktı.

"Yatağına geri dön," dedi tereddütle, "ne söylediğinin farkında değilsin."

"İlk dileğimiz yerine getirilmişti," dedi yaşlı kadın sıtmaya tutulmuşçasına, "niçin İkincisi de olmasın?"

"O bir tesadüftü," diye kekeledi yaşlı adam.
"Git getir onu ve dile!" diye haykırdı heyecandan titreyen kadın.

Yaşlı adam döndü, eşine baktı ve boğuk bir sesle konuştu. "Oğlumuz öleli on gün oldu ve üstelik, sana söylemeyecektim ama, onu ancak giysilerinden tanıyabilmiştim. Eğer o zaman sana gösteremeyeceğim kadar kötü durumda idiyse, kimbilir şimdi nasıldır?”

"Onu geri getir," diye bağırdı yaşlı kadın ve kocasını kapıya doğru sürükledi.

"Emzirdiğim çocuğumdan korkacağımı mı sanıyorsun?"

Yaşlı adam karanlıkta alt kata indi, oturma odasını el yordamıyla buldu ve ardından da şöminenin üzerindeki rafları... Tılsım bıraktığı yerde duruyordu, henüz dile getirilmemiş dileğinin parçalanmış oğlunu o daha odadan kaçamadan önce karşısına dikeceği korkusu sardı yüreğini ve kapının yönünü şaşırdığını fark ederek nefesini tuttu. Alnında soğuk terler birikirken, masanın çevresini adımladı ve o uğursuz nesneyi avcunda tutarak kendini küçük holde buluncaya dek elleriyle duvarı karışladı.

Odaya girdiğinde, karısının yüzü bile değişmişti sanki. Beyazdı, beklenti içindeydi ve doğaüstü bir havaya bürünmüş olduğunu korkuyla fark etti. Korktu ondan!

"Dile!" diye haykırdı kadın ciğerlerinin tüm gücüyle.

"Bu hem aptalca, hem de günah," diye bocaladı adam.

"Dile!" diye yineledi eşi.

Elini kaldırdı. "Oğlumun yeniden yaşamasını diliyorum."

Tılsımı yere düşürdü ve ona dehşetle baktı. Sonra, yaşlı kadın yanan gözlerle pencereye yürüyüp panjurları kaldırırken, titreyerek bir iskemleye çöktü.

Pencereden dışarıyı gözleyen eşinin silüetine arada bir bakarak, soğuktan üşüyünceye dek oturdu. Dibine dek yanarak porselen şamdanın kenarının altına inen mumun alevi son bir canlanmayla birlikte cızırdayarak tamamen sönünceye dek tavana ve duvarlara oynaşan gölgeler yansıtmıştı. Yaşlı adam tılsımın işe yaramamış olmasından duyduğu tarifi olanaksız bir rahatlık hissiyle yatağına döndü ve yaşlı kadın da birkaç dakika sonra sessizce ve duygusuzca yanına ilişti.

İkisi de konuşmadılar ve saatin tıkırtısını dinleyerek sessizce yattılar. Merdivenin bir tahtası gıcırdadı ve duvarların içinde bir fare koşturdu. Karanlık bunaltıcıydı ve yaşlı adam cesaretini toplamak için bir süre yattıktan sonra bir kibrit çakarak alt kata mum aramaya gitti.

Basamakların dibine vardığında kibriti söndü ve bir başkasını yakmak üzere durakladı,- aynı anda zorlukla duyulabilecek kadar hafif ve usulcacık bir tıkırtı geldi ön kapıdan.

Kibritler elinden düşüp holde dağıldılar. Tıkırtı yineleninceye dek nefesini tutarak kıpırdamadan durdu. Sonra dönerek aceleyle odasına kaçtı ve kapıyı arkasından kapattı. Üçüncü bir vuruş sesi evin içinde dağıldı.

“Neydi o?" diye bağırdı yaşlı kadın irkilerek.

"Bir fare," dedi yaşlı adam titrek bir sesle.

"Sadece bir fare. Merdivende yanımdan geçti."

Eşi yatakta doğrulmuş dinliyordu. Güçlü bir vuruş evin odalarında yankılandı.

"Bu Herbert!" diye çığlık attı kadın. "Bu Herbert!"

Kapıya doğru koşmak istedi, ama kocası önüne dikilmiş ve onu kolundan yakalayarak sımsıkı sarılmıştı.

Adam kaba bir fısıltıyla, "Ne yapacaksın?” diye sordu.

"Bu benim oğlum,- bu Herbert!" diye bağırdı kadın kurtulmaya çabalarken. "İki kilometre uzakta olduğunu unutmuştum. Ne diye tutuyorsun beni? Bırak! Kapıyı açmalıyım!"

