Korsanfan.Com - One Piece Türkiye
Korsanfan.Com - One Piece Türkiye
Neler yeni

İran'ın Yakın Siyasi Tarihi

Petrol üretimi yapan ülkeler üzerinde hâkim ve söz sahibi olmanın günümüzde olduğu kadar yakın tarihimizde de dünyaya egemen güçler tarafından ne kadar mühim bir mesele olduğunu Amerika ve İngiltere’nin, İran üzerinde gerçekleştirdiği ‘’Ajax Operasyonu’’ ile daha iyi anlayabiliriz. Ajax örtülü operasyonu İran’ın başında bulunan Başbakan Muhammed Musaddık’ın iktidardan düşürülmesi için gerçekleştirilmiştir. Dolayısıyla İran siyasi tarihinde en kritik dönemeçlerden biri Muhammed Musaddık’ın başbakan olduğu dönem olduğu yadsınamaz bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır. 1940’lı yıllarda İran’da siyasi manada bir milliyetçi dalga süregelmekteydi. Bu siyasi dalga 1940’ların sonunda Milli Cephenin kurulması ile sonuçlanmıştır. Bu siyasi dalga neticesinde, toplumun farklı kesimleri Musaddık’ın liderliği altında Milli Cephe içerisinde bir araya gelmiştir. Milli Cephe’nin kampanyası ile birlikte 1951 yılında İran petrolleri millileştirilmiş ve Musaddık Başbakan olmuştur. Musaddık ve hareketi CIA-MI6 tarafından 1953’te düzenlenen darbeye kadar İran siyasetinde etkili bir rol oynamıştır. 1953 Darbesi / Ajax Operasyonu olayını daha iyi anlayabilmek adına 1951-1953 arasında İran’da gelişen hem iç hem de dış siyasi süreçleri analiz etmek önemlidir. Son olarak bu dönemin analizi İran toplumunun yabancı güçler karşısındaki kuşkuculuğunu, düşmanlığını ve 1979 Devrimi sürecini daha iyi kavrayabilmemizi sağlayacaktır.

MUSADDIK İKTİDARI ÖNCESİ İRAN’IN SİYASİ DURUMU

Musaddık, İsviçre’de okumuş ve doktora yapmış, batı hukuk sisteminin tümüyle İran’a aktarılmasını savunan bir tez yazmış bir hukukçuydu. 1913 yılında eğitiminin bitmesinin ardından Tahran Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesinde ders vermeye başlayan Musaddık, 1920 Senesinde Fars eyaletine vali olarak atandı ve ertesi sene yani 1921’de Ahmed Kavam hükümetinde Maliye Bakanı, 1923’te Muşir-Ed-Dovle hükümetinde Dışişleri Bakanı olarak görev aldı. 1925’te Rıza Han Pehlevi’nin kendi hanedanını ilan etmesiyle birlikte İran’ın başına geçmesi İran siyasi hayatında tüm taşları yerinden oynatmıştır. Bu dönemde İran parlamentosunda yer alan Musaddık ve arkadaşları Rıza Şah’a karşı ciddi bir muhalefet direnci göstermişti. Ancak Şah’ın gücünü arttırmasıyla Musaddık ve arkadaşları Şah’a karşı muhalefetlerinin bedelini ödemek durumunda kalacaktı. 1925’ten itibaren Rıza Şah’ın otoritesini arttırmasıyla bu isimlerin çoğu sürgün edilmiş, tutuklanmış ya da öldürülmüştü. Musaddık ise bir süre Ahmedabad’daki evinde zorunlu ikamet altında tutulmuş, 1940 yılında ise Birjand’da hapse atılmıştı. Ancak 1941’de Müttefiklerin 2. Dünya Savaşı’nda Nazi yanlısı olduğunu ileri sürerek Rıza Şah’ı devirmesiyle Musaddık diğer tutuklu arkadaşları ile birlikte serbest bırakıldı. Müttefikler tarafından Rıza Şah’ın oğlu Muhammed Rıza Şah ise yeni hükümdar olarak İran’ın başına getirildi. Diğer yandan, hapisten çıkan Musaddık yeniden siyasete dönmüş ve 1943 seçimlerinde Tahran şehrinden milletvekili seçilerek meclise girmeyi başarmıştı.

1920 SENESİNDE MUSADDIK VALİLİK GÖREVİNDEYKEN

1941’deki Şah değişimi ile Muhammed Rıza Pehlevi’nin babası Rıza Şah yerine iktidara gelmesi siyasal alandaki muhalefeti yeniden canlandırdı. Tahta çıktığında ülkesi işgal altında olan Muhammed Rıza Şah henüz sağlam bir iktidar yapısı kurmuş değildi. Bu nedenle iktidarını çeşitli çevrelerin desteği için paylaşmak durumundaydı. Bu ortamda Şah’ın baskısı altında kalan gruplar yeniden gün yüzüne çıkıyordu. Şah’ın iktidarı paylaştığı gruplar ise Ulema, aşiret liderleri, toprak sahiplerinden oluşuyordu. Bunların yanında işçi sınıfının çıkarlarını savunan henüz yeni doğmuş Tudeh Partisi ve 1905 İran Meşrutiyet Devrimi’nin taşıyıcısı olan meşrutiyetçi liberallerde bulunuyordu. Bu dönemde Rıza Şah’ın halkın isteklerine daha ılımlı yaklaşması bekleniyordu. Çünkü ülke stratejik öneme sahipti ve petrol yataklarından ötürü ciddi bir zenginliğe sahipti. Ancak bu dönemde ülke dış güçlerin etkisi altındaydı. Aslında İran monarşisi ülkeye İngilizler tarafından getirilmiş ve güç Şah’a verilmişti. Bu nedenle ulusalcıların İran üzerinde kontrolü ele geçirebilmeleri için öncelikle monarşiyi devirmeleri gerekiyordu. Bununla birlikte dış güçler çeşitli çevrelerle işbirliği yaparak ülke içerisindeki etkinliklerini devam ettirmek istiyordu. Örneğin İngiltere, monarşi, aşiret ve toprak sahipleri arasındaki ittifakı teşvik ederken, Sovyetler Birliği, Tudeh Partisi’nin çalışmalarını destekliyordu. ABD ise silahlı kuvvetler ile temas kurmak konusunda çaba göstermekteydi. Bu durum ise İran monarşisinin zayıf noktasını oluşturuyordu. Çünkü büyük güçlerin İran üzerindeki bu mücadelesi İran halkını derinden etkilemekteydi. Bununla birlikte aynı dönemde İran’daki hükümetlerin kısa süreli olması hoşnutsuzluğu arttırıyordu. 1941-1951 arası İran’daki hükümetlerin ayakta kalma ortalaması yalnızca 7 ay idi. Zayıf parlamento desteği ve hükümeti kuran meclis grupları arasındaki ittifakların kaygan bir zemine sahip olması böyle bir sonucu beraberinde getirmekteydi. Bundan dolayı ülkede herhangi bir kriz ortaya çıktığında hükümetin dağılması gündeme geliyor ve neredeyse her zamanda gerçekleşiyordu. Tudeh’in 1940’ların sonundaki gerilemesi, 1950’li yılların başlarında İran’da ortaya çıkan milliyetçi harekete fırsat yarattı. Hareketin başında 1906 meşrutiyet devriminden beri ulusal politikada öne çıkmış isimlerden Muhammed Musaddık vardı. Musaddık, Parlamento üyesi, bölge valisi ve Rıza Şah tarafından istifaya zorlanmadan önce kabinede bakan olarak görev yapmıştı.

Musaddık, iç ilişkilerde katı bir anayasacı olarak biliniyordu. Ayrıca Şah’ın saltanat sürmek yerine ülkenin tıpkı Belçika ve İngiltere’deki muadilleri gibi, yönetmesi gerektiğini savunuyordu. Silahlı kuvvetlerin kontrolünü elinde tuttuğu, böylelikle anayasa hukukunun ilkelerini olduğu kadar ruhunu da zedelediği, parlamento seçimlerine müdahale etmek amacıyla orduyu kullandığı ve asıl sahiplerine iade edileceğine söz verilmiş hanedanlık arazilerinin denetimini yeniden eline aldığı için genç Şah’ı topa tutmaktan geri kalmayan Musaddık, seçimlere hile karıştığı gerekçesiyle 1949 kurucu meclisinin meşruiyetini de sorguluyordu. Aynı zamanda seçim yasasında ordunun sandıkların çevresinde boy göstermesini yasaklayan, seçim kurullarının bağımsızlığını güvence altına alan ve başta Tahran olmak üzere mecliste şehirlere daha çok sandalye ayrılmasını sağlayan esaslı değişiklikler yapılmasından yanaydı. Hatta okuryazar olmayanların oy haklarının kaldırılması gerektiğini bile savunuyordu. Çünkü Musaddık’a göre;

“Toprak oligarşisinin değişmeyen iktidarını zayıflatmanın en iyi yolu bu olacaktı.” Düsturu esastı.

1953 DARBESİ’NİN NEDENİ: ANGLO-IRANİAN OİL COMPANY

Musaddık, Geleneksel politikacıların “olumlu denge” ve büyük devletlere “taviz verme” gibi yanlış politikalarıyla İran’ın varlığını tehlikeye attıklarını ileri sürüyordu.

Musaddık “Böyle bir politika başka devletlerin de eşit ayrıcalıklar talep etmelerine yol açarak ulusal egemenliği tehlikeye sokacaktır.” diyerek diğer politikacıları da uyarmaktan geri kalmamıştı.

Bu nedenle 1919 İngiliz-İran Antlaşmasını ve hem Amerika hem de Sovyetlerle yapılan 1945-1946 petrol pazarlıklarını kınamıştı. Aynı gerekçelerle petrolün devletleştirilmesi davasına sarılarak hükümetin Anglo-Iranian Oil Company’ye (AIOC) el koyması gerektiğini iddia ediyordu. Musaddık, İran’ın kendi petrol kaynaklarının üretiminde, satışında ve ihracatında tam denetimi elinde bulundurma hakkının vazgeçilmez olduğunda ısrarcıydı.

İngiliz petrol devi Anglo-Iranian Petrol Company (AIOC) İran’da dünyanın en büyük petrol rafinerisine sahipti. Bu şirket İran’da sahip olduğu petrol yatakları ile dünyanın ikinci en büyük ham petrol ihracatçısıydı. Ayrıca şirket dönemin üçüncü en büyük petrol rezervini elinde bulunduruyordu. İran’daki petroller AIOC’un yıllık karının %75’ini oluşturuyordu. Bu karların çoğu şirketin İngiltere’deki hissedarlarına aktarılıyor ve aynı zamanda Irak, Endonezya ve Kuveyt’teki yatırımlara harcanıyordu. Diğer yandan İngiliz donanmasının petrol ihtiyacının %85’i AIOC tarafından karşılanmaktaydı. Dolayısıyla AIOC o dönemde gerek İngilizler için gerekse İranlılar için büyük bir anlam ifade etmekteydi. Bununla birlikte Abadan’da bulunan petrol sahalarında çalışan İranlı halk sefalet içerisinde yaşarken, diğer yanda İngiliz çalışanlar lüks bir hayat sürüyordu. Anglo-Iranian Petrol Company şirketi bünyesinde çalışan Perviz Mina o dönemi şu şekilde anlatmaktadır;

’Bir şeyler almak için şehre giderdim. Şirket tarafından işletilen otobüs hattındaki durakta yazın ortasında 50 derecelik sıcakta yarım saat otobüsün gelmesini beklerdik. Ama o sırada bir sürü otobüs gelirdi. Ancak bu otobüslerin üzerinde kırmızı bir şerit bulunmaktaydı. Bu otobüsler yalnızca İngiliz çalışanların binebileceği otobüslerdi. Bizim bu otobüslere binmemiz yasaktı. Biz sadece İranlıları taşıyan köhne ve eski otobüslere binebiliyorduk. Abadan’da İngiliz çalışanların gittiği meşhur bir kulüp vardı. Kulübün kapısında ‘’köpekler ve İranlılar giremez.’’ Diye bir tabela bulunuyordu.’’

Yukarıda gördüğümüz gibi İranlı rafineri çalışanlarının uğradığı bu ayrımcılık bize aynı dönemlerde ABD’nin siyahi vatandaşlarına uyguladığı ayrımcılığı pek ala hatırlatmaktadır. İran gibi derin bir kültürü ve yüksek bir milli bilinci olan ülkede halkın yukarıda zikredilen şekilde bir ayrımcılık ile karşı karşıya kalması batılı devletlere karşı ileride yaşanacak düşmanlığın temellerinin nereden geldiğini de göstermektedir. Bununla birlikte yaşanan bu ayrımcılık siyasi manada Şah’ın ilerleyen dönemde halkın gözünden ve gönlünden düşüşünün de etkenlerinden birisidir. Bu yaşanan olaya Şah, Musaddık gibi yaklaşmış olsaydı, belki tarih başka şekilde yazılmış olacaktı. Ancak her daim dediğimiz gibi maalesef tarih öyle olsaydılar ile veya böyle yapsaydılar ile yazılmıyor.

AIOC Şirketi İran ile daha evvel yapılan antlaşmalar sayesinde bu ayrıcalığa ve güce ulaşmıştı. 1933 Petrol Antlaşması ile İran yönetimi AIOC’un yıllık gelirlerinin yalnızca %17’sini elde etmişti. 1940’lı yılların sonlarına doğru bu durum tartışılmaktaydı. Bu konuda yürütülen gizli pazarlıklarda İngilizler İran’ın kardaki payını %24’e çıkararak bir ek antlaşma yapmayı teklif etmişti. 1949 yılında Şah’ın İngilizler lehine yapılan antlaşmayı kamuoyuna açıklaması ve seçimlere müdahale etmesi İran’da yeni gelişmeler yaşanmasına sebep oldu. Musaddık’a göre İran halkı İngilizlerin kendilerini sömürdükleri konusunda son derece haklıydı ve önlerinde bir örnek vardı. Bu örnek ise 1944’te Suudi Arabistan’a giren Arap-Amerikan Petrol Şirketi (ARAMCO) petrolün yüzde 50’sinin çıkarıldığı ülkeye, yüzde 50’sinin ise rafineriyi kuran şirkete ait olduğu şekilde adil bir anlaşma olmuştu. Oysa Anglo-İran Petrol Şirketi, İran’a petrol gelirlerinden çok az bir pay veriyordu. 1912 ile 1933 yılları arasında AIOC 200 milyon İngiliz Sterlini kâr elde ederken; İran hükümetine yalnızca 16 milyon Sterlin ödenti (royalty) vermişti. Bu duruma öfkelenen muhalefet ortak bir çatı altında bir araya geldi. Musaddık’ın fiili lider olarak ön plana çıktığı Milli Cephe Hareketi bu şekilde kuruldu. Hem İngiltere’ye hem Şah’a karşı kampanya yürüten Musaddık, Milli Cephe’yi (Cebbe-i Milli) kurarak orta sınıf partileriyle derneklerini geniş bir yelpazede harekete geçirdi. Bu nedenle Musaddık’ın yalnızca petrol şirketiyle İngiliz İmparatorluğu’nu değil, aynı zamanda Şah’ı ve onun silahlı kuvvetler üzerinde devam eden kontrolünü tehdit eden çift taraflı bir kılıç diye görülmesine şaşmamak gerekir.

Milli Cephe tabanı çoğunlukla kentli orta ve alt sınıflara dayanan bir hareketti. Ancak bu hareket Şah ve İngiliz İmparatorluğu’na karşı kurulmuş geniş tabanlı gevşek bir koalisyondu. İran Partisi, Ulusal Parti, Emekçiler Partisi, Tahran Pazar Ticareti Derneği cephe içerisinde yer alan en önemli örgütler olarak öne çıktılar. Musaddık ve hareketi geleneksel ‘’Pazar’’ ile bağlantısı olan ulemadan da önemli bir destek sağlamaktaydı. Ulema içerisinde dönemin en önemli siyasi figürlerinden Ayetullah Abdülkasım Kaşani bu desteğin başını çekmekteydi. Kaşani dışında mecliste de yer alan Şemsettin Quanatabadi, Ahmed Safai, Bekir Celil Musavi bu hareketi destekleyen isimlerdi. Ayrıca Ebu Fazıl Zencani ve kardeşi Rıza Zencani de meclis dışında hareketi destekleyen din adamları arasında yer alıyordu. Ancak Ulemanın genel tutumuna bakıldığında bu dönemde siyasetten uzak bir tavır sergilediği ifade edilmektedir.



Milli Cephe, siyasi kampanyasının temeline İngiliz kontrolündeki AIOC’u yerleştirmişti. Şirket hisselerinin çoğu İngilizlerin elinde bulunuyordu. İranlılar açısından bu şirket ülkedeki İngiliz nüfuzunun açık bir örneğini oluşturmaktaydı. Milli Cephe ve Musaddık bu petrol şirketini İngilizlerin İran’daki kolu olarak damgalayarak petrol sanayisinin millileştirilmesini talep etmeye başladılar. Ardından kamuoyunu ikna etmek adına çeşitli gösteriler düzenlediler. Ayrıca Ulema vaazlar aracılığıyla bunun İslami bir mücadele olduğunu yayarak Milli Cephe’ye destek çağrısında bulundu. Aynı dönemde Milli Cephe mecliste mevcut temsilcileri ile bu meseleyi gündeme getirdi. Diğer yandan bu dönemde Irak ve Suudi Arabistan petrolleri konusunda yaşanan gelişmeler de İran’ı da etkiliyordu. Suudi yetkililer ABD petrol şirketi ARAMCO ile karın %50-50 bölüşülmesi hususunda bir antlaşma yapmışlardı. Böylece 1949’da 38 milyon dolar olan Suudi Arabistan’ın yıllık petrol geliri 1950’de 111,7 milyon dolara çıkmıştı. Ayrıca İngiliz şirketinin karşı çıkmasına rağmen Irak hükümeti ile de yeni bir kar paylaşım antlaşması imzalanmıştı. Bu gelişmelerden etkilenen Musaddık’ın Başkanı olduğu Petrol Komitesi de yeni bir petrol antlaşması konusunda çalışmalarını hızlandırdı.

MİLLİ CEPHE HÜKÜMETİ VE İRAN PETROLLERİNİN MİLLİLEŞTİRİLMESİ

17 Aralık 1950’ye gelindiğinde Parlamento Petrol Komisyonu ülkedeki petrol sanayisinin millileştirilmesi gerektiğine dair tavsiye kararı aldı. Bu kritik karara Ayetullah Kaşani bir fetva yayımlayarak destek verdi ve insanları 24 Aralık’ta Kraliyet Camisine davet etti. Burada çeşitli konuşmacılar tarafından millileştirmenin doğruluğuna dair binlerce kişilik kalabalığa vaazlar verildi. Yürütülen bu kampanyayı değerlendiren dönemin İran Başbakanı Razmara millileştirme konusunda çekinceleri olduğunu belirtti. Razmara İran’ın henüz kendi petrolünü çıkaracak ve uluslararası pazarlara aktaracak kapasitesi olmadığını düşünüyordu. Ancak Başbakan’ın bu tavrı kampanyayı daha da sertleştirdi. Şubat ayının sonuna doğru İngilizler yumuşadılar. Ancak pazarlık masasına oturmak için çok geç kalmışlardı. 7 Mart 1951’de gergin siyasi atmosferde Başbakan Razmara suikasta uğradı ve hayatını kaybetti. Olay sonrası suikastı yapan kişi Halil Tahmasebi başta Kaşani olmak üzere çok sayıda isim tarafından açık bir şekilde tebrik ediliyor ve suikast onaylanıyordu.





Oluşan bu atmosferde millileştirme tasarısı 15 Mart 1951’de meclise getirildi. Yapılan açık oylama sonucu tasarı oybirliği ile kabul edildi, yasalaştı ve İran petrol sanayisi millileştirildi. İran’ın bütün kentlerinde halk tarafından zafer havası içinde kutlanan bu olay, İran’ın despotizme ve kolonyal tahakküme başkaldırısının zaferi olarak İran tarihine geçti. 20 Mart günü Şah, Hüseyin Ala’yı Başbakan olarak atadı. Ala, parlamento desteği olan milliyetçi, ılımlı ve Batı yanlısı bir devlet adamı olarak bilinmekteydi. Hızlı bir şekilde kabinesini meclise sundu. Meclis petrol konusundaki kararın hemen uygulanmasını ve AIOC’un petrol endüstrisindeki varlıklarının hükümete devredilmesini istiyordu. Bu konuda yapılan baskılara daha fazla dayanamayan Ala, 28 Nisan 1951’de istifasını verdi. Hemen ardından Muhammed Musaddık meclis tarafından halihazırdaki 100 vekilin 79’unun onayını alarak Başbakanlığa aday gösterildi. Meclis dışındaki Ayetullah Kaşani, Musaddık’a desteğini kamuoyuna açıkladı. Milli Cephe ve Kaşani taraftarları Musaddık’a destek vermek adına sokakları doldurdular. Sürecin sonunda 30 Nisan 1951’de Şah, Musaddık’ı Başbakan olarak atamak durumunda kaldı. Böylece İran’da Milli Cephe’nin kampanyası başarıya ulaştı ve Musaddık İran Başbakanı olarak göreve başladı.

Musaddık çoğu zaman “İngiliz düşmanı” olarak nitelense de, aslında 19. Yüzyılın İngiliz liberal parlamenter hükümetinin hayranıydı. Demokrasiye ve sekülerizme yürekten inanan bir insandı. Kendisi aristokrat bir aileden gelmesine rağmen, Musaddık’ı destekleyenlerin çoğu orta sınıftı. Seçkin Mustavfilerle Feth Ali Şah’ın baş veziri ünlü Muhsin Aştiyani’nin birinci göbekten torunu olan Musaddık, ayrıca kan ve evlilik bağıyla daha nice ayanla akrabaydı. Orta sınıf tarzı bir yaşam sürdüğü için “dürüst ve namuslu” olmakla ün salmıştı. Es-sultani unvanını kullanmaktan kaçınıyor, onun yerine Avrupa’da yaptığı lisansüstü öğrenimle ilişkili olarak doktor diye hitap edilmesini tercih ediyordu. Çağdaşları arasında yüksek eğitim görmüş kimselerden doktor ya da mühendis diye söz etme alışkanlığı vardı. Başbakan seçildikten sonra da Musaddık kendisine ekselansları diye hitap edilmesine karşı çıktı. İngiltere büyükelçiliğine göre bu tavrı onun demagog, mantıksız ve öngörülemez yanlarının kanıtıydı. İranlılarsa onun diğer ileri gelenlerden farklı olduğunun bir kez daha doğrulandığını düşündüler.

Petrolün millileştirilmesi yasası parlamento onayından geçtikten sonra Musaddık kabinesini oluşturdu ve Milli cephedeki arkadaşlarını kilit bakanlıklara ve parlamento komisyonlarına yerleştirdi. Musaddık liderliğindeki yeni hükümet programında iki ana husus amaç olarak belirlenmişti. İlki petrolün millileştirilmesi yasasını uygulamaya geçirmek ve buradan sağlanacak gelirle ekonomiyi canlandırmaktı. İkincisi ise parlamento ve belediye seçimlerine yönelik bir seçim yasası reformu gerçekleştirmekti. Musaddık hükümeti ilk olarak petrolün millileştirilmesi meselesine odaklandı. Bu doğrultuda Ulusal İran Petrol Şirketi (NIOC) kuruldu ve AIOC ile görüşmeler başladı. Petrol üzerindeki kontrolün İngiliz petrol şirketinden uzlaşı yoluyla alınıp yeni kurulan milli şirketine devredilmesi amaçlanmaktaydı. Musaddık’a göre, AIOC İngiltere’nin İran’ın iç işlerine karışmasının bir aracıydı. İran siyasetinin yozlaşmasına ve İran halkının fakirleşmesine neden oluyordu. Dolayısıyla petrolün millileştirilmesi bir anlamda İran milletinin yeniden doğuşu anlamına gelecek bir adımdı. Bu nedenle Musaddık hükümeti petrolün millileştirilmesi yasasının herhangi bir değişiklik yapılmadan tamamen kabul edilmesini pazarlık sürecinde talep etmekteydi. Petrolün millileştirilmesi yasasının geri döndürülemez olduğunu belirten Musaddık, bu konuda tavizsiz ve sert bir tavır takınıyordu. İngiltere ise ancak petrol üretim süreçlerindeki kontrolünün devam edeceği bir millileştirmeyi kabul edebileceğini vurguluyordu. Sonuçta taraflar arasında yapılan ilk müzakerede anlaşma zemini bulunamadı. Sonrasında ABD devreye girerek Musaddık hükümeti ile anlaşmak üzere Averell Harriman’ı görevlendirdi.