"Tanrı aşkına," diye haykırdı yaşlı adam titreyerek, "alma onu içeri!"

Kadın mücadele ederek, "Kendi oğlundan korkuyorsun," diye bağırdı. "Bırak beni! Geliyorum, Herbert, geliyorum!"

Kapı bir daha vuruldu ve bir kere daha. Yaşlı kadın sertçe bükülerek kendini kurtardı ve odadan dışarı koştu. Kocası merdivenin başına dek peşi sıra geldi ve kadın basamakları aceleyle inerken yalvarırcasına seslendi. Büyük sürgünün şakırtısını ve kilidin yuvasından güçlükle ve yavaş yavaş çekildiğini duydu. Ardından da yaşlı kadının nefes nefese zorlanan sesini.

"Üst sürgü," diye bağırdı kadın. "Aşağı gel. Ona yetişemiyorum."

Ama kocası elleri ve dizleri üzerinde yere çökmüş, çılgınca pençeyi aramaktaydı. Dışarıdaki şey içeri girmeden bir bulabilseydi onu... Bir dizi vuruş evin içinde yankılandı ve eşinin kapının önüne sürüklediği sandalyenin holde çıkardığı ses duyuldu. Ağır ağır açılan sürgü gıcırdadı ve tam o anda eline gelen maymun pençesini kaldırarak üçüncü ve son dileğini diledi.

Yankıları hâlâ evin odalarını dolaşıyor olsa da, kapının vurulması kesilmişti.

Sandalyenin geri çekilişini ve kapının açılışını işitti. Merdivenlerden yukarı soğuk bir rüzgâr hücum etti ve eşinden yükselen düş kırıklığına bulanmış uzun ve tiz ızdırap çığlığı ona karısının yanına ve ardından da evin girişine koşma cesareti verdi.
Yolun öte yanında ipildeyerek yanan lamba sessiz ve terk edilmiş sokağı aydınlatıyordu.

Maymun Pençesi aynı anda birkaç olguyu birden içeriyor. Önce kadercilik. Buradan, okuyucunun yorumuna göre, iki farklı anafikir çıkarılabilir.- Ya ‘kaderini değiştirmeye kalkan belasını bulur' fikri, ya da ‘emek vermeden kader değiştirilemez' fikri. Öyküyü İkinciye göre yorumlamayı tercih ederim.

İkinci olgu, hepimizin zaman zaman düşünü kurduğumuz bir şey... Alaaddin'in Sihirli Lambası! Ama hu kez cin değil, kurutulmuş bir maymun eli var ortada.
Üçüncüsü ise, özellikle sömürgeler çağı Avrupalı veya Amerikalı yazarların sıklıkla kullandıkları bir motif, korku kaynağının, bir şekilde, hep egzotik Doğudan kaynaklanması. Kipling, Howard, Wells, Stoker, Smith bunu hep böyle yaptılar. Jacobs'ın öyküsünde de dehşetin aracısı Hindistan'ın gizemli ilkelliğinden çıkan bir maymun pençesi.

Bu öykünün bende uyandırdığı son bir düşünce ise mesleğimle ilgili. Şöyle ki, White ailesinin oğullarının olası hortlağına karşı duydukları ikizdeğerli (ambivalan) yaklaşım, bana hep anne ve babaların psikotik veya Zeka özürlü çocuklarına karşı olan yaklaşımlarını anımsatmıştır. Bay White’ın gerginliğini ya da Bayan White'ın inatçı iyimserliğini, hastaların anne ve babalarında sıklıkla gözlemleriz ve bu Jacobs'ın öyküsünden bile daha ürkütücü bir şeydir.

Çeviren: Sönmez Güven

Guy De Maupassant- Bir Düş Müydü





onu delice sevmiştim!

insan neden sever? insan neden sever? ne tuhaf insanın dünyada sadece tek varlığı görmesi, zihninde sadece tek bir düşünce, kalbinde tek bir tutku ve dudaklarında tek bir isim olması. sürekli olarak üste çıkan, bir pınardaki su gibi ruhun derinliklerinden dudaklara yükselen bir isim, insanın durmadan tekrarladığı, aralıksız, her yerde, bir dua gibi fısıldadığı bir isim.

size hikayemizi anlatacağım, çünkü sevdanın her zaman aynı olan bir hikayesi vardır. onunla karşılaştım ve onun yumuşaklığıyla, okşamalarıyla, kollarının arasında, onun sözleriyle yaşamaya başladım; ondan gelen her şeyle öylesine sarılıp sarmalanmış, bağlanmış ve soğnulmuştum ki artık yaşlı dünyamızda gece mi gündüz mü olduğuna, ya da canlı veya ölü olup olmadığıma aldırmıyordum.