Harriman ile yapılan müzakereler sonrası iyimser bir havanın oluşması ile İngiltere de sürece dahil edildi. 1951’in Ağustos ayında İngiliz yetkililer Tahran’a geldiler. İngilizler burada yapılan müzakerelerde petrolden elde edilen karın ancak yarısını verebileceklerini, bundan fazlasını ise veremeyeceklerini ilettiler. ABD yetkilileri de bu görüşü destekledi. Bununla birlikte İngilizlerin öne sürdüğü bir şart daha vardı. Petrol üretim süreçlerinin tamamından sorumlu olacak kişinin bir İngiliz yönetici olmasını talep ettiler. Millileştirme yasasına uymayan bu talep kabul görmeyince görüşmeler tıkandı ve taraflar arası müzakereler başarısızlık ile sonuçlandı. Uzlaşma yoluyla petrol sanayinin milli kuruluşa devri gerçekleşmeyince Eylül ayına gelindiğinde Musaddık yeni bir hamle yaptı. İngiliz petrol şirketinin sahip olduğu petrol kuyuları ve boru hattıyla birlikte NIOC kurumuna devredilmesi adına talimat verdi. Kararın ardından İngiltere İran’daki petrol şirketinin tüm personelini tahliye etti. Ayrıca İran’a hammadde ve materyal ihracatını keserek ülkeye ambargo uygulamaya başladı. İran hükümeti petrol üretimini devam ettirecek eğitimli teknisyen ve mühendislere sahipti. Dolayısıyla personellerin tahliyesi çok büyük bir sorun yaratmadı. Ancak ülke petrolüne uygulanan ambargo, daha sonraki süreçte diğer bazı Avrupa ülkelerinin de buna katılmasıyla, İran ekonomisine zarar veren bir unsur halini alacaktı. Öte yandan İngilizler tarafından Eylül ayında askeri caydırıcılık adına da çeşitli adımlar atıldı. Bölgede bulunan Mauritius adlı İngiliz Kruvazörün yanına 4 Destroyer daha gönderildi. Ardından bu gemiler Abadan yakınlarında atış talimi gerçekleştirdiler. Bununla birlikte bölgedeki İngiliz Kara ve Hava Kuvvetleri de güçlendirildi. Bununla birlikte İngiliz hükümeti konuyu Birleşmiş Milletlere taşıdı. Ulusal güvenlik Konseyi’nin karşısına çıkan Musaddık, uluslararası alanda davasını savunarak İran’ın kendi doğal kaynakları üzerinde denetim hakkı olduğunu vurguladı ve İngiltere’yi yıkıcılıkla suçlayarak diplomatik ilişkileri kopardı. Diplomatik ilişkilerin tamamen kopmasıyla başta büyükelçilik olmak üzere ülkesindeki bütün temsilciliklerini kapattı. Buna misilleme olarak İngiltere, İran’ın bütün alacaklarını dondurdu ve Basra Körfezindeki donanmasını takviye etmeye devam etti. Kısaca 1951 yılının sonunda Musaddık kendini İngiltere ile İran arasında patlak vermiş krizin ortasında bulmuştu.

Musaddık ülkeye döndükten sonra yaptığı çalışmaları parlamentoya sunarak meclis ve senatodan güvenoyu aldı. Bu noktada konunun uluslararası bir boyut kazanmasının Musaddık’ı iç politikada güçlendiren bir durum olduğunu söylemek gerekmektedir. Konunun uluslararası kurumlarda ele alınması Musaddık’a davasını dünyaya duyurması için önemli bir fırsat sağlamıştı. Bu durum İngiliz karşıtlığının da etkisiyle İran petrollerine yönelik ilgiyi arttırmıştı. Musaddık’ın muhaliflerine göre ise bu durum Musaddık’ın İran petrolünü yabancı bir güç karşısında millileştiren bir kahraman olarak resmedilmesine sebep olmuştu. Aynı zamanda meselenin uluslararası alanda milli bir meseleye dönüşmesiyle kendisine yönelik muhalefeti imkansız hale getirmişti. Diğer yandan Musaddık’ın uluslararası kurumlardaki bu çalışmalarının kendisinin TIME Dergisi tarafından yılın devlet adamı olarak seçilmesini sağladığını da söylemeden geçmemek lazım. Dolayısıyla İngiltere’nin petrol meselesini uluslararası alana taşımasının konuyu kendisi açısından daha da karmaşık hale getirdiği ve Musaddık’ı güçlendirerek popülaritesini ülke dışına da taşıdığı ifade edilebilir.

Burada bir parantez açarak İran’da Musaddık iktidarına yönelik ABD’nin tutumundan da söz etmeden geçmemek gerekiyor. Musaddık iktidarının ilk döneminde ABD yönetimi Britanya’dan farklı bir tutum takınmıştır. Truman yönetimindeki ABD, Britanya’nın İran’a yönelik askeri bir operasyon yapmasını engellemeye çalışıyordu. Ayrıca ABD, Britanya ile birlikte Musaddık’ın devrilmesi adına bir çalışma yürütmeyi reddetmişti. Truman yönetimi bu dönemde Musaddık meselesini Soğuk Savaş atmosferi çerçevesinde değerlendirerek İran’a karşı yapılacak agresif bir hareketin ülkeyi Sovyetler Birliğine yaklaştırabileceğini düşünüyordu. (Bkz. Soğuk Savaş) İran’ın ‘’İkinci Çin’’ olabileceği endişesini taşıyan Truman yönetiminin İran politikası Musaddık hükümetine destek vermek ve petrol sorununu diplomasiyle çözüme kavuşturmak olmuştur. Amerikalı yetkililer bu politikalarından dolayı zaman zaman İngilizlerle tartışmalar da yaşamışlardır. İngilizler, İran’da derin kökleri olan bir milliyetçilik olmadığını, Musaddık’a destek verilmesinin sadece kendisinin iktidardan düşmesini geciktireceğini ve Musaddık hükümeti düştüğünde yerine komünist bir yönetimin gelmeyeceğini söyleyerek Amerikalıları ikna etmeye çalışmışlardır. Truman yönetimi ise bu itirazları kabul etmemiş, Musaddık’a yönelik politikasını devam ettirmiştir.



MİLLİ CEPHE HÜKÜMETİNİN 2. DÖNEMİ

1952 yılına gelindiğinde Şah ile Musaddık arasındaki sorunlar da artmaktaydı. Musaddık’ın monarşiyi ve toprak ağalarını zayıflatmak üzere seçim yasasında reform yapma girişimiyle hız kazanmıştı. Reformu çıkaramayınca, şehir merkezlerindeki oylama sona erip de parlamentoda yeterli çoğunluğu sağlayacak kadar milletvekili seçilir seçilmez 16. Meclis’in seçimleri Musaddık tarafından durduruldu. Hemen arkasından Musaddık başbakan olarak kabinenin diğer üyelerini olduğu gibi, savaş bakanını da atama yetkisinin anayasa kapsamında kendinde olduğunu ileri sürerek şaha meydan okudu. Şah için Savaş Bakanını atamak önemliydi. Çünkü ordunun kontrolü Savaş Bakanı üzerinden gerçekleştiriliyordu. Musaddık ise Şah’ın bu bakanlık sayesinde hakim olduğu ordu aracılığıyla seçimlere tesir ettiğini ileri sürüyordu. Ordunun Şah’ın denetiminde olması ilk kez ciddi şekilde tehlike altındaydı. Neticede Şah, Musaddık’ın bu talebine rıza göstermeyince Musaddık 17 Temmuz 1952’de istifa etti.

Musaddık istifasından sonra Bir radyo yayınında menfur güçlerin petrolün devletleştirilmesini engellemesini önlemek adına silahlı kuvvetleri denetimi altında tutması gerektiğini savundu. Bu radyo programından sonra halk sokaklara döküldü. İlk olarak Abadan’daki petrol alanlarında çalışan petrol işçileri tepki gösterdiler ve işlerini bırakıp protesto başlattılar. 19 Temmuz’da, Tahran’da bir protesto gösterisi düzenlendi. Ancak asıl etkili olan eylem 21 Temmuz’da Milli Cephe’nin liderliğinde gerçekleştirilen gösterilerdi. Bu eylemler sırasında İran ordusu ile sivil vatandaşlar arasında kanlı olaylar yaşandı. Açılan ateş sonucu 30 kadar insan hayatını kaybetti. Halkın Musaddık’a verdiği desteği anlayan Şah, bununla başa çıkamayacağını gördü. Milli Cephe yetkilileri ile görüşen Şah, Musaddık’ı yeniden Başbakanlığa getirdiğini açıkladı. Musaddık kısa süre içerisinde Savaş Bakanını da kendisinin belirlediği bir kabine oluşturdu. Meclis ve Senato tarafından onaylanan bu kabine 26 Temmuz’da Şah’a sunuldu. Neticede Musaddık süreci büyük bir destek alarak başarıyla atlatmış oldu. Temmuz 1952’deki Şah-Musaddık krizi sırasında Musaddık’ın galip çıkmasının çeşitli sebepleri vardır. Şah’ın hadiseleri önlemekteki başarısızlığı ve kararsızlığı bu sebeplerden bir tanesidir. Ancak temel sebep Musaddık’a verilen toplumsal destektir. Musaddık liderliğindeki Milli Cephe’nin hegemonyasının, bu cephenin üyelerinin bağlılıklarının ve göstermiş oldukları azmin sürecin başarıya ulaşmasında etkili olduğu ifade edilmektedir. Ayrıca Musaddık’a çeşitli yönlerden muhalefet eden Tudeh Partisi’nin de bu süreçte kendisini desteklemesi sürecin başarıya ulaşmasında etkili olmuştur. Temmuz 1952 protestoları bir anlamda monarşi karşıtlığı üzerinden geliştirilen güçlü bir tepki olarak görülebilir. Üç gün süren genel grevlerin ve dökülen kanın ardından, şah geri adım atmak zorunda kaldı. Bütün bu yaşananlar 30 tır (21 Temmuz) krizi diye bilinir.



Temmuz 1952 Olayları sonrası yeni kabinesini kuran ve Başbakanlık görevine yeniden İktidara gelen Musaddık ilk olarak 30 tır gününü ‘‘Milli Şehitler” ve “Milli Ayaklanma” günü ilan etti. Ayrıca Musaddık, hızlı bir şekilde reform hareketine girişmek arzusundaydı. Bu amaçla hükümeti kurduktan birkaç gün sonra meclisten bir talepte bulundu. Bu talebinde Altı ay süreyle geçerli olmak üzere yasama yetkilerinin kendisine verilmesini istedi. Bunu reformları hızlı bir biçimde gerçekleştirmek amacıyla istediğini belirtmekteydi. Elbette Musaddık’ın bu talebine ilişkin çeşitli eleştiriler getirildi. Ancak nihayetinde, 6 Ağustos’ta Meclis Musaddık’a 6 ay süreyle, ama geçici olmak kaydıyla yasama yetkilerini vermeyi kabul etti. Ardından 11 Ağustos’ta Senato bu kararı onayladı. Böylece 9 maddelik programı uygulamak amacıyla altı aylık bir süre için geçerli olmak üzere Senato ve Meclis Musaddık’a bağlanmış oldu.


Bahsi geçen dokuz maddelik program kapsamında birçok alanda geniş çaplı reformlar yapılması planlanıyordu. Program kapsamında belediye ve meclis seçimleri için seçim reformu, finansal konularda yapılacak düzenlemelerle bütçenin revize edilmesi, üretim artışını sağlamayı ve işsizliği önlemeyi amaçlayan ekonomik reform, millileştirilmiş petrol kaynaklarının çıkarılması noktasında gerekli yasal düzenlemeler yapılması hedeflenmişti. Ayrıca köylerde yerel konseylerin kurulması, yargı reformu, basın reformu, kamu kurumlarında (sivil, askeri, yargısal) düzenlemeler de bu program dahilindeydi. Son olarak eğitim, kamu sağlığı ve iletişim alanında da gerekli reformları yapmak amaçlanmıştı.



Musaddık’a geniş yetkiler veren yasa Batı basınından ciddi eleştiriler almaktaydı. Örneğin New York Times’ta çıkan bir haberde Musaddık’a yönelik; ’’Hitler taktikleri uygulayarak bir darbe yürürlüğe koymak’’ suçlaması dile getiriliyordu. Musaddık bu eleştirilere karşı içeride birliği sağlamak amacıyla bu yasayı istediğini söyleyerek cevap vermekteydi.



Sonuçta yasama ve yürütme yetkilerini elde etmiş olan Başbakan Musaddık hızlı bir biçimde reform sürecini başlattı. Kasım ayında çıkarılan kararnameler ile hükümetin toprak reformu politikası yürürlüğe girdi. Buna göre tarım arazilerinden toprak sahiplerinin elde ettiği gelirin %20’si kesilecekti. Bu %20’nin, %10’u toprağı ekip biçen köylülere verilecek, %10’u ise kırsal alanlara yönelik geliştirme ve işbirliği fonuna devredilecekti. Kırsal konseylerin idaresi altında olan bu fon, kırsal alanda yapılacak geliştirmeler amacıyla kullanılacaktı. Diğer yandan toprak sahiplerinin köylülerden mevcut yasanın üzerinde herhangi bir aidat ya da hizmet talep etmesi yasaklanmaktaydı. Bununla birlikte köy kalkındırma programı ve sulama amaçlı baraj projeleri başlatıldı. Yargı alanında da çeşitli düzenlemeler gerçekleştirildi. Askeri mahkemelerinin yetkileri askeri alandaki meseleler ile sınırlandırılırken, özel mahkemeler ise tamamen kaldırıldı. Temyiz Mahkemesi feshedilerek yeniden yapılandırıldı. Benzer şekilde Disiplin Mahkemesi de feshedildi ve yeniden yapılandırıldı. Diğer yandan yargıçların istihdamı konusunda da kritik bir reform gerçekleştirildi.

Bu dönemde yapılan bir diğer reform seçim yasası üzerine oldu. Seçim reformu ile vekil sayısı 136’dan 172’ye çıkarıldı. Oylama süresi bir gün ile sınırlandırıldı. Oy kullanmak için okuryazar olma şartı getirildi. Kadınlara belediye seçimlerinde oy kullanma hakkı tanındı. Bütün bu düzenlemeler mecliste tartışmalara ve hükümete yönelik eleştirilere neden oldu. Eğitim alanında üniversitelerin özerkliği konusunda bir düzenleme gerçekleştirildi. 1934 yılında Tahran Üniversitesi’ne verilen ancak yürürlüğe girmeyen bir özerklik söz konusuydu. Musaddık yetkilerini de kullanarak çıkardığı kararname ile Tahran Üniversitesi’ne finansal özerkliğini verdi.

Kritik reformlardan birisi de orduya yönelik gerçekleştirilen reformlardı. Savaş Bakanlığının adı Savunma Bakanlığı olarak değiştirildi. Musaddık, mecliste savunma silahları satın alacağına dair ant içti ve Genelkurmay Başkanını tayin etti. Askeri bütçe %15 oranında kısıtlandı ve ordudaki 15.000 kişi jandarmaya kaydırıldı. Ordudan 15’i general olmak üzere toplamda 136 subay tasfiye edildi. Ordudaki terfi süreçlerini incelemek ve ordunun silah satın alma antlaşmalarındaki yolsuzlukları araştırmak amacıyla komisyonlar kuruldu. Diğer taraftan gizli servis bütçesinde de ciddi oranda bir kesinti yapıldı. Bu reformların yanında Musaddık yönetimi sarayın etkisini azaltmak adına da çeşitli adımlar atıyordu. Sarayın bütçesinin azaltılması, Şah’ın yabancı büyükelçiler ile görüşmesinin yasaklanması, Saray ile ilgili bakanlığa Şah karşıtı bir ismin getirilmesi, Şah’a ait arazilere el konulması ve Şah’a yakın yardım kuruluşlarının denetime tabi tutulması yapılan çalışmalar arasındaydı. Yine şahın siyasal açıdan etkin olan kız kardeşi Prenses Eşref Pehlevi’yi sürgüne gitmeye zorladı, sarayı “rüşvet, ihanet ve casusluk batağı” olarak kınayan gazetelerin kapatılmasına karşı çıktı. Böylece Musaddık hem İngiltere’yi hem de Şah’ı karşısına almış oldu.



Sonuçta Şah’ın iktidarının sınırlandırılması ile Saray’ın, orduda yapılan tasfiyeler bir kısım subayların, toprak reformları ile toprak sahiplerinin çıkarları zarar görmüştü. Bu adımlar yerleşik çıkar çevrelerine yönelik atılan adımlardı. Dolayısıyla bu adımların içeride ayrıcalıklı seçkinlerin Musaddık’a yönelik düşmanlığını arttırdığını söylemek mümkündür. Diğer yandan ekonomik ambargo dolayısıyla gerçekleşen ülkedeki işsizlik ve enflasyon artışı hükümeti zor durumda bırakıyordu. Bunun üzerine hükümetin fiyatları düşürmek adına piyasaya müdahale etmesi geleneksel İran Pazarı’nı kızdırdı. Ayrıca yapılan bazı reformların laik yönü (kadınlara oy hakkı verilmesi gibi) Milli Cephedeki Ulemayı rahatsız etmekteydi. Nihayetinde yaşanan bu gelişmeler Milli Cephe içerisindeki geleneksel (Ulema-Pazar) ve modern orta sınıfın arasının açılmasına sebep oldu. Yaşanan ayrışmalar Musaddık’ın 6 ay geçici süreyle kendisine verilen yetkileri uzatmak istemesiyle gün yüzüne çıktı. 8 Ocak 1953’te Musaddık kendisine verilen olağanüstü yetkilerin 1 yıl süreyle uzatılmasını meclisten talep etti. Aralarında Musaddık’ın destekçilerinin de olduğu çok sayıda vekil bu isteğe karşı çıktı. Ayrıca Ayetullah Kaşani’nin başını çektiği Ulema ve bunun yanında geleneksel Tahran Pazarı da bu talebi kabul etmediler. Kaşani bu geniş yetkilerin diktatörlük anlamına geleceğini, anayasaya aykırı olduğunu vurguladı ve İran’a gerçek demokrasinin ancak şeriatın hakkıyla uygulanmasıyla gelebileceğini belirtti. Ulema’dan bir başka isim ise hükümetin bakanlarını Kremlin’e çalışan ateistler olmakla suçlayarak değiştirilmelerini talep etti. Ancak bütün bu itirazlara rağmen tasarı 13 Ocak’ta meclisten geçti. Sonuç ise Musaddık’a olan desteğin azalması oldu. Yaşanan bu hadise sonrası Milli Cephe’de büyüyen çatlak ile birlikte vekillerin bir kısmı Cephe’den ayrılarak İslami Fraksiyon adıyla yeni bir grup kurdular. Musaddık, Milli Cephe içerisindeki geleneksel ve modern kanadın mücadelesinde seçimini modern çizgiden yana yapmıştı. Böylece geleneksel çizginin temsilciliğini yürüten üç grubun desteğini kaybetmiş oldu. Bu gruplar ise Müslüman Savaşçılar Toplumu, Fedayin-i İslam ve Emekçiler Partisi idi. Musaddık’ın elinde sadece modern çizgideki İran Partisi, Ulusal Parti ve Üçüncü Kuvvet adlı grup kalmıştı. Dolayısıyla yaşanan bu bölünme Musaddık’ı mecliste zayıflattı ve Musaddık’ın alt sınıflardaki desteğini kaybetmesine yol açtı.

ADIM ADIM 1953 İRAN DARBESİNE

1952 Temmuz Olayları sonrası Batı ile İran ilişkilerinde de önemli gelişmeler yaşandı. İngiltere ile mevcut gerginlik devam etmekteydi. Musaddık yönetiminin kararıyla Ekim ayında İngiltere ile diplomatik ilişkiler tamamen kesildi ve ardından ülkedeki İngiliz Elçilikleri kapatıldı. Bu noktada ABD’de Truman yönetimi devreye girerek Musaddık’ı ikna edebilmek adına son bir adım attı. Ekim ayının sonunda Birleşmiş Milletler toplantısı için ABD’ye giden Başbakan Musaddık burada toplantı öncesinde Amerikalı yetkililer ile görüştü. Başkan Truman ve diğer üst düzey yetkililer tarafından sıcak karşılanan Musaddık’a son bir teklif sunuldu. Amerikalılar İran petrolü için yapmış oldukları yeni planı Musaddık’a ilettiler. Plana göre, çeşitli petrol şirketlerinin bir araya gelmesiyle oluşan bir konsorsiyum aracılığıyla NIOC’dan petrol alınacak ve piyasalara aktarılacaktı. Bir başka deyişle, İran petrolleri konusunda bir ortaklık teklif ediliyordu. Ancak 1952’nin sonlarında Musaddık, ABD’nin bu teklifini reddetti. Özü aynı olan benzeri bir teklif darbe sonrası 1954 yılında Şah yönetimi tarafından kabul edilecekti.

1953’ün başından itibaren İran’da iç siyasette yaşanan gelişmelerin darbe amaçlayanların elini güçlendirdiği söylenebilir. Yukarıda sözü edilen Ocak 1953’te Musaddık’ın olağanüstü yetkilerini arttırmak istemesi ve devamında Milli Cephe koalisyonunda yaşanan çözülmeler sonrası içeride gerginlik giderek artmıştır. Şubat ayında gerginliği arttıran olaylar yaşandı. General Fazlullah Zahidi, ordudaki bazı subaylar ile temasa geçerek darbe hazırlığı yapmaktaydı. Hatta ABD yetkililerine, oğlu Ardeşir Zahidi aracılığıyla darbe yapmak üzere olduklarını iletti ve yeni kabine konusundaki planlarını paylaştı. Bu sıralarda Ebu Kasım liderliğindeki bir grup Bahtiyari Aşireti üyesi ve Emekli Subaylar Organizasyonu üyeleri Huzistan’daki askeri birliğe saldırı gerçekleştirdiler. Saldırı sonucu çok sayıda kayıp yaşandı. Musaddık yönetimi Zahidi ve diğerlerini tutuklayarak buna karşılık verdi. Tam bu noktada Şah’ın yurtdışı gezisine çıkacağını duyurması gerginliği daha da arttırdı. Kaşani ve Musaddık karşıtları tarafından organize edilen büyük bir grup kalabalık ve Zahidi yanlısı subaylar Şah’ın Sarayında toplanarak Musaddık’ın uzaklaştırılması talebiyle onun evine yürüdüler. Bu sırada Musaddık yanlısı kalabalık ile karşılaştılar. Burada şiddetli çatışmalar ve olaylar yaşandı. Ardından Musaddık kendisine sadık subaylar ve güvenlik güçleri ile olayları bastırdı ve düzeni sağladı. Şah ülkeden ayrılma kararını geri aldı. General Zahidi’nin tutukluluğu ise uzun sürmedi ve henüz 1 ayı geçmeden serbest bırakıldı. Zahidi’ye yönelik alınan bu kararın sebeplerine dair çeşitli görüşler ileri sürülmektedir. Meclis Başkanı Kaşani’nin yardımıyla kurtulduğunu ifade edenler olduğu gibi, hükümetin muhaliflere jest yapmak adına bu ismi serbest bıraktığını söyleyenler de mevcuttur. Her ne olursa olsun alınan bu karar sonraki süreçte Musaddık’ın kaderini etkileyen kritik bir adım olmuştur.