sonra öldü. nasıl mı? bilmiyorum; artık hiçbir şey bilmiyorum. ama bir akşam eve sırılsıklam geldi, çünkü şiddetli bir yağmur yağıyordu ve ertesi gün öksürmeye başladı, bir hafta sonra yatağa düştü. ne olduğunu şimdi hatırlamıyorum, ama doktorlar geldi; yazdılar ve gittiler. ilaçlar alındı ve bir takım kadınlar bunları ona içirdi. elleri ateşliydi, alnı yanıyordu, gözleri parlak ve üzgündü. onunla konuştuğumda bana yanıt verdi, ama ne dediğini hatırlamıyorum. her şeyi unuttum, her şeyi, her şeyi! öldü o, öldü ve ben onun ince, zayıf iç çekişini çok iyi hatırlıyorum. hemşire; “ah! dedi ve anladım, anladım.

artık hiçbir şey bilmiyordum, hiçbir şey. “eşiniz mi?” diyen bir papaz gördüm ve bana sanki onu aşağılıyormuş gibi geldi. öldüğü için artık hiç kimsenin bunu söylemeye hakkı yoktu ve papazı geri çevirdim. çok nazik ve şefkatli bir başkası geldi ve benimle onun hakkında konuştuğunda gözyaşlarına boğuldum.

cenaze hakkında bana danıştılar, ama dediklerinin hiçbirini hatırlamıyorum, tabutu ve onu tabutun içine çivilerlerken çekicin sesini anımsadığım halde.

gömüldü! gömüldü! o! o bir çukura! birileri geldi… kadın arkadaşlar. bir bahane uydurup kaçtım. koştum, sokaklarda yürüdüm, eve gittim ve ertesi gün bir yolculuğa çıktım.

dün paris’e döndüm ve odamı yeniden gördüğümde –odamızı, yatağımızı, mobilyalarımızı, ölümden sonra bir insanın yaşamından geriye kalan ne varsa her şeyi- öylesine vahşi bir keder saldırısına uğradım ki, pencereyi açıp kendimi sokağa fırlatasım geldi. bu eşyalar arasında, onu içine almış ve korumuş olan, fark edilemez çatlaklar arasında onun, derisinin ve nefesinin binlerce atomunu bulunduran duvarlar arasında daha fazla duramazdım. dışarı çıkmak için şapkamı aldım ve tam kapıya yaklaşırken, her gün dışarı çıkarken kendine baştan aşağı bakabilmek, ufak çizmelerinden bonesine kadar, tuvaletinin iyi görünüp görünmediğini, yerinde ve güzel olup olmadığını görmek için oraya koyduğu büyük aynanın önünden geçtim.

o kadar sık yansıdığı aynanın hemen önünde durdum … o kadar sık, o kadar sık ki, onun yansıması içine işlemiş olmalıydı. gözlerim onu tamamen içeren ve onu benim kadar, benim tutkulu bakışlarım kadar sahiplenen aynaya –o düz, derin, boş cama- takılmış halde, titreyerek duruyordu. sanki o aynaya aşık gibi hissettim kendimi. dokundum, soğuktu. ah, hatıralar! keder verici ayna, yanan ayna… insanların böyle işkence çekmesine neden olduğu için korkunç ayna! ne mutlu kalbi içindeki her şeyi unutan, ondan önce geçen her şeyi, orada kendine bakmış veya muhabbetinde, sevdasında yansımış her şeyi unutmuş olan kişiye. nasıl da acı çekiyorum!

bunu bilmeden, bunu istemeden çıktım ve mezarlığa gittim. onun sade mezarını buldum, üzerinde şu sözler yazılı beyaz bir mermer haç:

sevdi, sevildi ve öldü.

orada, aşağıda, çürümüş! ne korkunç! alnımı toprağa yaslayıp ağladım ve orada uzun bir süre durdum, uzun bir süre. sonra havanın karardığını gördüm ve tuhaf, delice bir istek, ümitsiz bir aşığın isteği kavradı beni. geceyi, son geceyi, mezarının üzerinde ağlayarak geçirmek istedim. ama görülür ve çıkartılırdım. nasıl ayarlayacaktım? kurnazlaştım ve o ölüler kentinde dolaşmaya başladım. yürüdüm de yürüdüm. ne kadar da küçük bu kent, diğeriyle, içinde yaşadığımız şehirle karşılaştırıldığında. yine de ölüler sayıca yaşayanlardan ne kadar fazla. aynı zamanda gün ışığını gören, pınarlardan su ve bağlardan şarap içen, ovalardan ekmek yiyen dört kuşak için yüksek evlere, geniş caddelere ve daha fazla yere ihtiyacımız var.