1953 İran darbesi genellikle İran’ın uluslararası komünizmden kurtulması için CIA ile ortaklaşa yürütülen bir girişim olarak gösterilmiştir. Oysa uluslararası petrol kartelini kurtarmak adına İngilizlerle Amerikalıların ortak çabasıdır. Kriz boyunca başlıca konu petrol üretiminin, dağıtımının ve satışının kim tarafından yapılacağıydı. Kamuya yapılan açıklamalarda “kontrol” sözcüğünden özenle kaçınılmış olsa da, gerek Londra gerek Washington’da yayımlanan gizli raporlardaki geçerli terim buydu. Londra açısından AIOC, İran’da dünyanın en büyük petrol rafinerisine sahip olmanın yanı sıra, ham petrolün ikinci büyük ihracatçısı ve dünyanın üçüncü büyük petrol rezervlerini elinde tutan bir kurumdu. Ayrıca İngiltere hazinesine 24 milyon Sterlinlik vergi ve 92 milyon Sterlin karşılığında dövizle katkıda bulunuyor, İngiliz donanmasının yakıt ihtiyacının yüzde 85’ini karşılıyor ve ALOC’nin dünya çapındaki yıllık karının yüzde 75’ini getiriyordu. Hoş, bunun çoğu Kuveyt, Irak ve Endonezya’daki petrol arama çalışmalarına ve İngiltere’deki hissedarlara gidiyordu. Washington açısından (bana göre Londra için de öyle) İran’ın kontrolünün pek çok bakımdan yıkıcı sonuçları olabilirdi. Yalnızca İngilizlere karşı doğrudan yapılan bir hamle olmakla kalmazdı. İpleri tümüyle İran’ın eline verirdi. Bu da özellikle Endonezya, Venezuela ve Irak’a emsal teşkil ederek onları aynısını yapmaya kışkırtabilir, böylelikle uluslararası petrol piyasasını batılı petrol şirketlerinin denetiminden alarak petrol üreten ülkelere kaydırabilirdi. Dolayısıyla batılı şirketlerin yanında Amerikan şirketleri de tehlikeye girer, aynı zamanda ABD kadar İngiltere hükümeti de zarar görürdü.

İngilizlerle Amerikalıların çıkarları ve stratejileri, zamanlama ve taktikleri kadar farklılık göstermiyordu. İngilizler en başından beri kararlılıkla ve ısrarla Musaddık’ın kontrol meselesinde asla ödün vermeyeceğini söylerken, Amerikalılar İran’ın kağıt üstünde devletleştirilmiş sanayisini koruyacağı, fakat uygulamada sanayi işletmesini AIOC ve batılı diğer şirketlerden oluşan bir konsorsiyuma devredeceği bir “uzlaşmaya” ikna etmek ya da oyuna getirmek için türlü yolları denemekten geri durmuyordu. Musaddık’la başa çıkmanın tek yolunun onu devirmek olduğunu savunan İngilizlerin görüşünün Washington tarafından kabul edilmesi 1952 Kasım ayına kadar sürdü. ABD’nin tutum değişikliğinin temel nedeni 1952 Kasım ayında yapılan ABD başkanlık seçimlerini Dwight Eisenhower’ın kazanmasıydı. Çünkü bir önceki başkan Harry Truman, Kore Savaşı ve Mc Charty’cilik yüzünden yeterince yıpranmış, başarısız bir darbe girişimi ile İran ile bağların tamamen kopması riskini göze alamamıştı.

Yeni başkanın beyin takımı, Musaddık konusunda Londra ile aynı görüşü paylaşıyordu. Özellikle de Eisenhower’ın Dışişleri Bakanı olarak kabineye alacağı John Foster Dulles ve CIA’nin başına getireceği Allen Dulles İngilizlerle tamamen paralel fikirlere sahipti.

Dwight Eisenhower daha yemin etmemişti ki, Tahran’dan kovulan MI6 ajanı Monthy Woodhouse elinde bir dosyayla Washington’a geldi. Bu sefer Amerikalıları hiç ilgilendirmeyen ‘’petrol sorunu’’ üzerinde konuşmadı. Sıkı bir antikomünist olan Einsenhower’ın yakın çalışma arkadaşlarına Musaddık’ın eğer devrilmezse İran’ın ekseninin Sovyetler Birliği’ne doğru kayacağını, komünist Tudeh Partisi’nin ordudaki adamlarıyla her an darbe yapabileceğini anlattı. Oysa gerçekte asıl sorun komünizm falan değildi. Çünkü Sovyetler Birliği, 1953 Şubat ayında ölen Stalin’in ardından kendi sorunlarıyla boğuşuyordu.



Başkan Eisenhower bir süre sonra Musaddık’ın devrilmesi gerektiğine ikna olmuştu. Ajax Operasyonunu gerçekleştirmek için Tahran’daki CIA merkezine 1 milyon dolar mali yardım gönderildi ve darbenin başrol oyuncusu olarak General Zahidi belirlendi.

AJAX OPERASYONU’NUN HAZIRLIK EVRESİ

Nisan ayının sonunda CIA ve MI6 ajanları darbe hazırlıkları için Kıbrıs’ın Lefkoşa kentinde bir araya geldi. Yıllar sonra adının “Ajax Operasyonu” (resmi adıyla TP-AJAX) olduğu ortaya çıkacak bu darbe planını uygulamaya koyacak isim oldukça tanınan birisiydi: Theodere Roosevelt’in torunu da olan CIA Ortadoğu Direktörü Kermit Roosevelt.



Her iki istihbarat da plana en kuvvetli kaynaklarını dahil etmişti, İngilizlerin İran içerisinde eskiye dayanan ve kapsamlı istihbarat ağları bulunmaktaydı. Bazıları otuz yıldan fazla süredir aralıklı olarak İran’da çalışmış Farsça bilen uzmanları vardı. İngilizlerin İran’da askeri kuvvetler içerisinde resmi olmayan bağlantıları da vardı. General Hasan Arfa, Tuğgeneral Timur Bahtiyar, Albay Hidayetullah Gilanşah ve hepsinden öte uzun yıllar Askeri İstihbarat Şefi olarak görev yapan Albay Hasan Akhavi bu isimler arasındaydı. Akhavi gibi bir ismin İngilizlere yakın olması İngilizlerin ordu ve subaylar ile ilgili bilgilere sahip olmasını kolaylaştırmaktaydı. Diğer yandan Amerikalılar da masaya kendi geniş büyükelçilik olanaklarını koydular. İran ordusunda ABD’li 123 askeri danışman bulunmaktaydı. Bu danışmanlar yakın tarihte ABD’de eğitim görmüş çoğu tank komutanı olan genç subaylar ve Tahran Pazarlarında, özellikle de Zurhane diye bilinen spor salonlarında kurulmuş gizli istihbarat ağları oluşturmuştu. İngiliz ve Amerikalıların İran’da ordu haricindeki alanlarda da çok sayıda işbirlikçisi vardı. Bürokrasi, siyaset ve saraya yakın çevrelerdeki dostları işlerini kolaylaştırmaktaydı. Bununla birlikte CIA’nın İran’da darbe öncesi sürecin hazırlanmasında BEDAMN kod adlı operasyonları oldukça kritikti. Bu operasyonlar çerçevesinde geniş çaplı propaganda faaliyetleri yapılmış ve ülke karışıklığa itilmeye çalışılmıştı. İngilizler ise zaten bu kampanyayı daha önceden başlatmışlardı. Musaddık’a yönelik olumsuz bir propaganda faaliyeti yürütmekteydiler. Bu çerçevede BBC’deki Farsça programların sayısı arttırılmış ve önde gelen İngiliz-Amerikan gazetelerine Musaddık yönetimine ilişkin çok sayıda olumsuz makale yerleştirilmişti. Bütün bu çalışmaların Musaddık yönetiminin itibarsızlaştırılmasına ve darbeye giden sürecin hazırlanmasına ciddi oranda katkıda bulunduğu da yadsınamaz bir gerçektir. Ayrıca Yıllar içerisinde MI6 siyasal eğilimleri, aile ilişkileri, meslekte izledikleri yol ve kişisel zaaflarıyla birlikte ordu içerisinde “kim kimdir” konusunda kapsamlı bir istihbarat toplamıştı. CIA bu tür bilgiler toplamaya tenezzül etmemişti, oysa böyle bir çalışmanın paha biçilmez olduğu belliydi.

Operasyonu yönetecek Kermit Roosevelt, Temmuz başında Beyrut üzerinden, Suriye ve Irak çöllerini aşarak İran’a ulaştı ve Tahran’da darbe hazırlıklarını yöneteceği villaya yerleşti. Onun varlığından İranlı yöneticilerin haberi yoktu. Birlikte çalıştığı Amerikalılar tarafından bile James Lockridge adıyla tanınıyordu.

Aslında darbenin kağıt üstündeki başı General Fazlullah Zahidi geleceğin başbakanı olmak üzere erken tarihli istifasını imzalayana dek, Şah’ın aklı bu plana yatmış sayılmazdı. Şah, Musaddık’ın yerine yeni bir potansiyel tehlike olabilecek bir general getirmek niyetinde değildi. Şah Muhammed Rıza, böyle bir kumpasın içine girmeyecek kadar çekingen ve korkaktı. Şahın ikna edilmesi gerekiyordu.

İlk denemeyi Musaddık tarafından sürgüne gönderilen Prenses Eşref yaptı. Gizlice ülkeye getirilen Prenses Eşref ne kadar dil döktüyse de şahı ikna etmeyi başaramadı. Sıra Kermit Roosevelt’in bizzat gidip şahı ikna etmesiydi. Roosevelt, Şah’ın gönderdiği bir arabanın arka koltuğunda bir battaniyenin arkasına saklanarak gece saraya girdi. Şahı Washington’un darbeyi, yapacağı geniş mali yardımla, durumu kurtaran bir petrol antlaşmasıyla ve monarşiyi koruyacağı güvencesiyle destekleyeceğine ikna etmeyi başardı. CIA görevlisi Roosevelt’in Şah’ı ikna etmesi ve Musaddık’ın azli konusunda kendisinden bir ferman temin edilmesiyle darbe için son hazırlıklar tamamlanmış oldu.

1 Temmuzda İngiltere Başbakanı Churchill, 11 Temmuz’da da ABD Başkanı Eisenhower’ın darbe planına onay vermesiyle Ajax Operasyonu başladı. Ancak daha evvel yapılması planlanan darbe çeşitli sebeplerden dolayı 15 Ağustos gecesine ertelendi.

AJAX OPERASYONU VE MUHAMMED MUSADDIK’IN DEVRİLMESİ

Ajax Operasyonu’nun ilk adımı 15 Ağustos 1953’te atıldı. Şah Rıza Pehlevi uzun zamandır yetkilerini hükümete bırakmak konusunda kendisini zorlayan Musaddık’ı görevinden aldığını ve ömür boyu ev hapsine mahkum ettiğini açıkladı. Fakat Musaddık kendisini teslim almaya gelen Şah’ın Muhafız Alayı Komutanı Albay Nasıri’yi ve beraberindeki askerleri tutuklatmış, Musaddık yanlıları da İran sokaklarına dökülerek eyleme başlamıştı. Sokak çatışmalarında yüzlerce insan ölmüş ve durumun kontrolden çıkması üzerine Şah Roma’ya kaçmak zorunda kalmıştı. Aslında hükümetin darbenin haberini daha önceden alması sebebiyle darbe bir şekilde bastırılmıştı. Muhbirin kim ya da kimler olduğu hiçbir zaman tespit edilemese de darbenin planlanan tarihte yapılamamasının böyle bir sonuca yol açtığı düşünülmektedir. Neticede Musaddık hükümeti 16 Ağustos gününde darbeyi bastırdı ve görünürde kontrolü sağlamayı başardı.

Ancak darbeciler tam anlamıyla vazgeçmiş değildi. Yeni bir darbe girişimi için subayları ikna etmeye çalıştılar. Kısa süre içerisinde başkentteki küçük askeri birlikleri teker teker ziyaret ederek komutanları para ve terfi karşılığında darbe girişimine destek vermeye ikna ettiler. Bu süreçte darbenin baş aktörü General Zahidi ise saklanmaktaydı. Aynı sırada sokaklarda tam bir kargaşa hakimdi. Darbenin bastırılması ve Şah’ın kaçmasıyla Tudeh Partisi destekçileri sokaklara döküldüler. Cumhuriyet talebinde bulunarak kraliyete ait heykelleri yıktılar. Bazı bölgelerde belediye binalarını ele geçirdiler. Musaddık bu noktada hayati bir karar aldı ve ordu ile polisi sokakları temizlemek üzere görevlendirdi. Bu karar hem Tudeh’in hükümetten uzaklaşmasına yol açtı hem de askerin tekrardan sokağa inmesine neden oldu.



Bu olaylar ışığında Darbenin başarısız olduğu aşikardı. 18 Ağustos 1953 tarihinde CIA merkezinden İran’daki istasyon şefine gönderilen belgede şöyle yazıyordu:

Operasyon denendi ve başarısız oldu. ABD’nin rolünü ortaya çıkaracak herhangi bir Musaddık karşıtı operasyona katılmamalıyız. Musaddık’a karşı yürütülen operasyon sona erdirilmelidir.

Fakat Kermit Roosevelt daha son kozunu oynamadığını düşündüğünden bu emri görmezden geldi. Musaddık’ın en büyük hatası ise darbenin bastırıldığını düşündüğü için daha fazla kan dökülmemesi adına taraftarlarını sokaklardan çekilmeye davet etmesi oldu.



28 Mordad (19 Ağustos) Ajax Operasyonu’nun ikinci aşaması başladı. Olasılıkla Şah yanlısı Ayetullah Behbehani ve Ayetullah Kaşani gibi vaizlerin kışkırtmasıyla, pazardaki spor salonlarında toplanan kalabalığın çıkardığı gürültü eşliğinde 32 sherman tankı Tahran’ın şehir merkezine girerek kilit noktaları sardı ve Musaddık’ın eviyle ana radyo istasyonunu koruyan üç tankla üç saat sürecek çatışmadan sonra Zahidi, Şah tarafından atanmış meşru yeni başbakan ilan edildi. Gözlemcilere göre, beş yüz kişilik “güruh” sivil giysiler içindeki iki bin kadar askeri personelin de katılmasıyla daha büyük bir kalabalık gibi gösterilmişti. Bu kritik süreçte Musaddık’ın güvenlik güçlerini Tudeh’in üzerine sürmesinin kendisinin yalnızlaşmasına neden olduğu ileri sürülmektedir. Geleneksel Pazarın bir bölümü ve Ulema ile zaten arası açıktı. Bu nedenle bu kesimlerin 19 Ağustos’ta darbe girişimi başladığında darbeye desteklerini açıkladıkları ifade edilmektedir. Tudeh Partisi her ne kadar darbeye destek olmasa da yukarıda ifade edilen gelişmeler sonrası takipçilerini Musaddık’a destek için sokağa davet etmemiştir. Milli Cephe’de yer almamasına rağmen Musaddık dönemindeki kritik anlarda hükümetin yanında yer alan Tudeh Partisinin de Musaddık’tan uzaklaşmasıyla darbenin başarıya ulaşmasının önünde hiçbir engel kalmamıştır. Dolayısıyla Sokaklarda Musaddık yanlıları da kalmadığından karşı koyacak kimse yoktu. Nihayetinde darbe gerçekleşmiş, ülke dışına çıkmış olan Şah geri dönmüştü.




Darbe gerçekleştikten sonra Musaddık askeri mahkemede "vatana ihanet" suçlamasıyla yargılanıp üç yıl hapis cezası almasına ve sonra ömür boyu ev hapsinde gözetim altında tutulmasına karar verildi. Musaddık, üç yıl hapiste kaldı, sonrasında da kendi köyü Ahmadabad'da ev hapsine tutulmaya başladı ve 1967 yılında göz hapsindeyken yaşamını yitirdi.

Bu noktada, 15 Temmuz darbe girişimi bastırıldıktan sonra halkı günlerce sokaklarda kalmaya devam etmesini söyleyen Tayyip Erdoğan’ın tarihten bir ders almış olduğunu söylemek pek tabi mümkündür.

1953 darbesi derin ve kalıcı bir miras bıraktı. Şah, Musaddık’ı yok etmişti, ama onun birçok yönden diğer büyük çağdaş ulusal kahramanları, Gandhi, Nasır ve Sukamo’yu andıran gizemli gücü bir daha onun yakasına bırakmayacaktı. Darbe, monarşinin meşruiyetini ciddi anlamda sarsmıştı, hele de cumhuriyetçiliğin alıp başını gittiği bir çağda. Bu darbe Şah’ı İngilizlerle, Anglo-Iranian Oil Company ve emperyalist güçlerle özdeşleştirmişti. Aynı zamanda ordu da aynı emperyalist güçlerle, özellikle CIA ve MI6 ile bir tutulmaktaydı. Amerikalılar da İngiltere’nin fırçasıyla karalanmıştı; İranlıların gözünde başlıca emperyalist güç artık yalnızca İngiltere değildi, onunla işbirliği yapan Amerika’da düşmandı. Halkın yüreğine ekilen bu tohumlarda ileride meyvesini verecekti.



Darbe, Milli Cepheyi ve Tudeh Partisini mahvetmişti. İkisi de toplu tutuklanmalar, örgütlerinin yıkılması, hatta liderlerinin idam edilmesiyle karşı karşıyaydı. Bu yıkım, sonunda dinci hareketin doğmasına zemin oluşturdu. Diğer bir deyişle, darbe milliyetçilik, sosyalizm ve liberalizmin yerine islam “köktendinciliğinin” konmasına yardım etmişti. Cumhuriyetçilik, milliyetçilik, tarafsızlık ve sosyalizm çağında Pehlevi monarşisi ayrılmaz ve kaçınılmaz bir biçimde emperyalizm, çokuluslu kapitalizm ve batıyla yakınlaşma anlamına geliyordu. Nitekim 1979 İran İslam Devrimi’nin asıl köklerinin 1953 yılına uzandığı pekala görülebilir.

AJAX OPERASYONU SONRASI YAŞANAN GELİŞMELER

1953 Darbesi birçok sonucu beraberinde getirmiştir. Bunlardan birisi İran petrolleri konusunda yapılan yeni düzenlemelerdir. Yeni İran hükümeti ile petrol şirketleri arasında yapılan pazarlıklar 1954 yılında tamamlandı. Antlaşma NIOC ile İran Konsorsiyumu olarak da bilinen yeni kurulmuş İran Petrolleri Katılım Şirketi (Iranian Oil Participants Ltd.) arasında yapıldı. Bu antlaşmaya göre kağıt üzerinde İran petrollerinin asıl sahibi AIOC idi. Ancak bu petrollerin işletilmesi ve uluslararası piyasalara aktarılması noktasında söz sahibi olan kesim İran Konsorsiyumuydu. Konsorsiyum hisselerinde İngiliz, Amerikan, Fransız ve Hollandalı petrol şirketleri belli oranlarda pay sahibiydi. Anlaşmaya göre Amerikan Gulf Oil, Socony Vacuum, Socal, Standard Oil of New Jersey ve Texaco konsorsiyumu %40’lık paya; İngiliz British Petrol %40’lık paya; İngiltere – Hollanda ortak konsorsiyumu olan Royal Dutch Shell %14 paya ve Fransız CFP %6’lık paya sahipti. Bununla birlikte petrolden elde edilecek karın %50-50 bölüşülmesi hususunda karar verildi. Ayrıca taraflar imtiyaz ile ilgili sonradan oluşabilecek sorunların uluslararası hakem yoluyla çözüleceği konusunda anlaşmaya vardılar.

1953 Darbesinin bir diğer sonucu İran üzerinde bıraktığı ciddi mirastır. Bu miras daha sonraki süreçte yaşanan siyasi gelişmeleri etkilemiştir. Darbe ile birlikte İran halkının gözünde Şah ve emperyalist güçler arasında bir bağ kuruldu. Bir başka deyişle, Şah demek artık CIA ve MI6 demekti. Benzeri şekilde İran ordusunun da bu güçler ile birlikte hareket ettiği düşüncesi yerleşti. Diğer yandan İran’da mevcut olan İngiliz karşıtlığının yanına ABD karşıtlığı da eklendi. Darbe öncesinde İranlılar, ABD’ye derin bir hayranlık duymaktaydı. Darbeden sonra ise bu hayranlık yerini hayal kırıklığına ve ardından düşmanlığa bıraktı. Siyasi meşruiyetini yitiren İran Şahı, ABD’ye yanaşarak iktidarını koruma çabası içerisine girdi. Bununla birlikte Şah bir daha benzeri bir olay yaşamamak adına içeride sertlik yanlısı politikalar izledi. İlk iş olarak tüm devlet gücüyle kendisine karşı hareket eden Milli Cephe ve Tudeh’e saldırdı. İki hareketin de örgütlenmesi dağıtıldı, liderleri ve üyeleri tutuklandı. Musaddık ve en yakın bakanları bu isimler arasındaydı. İlk aşamada 1200 kadar Tudeh’li tutuklanırken, bu sayı 1954’te 4000’e ulaşmıştı. Aynı dönemde orduda görev yapan 520 Tudeh’li de tutuklandı. Darbenin bu hareketlere yönelik baskısının 1979 Devriminin karakterini belirlediği söylenebilir. Seküler hareketlerin tasfiyesi sonrası siyasal alanda yalnızca İslamcılar kaldı. Şah’a karşı en güçlü muhalif olarak Ayetullah Ruhullah Humeyni ve taraftarları ön plana çıktı.

Aslında darbe öncesinde Şah-Ulema arasında bir bağ kurulmuştu. Kum Ulemasının önde gelen isimlerinden Ayetullah Burucerdi, Şah’ın krallığının korunması hususunda kendisine iyi dileklerini iletti. Şah buna Müslümanların iyiliği için çalışacağı cevabını verdi. Bir başka önde gelen isim Ayetullah Behbehani ise Tahran Pazarının ve tüccarların sorun çıkarmamak adına ikna edilmesi noktasında önemli rol oynadı. Darbe sonrasında Musaddık yönetimine sadık kalan din adamları olsa da bunlar azınlıkta kaldılar. Ancak bu işbirliği daha sonraki süreçte Şah’ın politikaları ile birlikte bozulacak, Ulema devrim öncesi en güçlü muhalif unsur olarak ön plana çıkacaktı.

Böylece Musaddık devrilmişti.

İran’ı bir molla devletinden Türkiye ve Atatürk devrimleri örnek alınarak modernleştirmeye çalışmak, kaçar hanedanından sonra başa gelen ve asker kökenli Rıza Pehlevi’nin rüyasıydı. Zaten Rıza Pehlevi dönemini “İran’ın Tanzimatı” olarak adlandırabiliriz.

Aslında Pehlevi, İran’ı bir Cumhuriyet yapmak istiyordu. Ancak rejim olarak Cumhuriyet hem Pehlevi’nin subay arkadaşlarının hem de İngilizlerin hem de var olan geleneksel monarşist İran düzeninin korunmasından yana mollaların çıkarına aykırıydı. Bu yüzden Pehlevi, rejimi tekrar monarşi olarak duyurdu ve İran’da militarist, laik, anti-komünist ve milliyetçi bir dönem olarak Pehlevi dönemi başlamış oldu. Cumhuriyetin en azından o dönem İran için bir hayal olduğunu kabullenen rıza Pehlevi, mollaları şeriat yasalarının korunacağına dair ikna etti ve zamanla bütün rakiplerini bir bir saf dışı bırakarak İran’ı gitgide tekeline aldı.



Rıza Pehlevi döneminde İran’da ilk yenilikler yapıldı. Medrese eğitimi sonlandı ve modern eğitim veren eğitim kurumları faaliyete geçti. Kılık kıyafet devrimi yapıldı, bu yeniliklere ilk karşı çıkan da mollalar olmuştu.