ama ölülerin bütün kuşakları için, bize kadar inmiş olan o insanlık merdiveni için, neredeyse hiçbir şeye gerek yok, neredeyse hiçbir şeye! toprak onları alır ve unutuluş onları yok eder. elveda!

aniden mezarlığın sonunda, en eski kısmında uzun zamandır ölü olanların toprakla karıştığı, haçların kendilerinin çürümüş olduğu, muhtemelen yarın yeni gelenlerin konacağı kısımda olduğumu anladım. bakımsız güller, güçlü ve siyah selvilerle doluydu. insan etiyle beslenen, umutsuz ve güzel bir bahçe.

yalnızdım, yapayalnız. böylece yeşil bir ağacın altına çömeldim ve kendimi kalın ve koyu renkli dalların arasında tamamen gizledim. gemisi batmış birinin bir kalasa tutunması gibi, bir ağaç gövdesine sarılarak bekledim.

hava bir hayli karardığında sığınağımı terk ettim ve o ölü insanlarla dolu toprakta yumuşak, yavaş ve sessizce yürüdüm. uzun bir süre etrafta dolandım, ama onun mezarını yeniden bulamadım. kollarımı uzatıp, ellerim, ayaklarım, dizlerim, göğsüm ve hatta başımla mezarlara çarparak, onunkini bulamadan ilerledim. yolunu arayan kör bir adam gibi el yordamıyla yürüdüm; taşlara, haçlara, demir çitlere, madeni çelenklere ve solmuş çiçek demetlerine dokundum! isimleri, parmaklarımı harflerin üzerinde gezdirerek okudum. ne gece! ne gece! onu yeniden bulamıyordum.

ay yoktu. ne gece! iki mezar arasındaki o dar yollarda dehşet verici şekilde ürkmüştüm. mezarlar! mezarlar! mezarlar! sadece mezarlar! sağımda, solumda, önümde, çevremde, her yerde mezar vardı. birinin üzerine oturdum, çünkü daha fazla yürüyemeyecektim; dizlerime öylesine güçsüzdü. kalbimin atışını duyabiliyordum… ve başka bir şey daha duydum. ne? şaşırtıcı, isimsiz bir ses. zifiri gecede mi, yoksa giz dolu toprakta, insan cesetleriyle tohumlanmış toprakta mıydı? etrafıma bakındım, ama orada ne kadar kaldığımı söyleyemem; dehşet, soğuk ve korkuyla donup kalmıştım, bağırmaya hazır, ölmeye hazır bir şekilde.

üzerinde oturduğum mermer parçası kıpırdıyormuş gibi geldi bana. kesinlikle kıpırdıyordu, yukarı kaldırılıyordu sanki. yandaki mezarın üzerine sıçradım ve gördüm, evet, kesinlikle daha demin terk ettiğim taşın yukarı kalktığını gördüm. sonra ölü ortaya çıktı, çıplak bir iskelet, eğik sırtıyla taşı yukarı itiyordu. hava zifiri karanlık olduğu halde onu oldukça net gördüm. hacın üzerinde şöyle yazıyordu;

burada elli bir yaşında ölen jacques olivant yatmaktadır. ailesini severdi, nazik ve saygıdeğerdi ve tanrı’nın lütfuyla öldü.

ölü adam da mezar taşına yazılmış olanları okudu; sonra yoldan bir taş aldı, küçük, sivri bir taş ve harfleri dikkatle kazımaya başladı. bunları yavaşça yok etti ve gözlerindeki boşluklarla kazınmış oldukları yere baktı. sonra, bir zamanlar işaret parmağı olan kemiğin ucuyla, oğlanların fosforlu bir kibritin ucuyla duvarlara çizdikleri satırlar gibi parlayan harflerle şunları yazdı;

burada elli bir yaşında ölen jacques olivant istirahat etmektedir. zalimliğiyle babasının ölümünü çabuklaştırdı, çünkü mirasına konmak istiyordu, karısına işkence etti, çocuklarına acı çektirdi, komşularını aldattı, soyabildiği herkesi soydu ve sefil bir şekilde öldü.