Hatta o dönemler tepki çeken bu yeniliklere karşı “okullar oğullarınızı kâfir, kızlarınızı fahişe yapmak için eğitiyor” sloganı dönemin popüler cümlelerindendi. Ancak Rıza Pehlevi’nin gücü üstün geldi ve Şii din adamlarının bir kısmı o dönemler yeraltına çekildi bir kısmı da Irak’taki Necef, Kerbela gibi Şii kentlerine kaçtı. İran ilk defa bu dönemde batıdaki harp okulları ve üniversitelerine öğrenci gönderdi. Bir diğer mesele, İran’ın milli kaynaklarının İngiliz şirketleri tekelinde bulunmasıydı. Rıza Pehlevi’nin ilk el attığı meselelerden biri de bu olmuştu.

Ordu yeniden teşkilatlandı ve batıdan gelen modern silahlarla teçhiz edildi.

İkinci Dünya Savaşında ise Hitler Stalingrad’a dayandığında İngilizler, Sovyetler’e İran üzerinden silah göndermek isteyince Rıza Pehlevi Almanlardan çekindiği ve Rusya’daki savaşın hala belirsiz olduğunu bildiği için İngilizlerin bu isteklerini reddetti. Sonra ne olduysa oldu ve Rıza Pehlevi tahttan indirilip (istifaya zorlanıp) yerine oğlu Muhammed Rıza Pehlevi geldi. Bu dönemde İngilizler güneyden Ruslar ise kuzeyden İran’ı işgal ettiler. Rıza Pehlevi ise sürgünde yalnız ve üzüntülü bir biçimde ve şahsi kanaatimce bunları hak etmeyerek öldü. Şahsi fikrim olmakla birlikte, ne yaptıysa İran için yapmıştı, ruhu şad olsun.

Aslında Pehlevi, İran’ı bir Cumhuriyet yapmak istiyordu. Ancak rejim olarak Cumhuriyet hem Pehlevi’nin subay arkadaşlarının hem de İngilizlerin hem de var olan geleneksel monarşist İran düzeninin korunmasından yana mollaların çıkarına aykırıydı. Bu yüzden Pehlevi, rejimi tekrar monarşi olarak duyurdu ve İran’da militarist, laik, anti-komünist ve milliyetçi bir dönem olarak Pehlevi dönemi başlamış oldu. Cumhuriyetin en azından o dönem İran için bir hayal olduğunu kabullenen rıza Pehlevi, mollaları şeriat yasalarının korunacağına dair ikna etti ve zamanla bütün rakiplerini bir bir saf dışı bırakarak İran’ı gitgide tekeline aldı.

Rıza Pehlevi döneminde İran’da ilk yenilikler yapıldı. Medrese eğitimi sonlandı ve modern eğitim veren eğitim kurumları faaliyete geçti. Kılık kıyafet devrimi yapıldı, bu yeniliklere ilk karşı çıkan da mollalar olmuştu.

Hatta o dönemler tepki çeken bu yeniliklere karşı “okullar oğullarınızı kâfir, kızlarınızı fahişe yapmak için eğitiyor” sloganı dönemin popüler cümlelerindendi. Ancak Rıza Pehlevi’nin gücü üstün geldi ve Şii din adamlarının bir kısmı o dönemler yeraltına çekildi bir kısmı da Irak’taki Necef, Kerbela gibi Şii kentlerine kaçtı. İran ilk defa bu dönemde batıdaki harp okulları ve üniversitelerine öğrenci gönderdi. Bir diğer mesele, İran’ın milli kaynaklarının İngiliz şirketleri tekelinde bulunmasıydı. Rıza Pehlevi’nin ilk el attığı meselelerden biri de bu olmuştu.

Ordu yeniden teşkilatlandı ve batıdan gelen modern silahlarla teçhiz edildi.

İkinci Dünya Savaşında ise Hitler Stalingrad’a dayandığında İngilizler, Sovyetler’e İran üzerinden silah göndermek isteyince Rıza Pehlevi Almanlardan çekindiği ve Rusya’daki savaşın hala belirsiz olduğunu bildiği için İngilizlerin bu isteklerini reddetti. Sonra ne olduysa oldu ve Rıza Pehlevi tahttan indirilip (istifaya zorlanıp) yerine oğlu Muhammed Rıza Pehlevi geldi. Bu dönemde İngilizler güneyden Ruslar ise kuzeyden İran’ı işgal ettiler. Rıza Pehlevi ise sürgünde yalnız ve üzüntülü bir biçimde ve şahsi kanaatimce bunları hak etmeyerek öldü. Şahsi fikrim olmakla birlikte, ne yaptıysa İran için yapmıştı, ruhu şad olsun.

Bu hayale ulaşması artan petrol gelirleri sayesinde oldu. Bu artışın bir nedeni, üretimin çoğaltılmasıydı: İran dünyanın dördüncü büyük petrol üreticisi, aynı zamanda dünyanın ikinci büyük petrol ihraç eden ülkesiydi artık. Bir başka neden ise 1954 konsorsiyum antlaşmasının İran'a kârdan yüzde 50 pay vermesiydi; ama en önemlisi Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü'nün (OPEC) 1973 Arap-İsrail Savaşı'nı fırsat bilerek uluslararası petrol fiyatlarını dört katına çıkarmasıydı. İran'ın 1954-55 yıllarında 34 milyon dolar olan petrol geliri 1973-74 döneminde 5 milyar dolara çıkmış, 1975-76'daysa 20 milyar dolara ulaşmıştı. Bu yirmi üç yıl boyunca İran'ın petrol girdisi 55 milyar doları aşıyordu. Ortalama bir yılda hükümetin gelirlerinin yüzde 60'ı ve döviz girdilerinin yüzde 70'i petrolle karşılanmaktaydı. İran tam anlamıyla bir petrol devleti ya da kimilerinin dediği gibi bir rant devleti haline gelmişti.

Pehlevi hanedanını ayakta tutan üç dayanaktan biri olan ordu, ayrıcalıklı muamele görmeye devam ediyordu. Şah Savunma Bakanlığı'nın adını yeniden savaş bakanlığı olarak değiştirmekle sivillerin askeri konulara karışma yetkisi olmadığını açıkça ortaya koyduğu yeni bir dönem başlatmıştı. 1954 ile 1977 arasında askeri bütçe 12 katına, yıllık bütçedeki payıysa yüzde 24'ten 35'e yükseldi.

Yıllık savunma bütçesi 1954 yılında 60 milyon dolarken 1973'te bu miktar 5,5 milyar, 1977'deyse 7,3 milyar dolardı. Asker sayısı 127.000'den 410.000'e çıkmıştı. 1977 yılında düzenli orduda 220.000, hava kuvvetlerinde 100.000, jandarmada 60.000, donanmada 25.000 asker fazlası bulunuyordu. Askeri bütçenin çoğu aşırı gelişkin silahlara harcanıyordu. Şahın babası Rıza Pehlevi’nin saltanatı sırasında batıdaki harp okullarına gönderdiği subaylar, Amerikan ordusunun talimnameleri, İran Silahlı Kuvvetleri’ndeki subayları da alanında yetkin bir hale getirmişti.

1975'te Şah’ın emrinde Basra Körfezi'nin en geniş donanması, Batı Asya'daki en büyük hava kuvvetleri ve dünyanın en büyük beşinci ordusu vardı. Ordusu 1.000 modern tank, 400 helikopter, 28 hoverkraft, 100 uzun menzili tank, 173 F4, 141 adet F5, 10 adet F14 savaş uçağı ve 10 adet boeing-707 nakliye uçağı ile donatılmıştı. ABD Kongresi tarafından hazırlanan raporda İran'ın askeri alımlarının "dünyada birinci sırada yer aldığı" tahmin edilmekteydi. İran, bu dönemde Ortadoğu’da en hızlı silahlanan ülkeydi.

Sanki bu kadarı yetmezmiş gibi şah, 1978'de 12 milyar dolarlık bir sipariş daha verdi. Bunlar İran'ı Basra Körfezi'nde olduğu kadar Hint Okyanusu'nda da güçlendirecek 160 F16, 80 F14, 209 F4, 3 destroyer ve 10 nükleer denizaltıydı. Ayrıca Batı Avrupalılarla nükleer tesis için sözleşmeler yapmıştı.

ABD kongre raporu şunları dile getiriyordu:

"İran'ın askeri harcamaları Avustralya, Endonezya, Pakistan, Güney Afrika ve Hindistan dahil Hint Okyanusu'nun en güçlü devletlerini geride bıraktı. Şah aynı zamanda 1994 yılına kadar 20 nükleer reaktör inşa etmek için yaklaşık 33 milyar dolar harcamayı planlıyordu. Eğer bunlar alman, Fransız ve Amerikan yardımıyla inşa edilirse, İran, Hint Okyanusu bölgesinin en büyük nükleer enerji üreticisi durumuna gelecekti."

Şah'ın askeri ilgisi silah alımlarıyla sınırlı değildi. Bütün askeri konularla yakından ilgilenirdi : eğitim, harekât, kışla ve subayların genel memnuniyeti. Onları yüksek maaş, emeklilik sigortası ve ek olanaklarla ödüllendirdi. Bunlara konforlu konutlar, yurtdışı gezileri, düzenli ikramiye, modern sağlık hizmetleri, indirimli alışveriş ve gayrimenkul bağışı da dahildi. Devlet görevlerini askeri üniformasıyla yerine getirir ; yüksek idari mevkilere subayları yerleştirir; binbaşı rütbesinin üstündeki bütün terfileri bizzat inceler ve 1953'ün o "kutsal günü" 19 Ağustos'ta ülkeyi kurtardıkları için (bkz: Ajax Operasyonu) subayları över dururdu. Her yıl 19 ağustos ulusal bayram olarak kutlanırdı. Ordu ile monarşi öyle iç içeydi ki, yabancı bir akademisyenle yaptığı bir röportaj sırasında şah, tıpkı babası gibi kendini farkında olmadan 14.Louis'nin "devlet benim - l'etat c'est moi" sözlerine referans olarak, "ordu benim." demişti.

Şah ayrıca askeri darbe olasılığını azaltacak şekilde önlemler de almıştı. Kişisel deneyimi ona geri plan kalmış albayların iş karıştırmasından korkması gerektiğini öğretmişti. İstihbarat başkanlarıyla gizli servis yetkililerinin birbirleriyle doğrudan haberleşmesini yasakladı. Bütün haberleşmeler saray aracılığıyla yürütülürdü. Kilit askeri mevkilere aile üyeleriyle aileden subayları getirmişti.

Neden 14.Louis ve Şahla alakası ne?

Kral 14.Louis, "L'etat C'est Moi-devlet benim." sözü, genellikle Fransa'nın bu dönemde kralın mutlak monarşisine bir referans olarak gösterilir. Kral Louis, şahla benzer şekilde Fransa'yı modernleştiren kişiydi. Düşünürleri maaşa bağlaması, ekonomik alanda yaptığı reformların yanı sıra bu dönem Fransızların fikir dünyasında büyük gelişmeler yaşanmıştı. Keza kral Louis, düşünce dünyasını geliştirmek adına bu konuda ilerlemelerin önünü açmıştı. Şah da Louis'den geri kalmayacak biçimde mutlak olarak gücü elinde bulunduruyordu.



Ki, "Güneş Kral" olarak anılan kral Louis, Versay Sarayını yaptırdığında kendi odasını sarayın tam merkezine koymuştu. Şah da kendisini devletin merkezine koyan kişiydi.