ölü adam yazmayı bitirince, yaptıklarına bakarak kıpırdamadan durdu. arkama dönünce bütün mezarların açılmış, içlerinden ölü bedenlerin çıkmış olduğunu ve hepsinin mezar taşlarına akrabaları tarafından yazılmış satırları yok ederek, bunların yerine gerçekleri yazdığını gördüm. hepsinin komşularına acı çektiren, kötü niyetli, namussuz, iki yüzlü, yalancı, çapkın, belalı, kıskanç insanlar olduklarını, çalmış, dolandırmış, her türlü onur kırıcı, her türlü iğrenç hareketi yapmış olduklarını gördüm. o iyi babaların, o sadık eşlerin, o fedakar oğulların,o iffetli kızların, o dürüst tüccarların, ulaşılamaz denilen o erkek ve kadınların hepsi aynı anda, ebedi ikametgahlarının sınırında, yaşarken herkesin haberdar olduğu veya habersizmiş gibi gözüktüğü gerçeği, korkunç ve kutsal gerçeği yazıyorlardı.

onun da mezar taşına bir şeyler yazmış olması gerektiğini düşündüm; artık hiç korku duymadan, yarı açık tabutlar arasında, cesetler ve iskeletler arasında koşarak, hemen bulacağımdan emin şekilde, ona doğru gittim. hemen tanıdım onu, sarılmış kumaşla kaplı yüzünü görmeden de; ve kısa bir süre önce; sevdi, sevildi ve öldü kelimelerini okuduğum mezar taşında, şimdi şunları gördüm;

sevgilisini aldatmak için bir gün yağmurda dışarı çıktığında üşüttü ve öldü.


Edgar Allan Poe - Amontillado




Fortunato’nun binlerce hareketine katlanmışımdır, elimden geldiği kadar; ama onurumu kıracak sözler söylediğini görünce, intikam almaya and ettim. Sizler, benim ruhumu bu kadar iyi kavramış olan sizler, onun karşısına geçip açıkça meydan okumamış olduğumu anlamışsınızdır. Ta sonunda intikam alacaktım; bu kararım kesindi - kesinliği biraz da, herhangi bir tehlikeyi göze almak istemememden geliyordu. Sadece cezalandırmak yetmezdi, kendime bir suç yüklemeden cezalandırmalıydım. Bir yanlışın düzeltilmiş sayılması için onu düzeltene bir kötülük gelmemiş olması gerekir. Sonra bir de yanlışı yapan, yanlışı düzeltmekte olanın kendinden intikam aldığını anlamazsa, o yanlış düzeltilmiş sayılmaz.

Şu iyice anlaşılmalıdır ki, ne sözlerimle, ne de hareketlerimle, Fortunato’nun iyi niyetimden kuşkulanmasına neden olacak bir durum yaratmadım. Eskisi gibi yüzüne gülmeye devam ettim, onu nasıl boğazlayacağımı düşünerek gülmekte olduğumun farkına varmadı.

Onun da zayıf bir noktası vardı - bu Fortunato’nun - gerçi öbür bakımlardan saygı beslenecek, belki korkulacak bir adamdı, ama zayıf bir noktası vardı. Şaraptan anladığını söylerdi, gururlanırdı bununla. Gerçekten sanatçı ruhu taşıyan İtalyanlar pek azdır. Çoğu zaman güzel şeyler karşısındaki coşkunlukları gidişe uymak, fırsatları kaçırmamak içindir - bile bile takınırlar o tavırları, İngiltere’den ya da Avusturya’dan gelen milyonerleri kandırmak için. Resimler, değerli taşlar alanında Fortunato da memleketlileri gibi bir şarlatandı - ama eski şaraplar konusunda içtendi. Bu konuda hani ben de ondan pek farklı değildim: İtalyan şarapları üzerine epeyce bilgim vardı, ne zaman fırsatını bulsam, bol bol satın alırdım.

Karanlık bastırmak üzereydi, karnaval mevsiminin çılgınlıklarla dolu akşamlarından biriydi; arkadaşımla karşılaştım. Bana aşırı bir sıcakkanlılıkla sokuldu, epeyce içmişti. Soytarı kılığındaydı. Her yanını sıkı sıkıya saran, çizgi çizgi, renk renk bir elbise giymişti, kafasındaki koni biçimli şapkada çıngıraklar vardı. Onu gördüğüme pek sevinmiştim, daha önce hiç elini o kadar candan sıktığımı hatırlamıyorum.

“Sevgili Fortunato,” dedim, “ne büyük talih sana rastlamam. Bugün ne kadar iyi görünüyorsun! Bir fıçı şarap geçti elime, Amontillado diye sürdüler, benim kuşkum var doğrusu.”

“Nasıl?” dedi. “Amontillado? Bir fıçı? Olamaz! Hem de böyle karnaval ortasında!”

“Benim kuşkum var doğrusu,” diye tekrarladım, “üstelik sana sormadan bir Amontillado fıçısına verilecek parayı tamamı tamamına ödemek budalalığını da gösterdim. Sen yoktun ortalarda, bir başkasına kaptırırım diye korktum.”

“Amontillado!”

“Benim kuşkum var doğrusu.”

“Amontillado!”

“Bu kuşkudan kurtulmak istiyorum.”

“Amontillado!”

“Senin işin vardır diye Luchesi’ye gidiyorum.Şaraptan anlayan biri varsa, o da Luchesi’dir. Söyler bana-“

“Luchesi, Amontillado’yu Sherry’den bile ayıramaz.”

“Gene de bazı budalalar onun bu alanda senden aşağı olmadığını söylüyorlar.”

“Hadi gidelim.”

“Nereye?”

“Sizin mahzene.”

“Dostum, hayır, senin iyiliğinden yararlanmak istemem. İşin olduğu belli. Luchesi -“

“Hiçbir işim yok; haydi gel.”

“Dostum, hayır. İşinin olup olmamasını bırak bir yana, bakıyorum da sen iyice soğuk almışsın. Mahzenlerin rutubeti dayanılacak gibi değil. Duvarlar bütün pamuk pamuk olmuş; güherçile içinde.”

“Olsun, gene de gidelim, haydi. Bir şeyim yok benim. Amontillado! Seni kandırmış olacaklar. Luchesi’ye gelince, o Sherry’yi Amontillado’dan ayıramaz. “

Fortunato bunları söyleyerek koluma yapıştı. Kara ipekten bir maske takıp bir pelerine iyice sarındım, beni köşküme doğru koşturmasına göz yumdum.

Hizmetçiler evde değildi; karnaval mevsimi onuruna eğlenmek için sıvışmışlardı. Sabah olmadan eve dönmeyeceğimi söylemiştim onlara, sakın bir yere ayrılmayın diye de kesin emirler vermiştim. Bu emirlerin işe yaramayacağını, ben daha arkamı döner dönmez hepsinin birden ortadan yok olacaklarını biliyordum.

Duvardaki yuvalarından iki meşale çıkarıp birini Fortunato’ya verdim; iç içe odalardan eğilerek geçip mahzene giden kemerli geçide geldik. Döne döne inen yüksek bir merdivene girerken, ona dikkatli olmasını yalvardım. Sonunda merdivenin altına vardık ve Montresor’lerin mezarlarının ıslak toprağı üzerinde yan yana durduk.

Arkadaşımın adımları kararsızdı, şapkasındaki çıngıraklar, o yürüdükçe çın çın ötüyordu.

“Fıçı?” dedi.

“Daha ilerde, “ dedim. “ama önce şu mahzenin duvarlarında parıldayan beyaz örgülere bir bak.”

Bana döndü, sarhoşluğun gözyaşlarını damıtmış olan buğulu bakışlarını gözlerimin içine dikti.

“Güherçile mi?” diye sordu sonunda.

“Güherçile,” diye cevap verdim. “Nezamandan beri öksürüyorsun böyle?”

“Öhö! öhö! öhö! - öhö! öhö! öhö! - öhö! öhö! öhö! - öhö! öhö! öhö! - öhö! öhö! öhö”

Zavallı arkadaşım dakikalarca bir türlü cevap veremedi bana.

“Bir şey değil,” dedi sonunda.

“Gel” dedim, kararını vermiş bir adam tavrı takınmıştım, “geri dönelim; senin sağlığın çok daha değerli. Zengin, her yerde saygı gören, beğenilen, sevilen bir insansın; mutlusun, ben de öyleydim bir zamanlar. Aranacak, özlenecek bir adamsın. Kendim için olsa aldırmam bile. Geri dönelim; hastalanacaksın, böyle bir şeye neden olmak istemem. Hem, Luchesi var -“

“Yeter,” dedi, “öksürüğüme bakma, bir şeyim yok; öldürmez beni. Öyle öksürükle ölmem ben.”

“Doğru - doğru,” diye cevap verdim, “inan bana, seni boşu boşuna korkutmak niyetiyle söylemedim bunları; ama gerekli önlemleri de almalısın. Şu Medoc şarabından çekersek birer tane, rutubete karşı korur bizi.”

Bunu söylerken toprağın üzerine uzunlamasına sıralanmış şişelerden birini alıp boynunu kırıverdim.

“İç,” diyerek ona uzattım şarabı.

İstekli bir susuzlukla şişeyi dudaklarına götürdü. İçmeden önce durup dostça bir selam verdi bana, başındaki çıngırakları çın çın öttü.

“Şerefe,” dedi, "çevremizde son uykularını uyuyan şu ölülerin şerefine içiyorum.”

“Ben de senin uzun yıllar yaşamana.”

Gene kolumu tuttu, ilerledik.

“Bu mahzen,” dedi, ne kadar geniş.”

“Montresor’ler,” diye cevap verdim, “büyük bir aileydi, sayıca da pek çoktular.”

“Armanızı unuttum.”

“Mavi bir tarlada, kocaman, altın rengi bir insan ayağı; ayak kızgın bir yılanı eziyor, yılan dişlerini toprağa geçirmiş.”

“Ya onur tümceniz?”

“Nemo me impune lacessit.”

“Güzel!” dedi.

Şarap gözlerinde parıldadı, çıngıraklar çın çın öttü. Medoc beni de ısıtmıştı. İçleri kemik yığılı duvarlar boyunca, boy boy fıçıların arasından, mezarların ta en iç köşelerine doğru yürüdük. Gene durdum, bu kez Fortunato’nun kolunu dirseğinin üst yanından kavrayacak kadar ileri gittim.

“Güherçile!” dedim, “bak, gittikçe artıyor. Tavandan yosun gibi sarkıyor. Irmağın yatağından daha aşağıdayız. Islaklık, damla damla, kemiklerin arasında dolaşıyor. Gel, iş işten geçmeden geri dönelim. Öksürüğün -“

“Bir şey değil,” dedi, “haydi yürü. Ama önce şu Medoc şarabından biraz daha içelim.”

Ona bir De Grave şişesi kırıp uzattım. Bir dikişte boşalttı. Gözleri hırçın bir ışıkla yandı. Güldü, şişeyi havaya fırlatıp ne olduğunu anlayamadığım bir hareket yaptı.

Şaşkın şaşkın baktım ona. Hareketi tekrar etti – tuhaf birşey yapıyordu.

“Anlayamıyorsun?” dedi.

“Hayır,” diye cevap verdim.

“Öyleyse sen biraderlerden değilsin.”

“Nasıl?”

“Mason değilsin.”

“Evet, evet onlardanım.” dedim, “evet, evet”

“Sen? Olamaz! Mason?”

“Mason ya,” diye cevap verdim.

“İşaretini yap öyleyse,” dedi.

“İşte işaretim,” dedim, pelerinimin altından bir mala çıkardım.

“Alay ediyorsun,” diye bağırarak birkaç adım geri sıçradı. “Haydi, haydi şu Amontillado’ya gidelim.”

“Öyle olsun,” dedim, malayı pelerinimin altına sokarak ona gene kolumu uzattım. Ağırlığını vererek yaslandı. Amontillado’yu araya araya yolumuza devam ettik. Bir sıra alçak kemerin altından geçtik, aşağı doğru indik, yürüdük, gene aşağı doğru indik, derin bir mahzen odasına geldik, havası pek kötüydü buranın, öyle ki, meşalelerin alevi bile sindi.

Onun da öbür ucunda daha dar bir oda vardı. Duvarları, Paris’in büyük mezarlarında olduğu gibi, tavana kadar yükselen, üst üste yığılmış insan kalıntılarıyla örtülüymüş. Gene de öyleydi üç yanı, dördüncü duvardaki kemikler ise yere indirilmiş, bir noktada büyücek bir küme yaparak toprağın üstüne gelişigüzel saçılmıştı. Kemiklerin yerlerinden oynatılmasıyla ortaya çıkmış olan duvarda bir iç hücre daha gördük, derinliği aşağı yukarı birbuçuk, eni bir, yüksekliği de iki ikibuçuk metre kadardı. Belli bir iş için hazırlanmışa benziyordu, duvardaki mezarların tavanlarını tutan iki büyük desteğin arasında bir boşluk gibiydi; arkasını da gene o mezarları çevreleyen granit duvarlardan biri kapatmaktaydı.

Fortunato elindeki alevsiz meşaleyi yukarı kaldırarak oyuğun derinliğini görmeye çalıştı, ama boşuna. Zayıf ışık onun sonunu göstermedi bize.

“Yürü,” dedim. Amontillado bunun içinde. Luchesi’ye gelince –“

“Mankafanın biridir o,” diye sözümü kesti, bu arada adımını da atmıştı, hemen arkasına takıldım. Bir anda oyuğun sonuna varmış, kayayla burun buruna gelmişti, ilerleyemediğini görünce aptalca bir şaşkınlık içinde kalakaldı. Bir an daha geçti geçmedi granite zincirleyiverdim onu. Oyuğun sonundaki düz duvarda, yatay olarak birbirinden aşağı yukarı yetmiş santim uzaklıkta iki demir halka vardı. Bunlardan birine kısa bir zincir, öbürüne de bir asma kilit takılmıştı. Zinciri onun beline dolayıp kilidi vurmak birkaç saniyelik bir işti. Karşı koyamayacak kadar büyük bir şaşkınlık içindeydi. Anahtarı çekip alarak oyuktan çıktım.

“Elini duvara sür de bak,” dedim, "her yan güherçile içinde. Çok rutubet var doğrusu. Bir kere daha yalvarıyorum geri dönmen için. Hayır mı? Öyleyse seni bırakıp ayrılmam gerek. Ama önce elimden gelen her türlü özeni göstermeliyim.”

“Amontillado!” diye bağırdı ansızın; daha şaşkınlığı geçmemişti.

“Doğru,” diye cevap verdim, “Amontillado.”

Bu kelimeleri söylerken, biraz önce andığım o kemik yığınının içinde çalışmaya başlamıştım. Kemikleri eşeleyip sağa sola fırlattım, altlarından bir miktar harç ile yapı taşları çıktı. Bu maddeleri kullanarak malamla oyuğun önüne bir duvar örmeye giriştim.

Duvarın birinci sırasını bitirmiştim ki Fortunato’nun iyiden iyiye ayılmış olduğunu gördüm. Bunun ilk işareti oyuğun derinliğinden doğru gelen inilti gibi bir sesti. Sarhoş bir adamın iniltisi değildi bu. Sonra uzun bir sessizlik oldu. İkinci sırayı çıktım, üçüncüyü, dördüncüyü çıktım; o sırada zincirin şiddetle sarsıldığını duydum. Bu zincir sesi birkaç dakika devam etti, o arada ben de işimi bırakıp kemiklerin üstüne oturdum, tadını çıkara çıkara dinledim onu. Sonunda bu şıkırtı durulunca malayı tekrar elime alıp hiç ara vermeden beşinci, altıncı, yedinci sıraları bitiriverdim. Duvarın yüksekliği göğsüme yaklaşmıştı. Gene durdum, meşaleyi kaldırıp aralığa tuttum, içerdeki biçimin üzerine birkaç zayıf ışık çizgisi düştü.

Zincire vurulu insan biçiminin boğazından birbiri ardınca fışkıran yüksek, tiz çığlıklar sanki beni geri itti. Bir an duraladım – titredim. Kılıcımı çekip oyuğa doğru bir davrandım, ama birden aklım başıma geldi, kendimi toparladım. Elimi mezarların sağlam taşlarına dayadım, durulmuştum. Yeniden duvara yaklaştım. Onun yaygarasına, bağırışlarına karşılık vermeye başladım. O bağırdı, ben bağırdım – yardım ettim ona – onunkilerden daha uzun süren, daha güçlü olan çığlıklar attım. Ben böyle yapınca, yaygaracının sesi kesildi.

Gece yarısı olmuştu, işim sona ermek üzereydi. Sekizinci, dokuzuncu, onuncu sıraları da tamamlamıştım. On birinci, sonuncu sıranın da bir bölümünü bitirmiştim; yerine yerleştirilip sıvanacak bir tek taş kalmıştı. Onu kaldırmaya çalışıyordum; kaldırıp yarı yarıya yerine soktum. Ama tam o sırada oyuğun içinden sinsi bir kahkaha yükseldi, saçlarım dimdik oldu. Bunun arkasından insanı acındıran bir ses duyuldu, soylu Fortunato’nun sesine hiç benzemiyordu. Şunları söyledi:

“Ha! ha! ha! – he! he! evet, Amontillado. Ama geç olmuyor mu? Bizi beklemezler mi köşkte. Lady Fortunato ile ötekiler? Haydi gidelim artık.”

“Evet,” dedim, “haydi gidelim artık.”

“Tanrı aşkına, Montresor!”

“Evet,” dedim, “Tanrı aşkına!”

Ama bu kelimelere bir cevap gelmesini boşuna bekledim. Sabrım tükendi. Yüksek sesle bağırdım:

“Fortunato!”

Cevap yok. Bir daha bağırdım:

“Fortunato!”

Gene cevap yok. Delikten bir meşale sokup içeri baktım. Buna karşılık sadece çın çın öten çıngırakların sesi geldi. Yüreğim sıkışmaya başladı – mezarlardaki rutubet yüzünden. İşimi sona erdirmek için acele ediyordum. Son taşı da yerine yerleştirip sıvadım. Yeni duvarın önüne kemiklerden yapılma eski duvarı ördüm. Elli yıldır insan eli dokunmadı onlara, In pace requiescat!
 
Son düzenleme:

Bu Konuya Bakmış Kullanıcılar (Üye: 0, Ziyaretçi: 1)

Korsanfan.com Her Hakkı Saklıdır. 2008-2023.
Tasarım Korsanfan V.6.0
Yukarı Çık