Ancak 1978-79 döneminde bu durum korkunç sonuçlar doğuracaktı. Şah, Saray Muhafızları’nı genişleterek iyi eğitilmiş asker sayısını 8000'e çıkardı; ülkenin seçkinlerine bekçilik etmek için kurduğu Saray Teftiş Kurulu'nun başına çocukluk arkadaşı General Farduz'u getirdi; düzenli ordunun haber alma şubesi J2 Bürosu’nu canlandırdı; 1957'de yeni bir istihbarat servisi kurdu. Farsça kısaltmasıyla bilinen SAVAK, öyle büyüdü ki, sonunda 5000 düzenli ajanı ve sayısı bilinmeyen yarı zamanlı muhbiri olan bir örgüt haline geldi. Kimilerine göre her 400 erkekten biri savak muhbiriydi. Yakın arkadaşlarından bir başka generalin, Nematullah Nasıri'nin uzun süre başkanlık ettiği savak, yüksek rütbeli subaylar dahil bütün İranlıları göz hapsinde tutma, basına sansür uygulama, resmi dairelere iş başvurusu yapanlar, hatta üniversitelere atananlar hakkında inceleme yapma ve siyasal muhalifleri alt etmek üzere işkence ve idam cezası uygulama dahil her türlü yola başvurma yetkisine sahipti. Çok geçmeden şah, aydınların "19. yüzyılın Avrupalı sosyal filozofu" diye söz ettikleri Marx'ın adını ağızlarına almalarının yasak olduğu, Orwell'in 1984'ü gibi bir İran oluşturmuştu. Bir İngiliz gazetecinin sözleriyle, SAVAK, Şah'ın "gözü ve kulağı, gerektiğinde de demir yumruğuydu." savak başkanı (kağıt üstünde Başbakan'a bağlı olsa da) ve Şah her sabah gizlice toplantı yaparlardı.



tanınmış yazar ve dönemin abd tahran büyükelçisinin yeğeni Frances Fitzgerald, 1974 tarihli "Şah'a istediği her şeyi vermek" başlıklı bir makalede durumu şöyle aktarır :

"Her otelin lobisinde, hükümetin her bakanlığında ve her üniversitede SAVAK ajanı var. SAVAK'ın vilayetlerde siyasal haber alma servisi bulunur, yurtdışında da her iranlı öğrenci hakkında dosya tutulur. eğitimli İranlılar yakın arkadaş çevreleri dışında kimseye güvenmezler. başka herkes SAVAK'ın adamı gibi gelir onlara. savak faaliyetleri hakkında hiçbir bilgi vermeyerek bu korkuyu daha da şiddetlendirmektedir. İran'da insanlar yok olur. ortadan kaybolduklarına dair rapor tutulmaz... şah ülkede siyasal mahkum olmadığını söylüyor (komünistler, diye açıklıyor, siyasal tutuklu değil, adi suçlulardır.) Uluslararası Af Örgütü bunların sayısının 20.000 dolaylarında olduğunu tahmin etmektedir."

Şahın devlet bürokrasisini genişletmesi de bir o kadar etkileyiciydi. Bu yıllarda yeni kurulan enerji, çalışma, sosyal yardım, köy işleri, yükseköğretim, kültür ve sanat, turizm ile konut ve şehirleşme bakanlıkları dahil, dört dörtlük bakanlık sayısı ondan yirmiye çıkmıştı. 1975 yılında devletin istihdam ettiği 304.000 kadar memurun yanı sıra bir milyon kadar emekçi çalışmaktaydı dini vakıflarla birlikte planlama ve Bütçe Teşkilatını denetleyen başbakanlık 24.000 memur istihdam ediyordu. eğitim ve yükseköğretim bakanlıklarında 515.000 kişi çalışıyordu. Bunlar 26.000 ilk öğretim kurumunu, 1.850 ortaöğretim kurumunu, 750 meslek okulunu ve 13 üniversiteyi idare ediyorlardı. 21.000 memurun istihdam edildiği içişleri bakanlığı ülkenin idari haritasını yeniden çizerek 10 olan vilayet sayısını 23'e çıkarmış, bunları da 400 idari bölgeye ayırarak başlarına merkezden atanan birer belediye başkanı, köy muhtarı ya da köy meclisi getirmişti. Tarihte ilk kez devletin kolu yalnızca şehirlerle kasabalara uzanmakla kalmıyor, aynı zamanda ücra köylerle mezralara da erişiyordu. 1977 yılına gelindiğinde devlet, her iki tam kadrolu çalışanından birine doğrudan maaş ödemekteydi.

Ayrıca devletin mali açıdan dolaylı olarak desteklediği yarı resmî kurumlar da vardı: Merkez Bankası, Sanayi ve Maden Kalkınma Bankası, Ulusal İran Radyosu ve Televizyon Kurumu, Ulusal İran Petrol Şirketi ve Ulusal Sinema Şirketi. 1970'lerin ortasında devlet yılda elli uzun metrajlı filmin yapımcılığını üstlenerek, artan popüler sinema talebini karşılamaya çalışıyordu. Bu filmlerin çoğu Hint Bollywood sinemasıyla rekabet etse de, başta Gav ve Tengsir olmak üzere birkaç tanesi sosyal içerikliydi ve aydınlar çevresinde birden ilgi odağı olmuştu. Radikal oyun yazarı Gulam Hüseyin Saidi'nin kısa öyküsünden uyarlanan Gav, köy yoksulluğunu anlatıyordu. 1940'larda o dönemde TUDEH sempatizanı olan Sadık Çubek tarafından kaleme alınmış Tengsir, yerel din adamları, tefeciler ve devlet görevlileri tarafından malına mülküne el konan ve maruz kaldığı haksızlıkları düzeltmek adına silaha sarılan bir köylünün kahramanca mücadelesini tasvir ediyordu. Güneydeki Tengsir bölgesi Birinci Dünya Savaşı'nda Britanyalıların başına bela olmasıyla ünlüydü. Sonraki yıllarda önde gelen bir film yapımcısı, bu dönemde yapılmış en iyi filmlerin nasıl olup da devlet tarafından finanse edildiği sorusuna verdiği yanıtta, film yapımcılarının entelektüel olarak toplumsal gerçekçilik ve toplumsal eleştiri içeren sanat üretme sorumluğunu taşıdıklarından söz etmişti.

Devletin üçüncü dayanağı olan saray patronaj sistemi de eşit ölçüde çarpıcı bir şekilde büyümüştü. Önceden şaha ait olan arazilerin ulus adına idaresi, 1958'de vergiden muaf bir yardım derneği olarak kurulan Pehlevi Vakfı'na verilmişti. Vakıf daha sonra tahttaki şaha ait gayrimenkullerin büyük bölümüyle birlikte şirket yönetim kurullarında hizmet ettikleri için çoğu yüksek komisyonlar alan şahin ailesinden altmış dört kişinin varlıklarını emanete aldı. Yıllık petrol gelirlerinde hatırı sayılır miktarlar hortumlamaya başladıktan sonra vakıf daha da büyüdü. Doruğa çıktığı günlerde Pehlevi Vakfı'nın elinde değeri 3 milyar dolardan fazla olan varlık, buna ek olarak madencilik, inşaat, otomobil üretimi, metal işleri, teknik tarım, gıda işleme, bankacılık, sigorta ve turizm (kumarhane, müzikhol ve büyük otelcilik) gibi çeşitli alanlarda faaliyet gösteren 207 şirketin hisseleri bulunuyordu. Aynı zamanda Krupp ve General Electric gibi uluslararası şirketlerde de hisseleri vardı. Şahın kişisel portföyünün 1 milyar doları aştığı tahmin edilmekteydi. Şah ailesinin toplam varlıklarının 20 milyar doları aştığı sanılıyordu. 1979 yılında New York Times gazetesinde yayımlanan bir haber, "yardım faaliyetlerinin ardında vakfın üç türlü kullanıldığı görülmektedir: şah ailesine fon sağlamak, ekonomide denetim kurmak ve rejim yandaşlarını ödüllendirme aracı olmak." ülke içindeki muhalefet ise vakfı, kolları ekonomik faaliyetin her alanına uzanan dev bir ahtapot olarak tarif ediyordu.

Şah kabineye ve parlamentoya kendi adamlarını doldurmak için orduyu, bürokrasiyi ve saray patronaj sistemini kullanırdı. Anayasayı değiştirerek kendini başbakanları atamaya yetkili kılmıştı. Aynı zamanda Meclis'i genişleterek mebus sayısını 200'e, dönemini de dört tam yıla çıkarmıştı. 1953 ile 1977 yılları arasında kabinenin başında bulunan sekiz kişi arasından ikisi dışında hepsi onun kişisel tercihleriydi. O iki kişi de General Zahidi İle Ali Emini'ydi. CIA ve Mİ6 tarafından darbe için seçilen Zahidi, yirmi ay geçtikten sonra görevden alındı, hem de oğlu, şahın tek kızıyla evli olmasına rağmen. Şah zimmetine büyük miktarlarda para geçirdiği söylentisini yaydıktan sonra, onu İsviçre’ye yollamıştı. Britanya büyükelçisinin raporunda, Şah’ın anayasa teamüllerini yıkmak ve parlamentonun tatilde olduğu sırada Zahidi'yi görevden alarak "kimin sözünün geçtiğini göstermek" istediği belirtilmişti. Şah bunu ikinci kez açıklığa kavuşturmak için, haftalık kabine toplantılarına başkanlık edeceğini duyurdu. Aştiyani ailesinin liberal çocuğu emini toprak reformunu başlatacağı umuduyla Kennedy yönetimi tarafından şaha yutturulmuştu. Gelgelelim, askeri bütçede kısıntıya gitmeye kalkınca görevden uzaklaştırıldı, Emini'nin bakanlarından bazıları da şah tarafından zimmetine para geçirmekle suçlandı.

Diğer altı başbakan da şahin adaylarıydı. Çoğu, mesleki hayatlarını Pehlevi hanedanlığına bağlamış, seçkin ailelerden gelen ve Avrupa'da öğrenim görmüş genç devlet memurlarıydı. Emir Hüseyin Alâ (muinü'l-vezir) İran'ın ortasında büyük arazi sahibi köklü bir aileden geliyordu. Babası Alâ Sultani, Britanya'da Nasreddin Şah'ın temsilciliğini yapmıştı. Kendi de Westminster Okulu'nda okumuş, diplomatik görevlerde bulunmuş ve 1950 yılında saray bakanı, 1951'de Musaddık'ın seçilmesinden önce de ara dönemin Başbakan'ı olarak hizmet etmişti. Britanyalıların raporunda Alâ için "şahın erdemlerini fazlasıyla abartma eğilimi göstermekte ve onun ülkeye babası gibi hükmetme emellerine gem vurma konusunda pek bir şey yapmamaktadır" deniyordu. Karısı son kaçar naibinin kızı, aynı zamanda peçesini çıkaran ilk İranlı kadınlardan biriydi. İkbal Manuçer, hastane idaresinden hükümet hizmetine geçen Fransız eğitimi almış bir doktordu. Musaddık tarafından Azerbaycan valiliği görevinden alınmıştı. Kızı Şah'ın üvey kardeşlerinden biriyle evliydi. Cafer Şerif İmami, 2.dünya savaşı sırasında Britanyalıların tutukladığı, Almanya'da okumuş bir demiryolu mühendisiydi. Ömrünün çoğu devlet hizmetinde geçmişti. On beş yıl boyunca senato başkanı ve Pehlevi Vakfı'nın başkan yardımcısı olarak karlı sözleşmelere imza attığı için, "bay yüzde beş" adını almıştı. Esadullah alam "bataklık prensleri" diye bilinen ünlü Beluci ailesinden gelirdi. Şirazlı Kevamü'l-Mülk'ün kızıyla evliydi. Saraya girmeden önce kirman ve Belucistan Valisi olarak görev yapmıştı. Şah ile kişisel bir dostluğu olan alam, Paris'ten getirttiği eskort kadınları onunla paylaşırdı. Hasan Ali Mansur ise müttefik işgali sırasında başbakan olan Ali Mansur'un oğluydu. Fransa'da öğrenim görmüş olan genç Mansur, ömrü boyunca devlet hizmetinde bulunmuştu. Kendini "Şah Hazretleri'nin Kulu" olarak gördüğünden Meclis'teki mebuslara hakkında ne düşündüklerini umursamadığını söylemekle ün salmıştı. 1965'te Fedaiyan-i İslam örgütünün eski üyeleri tarafından düzenlenen suikastta öldü.

Mansur'un halefi Emir Abbas Hüveyda onun hem arkadaşı hem de kayınbiraderiydi. Kendi de devlet memurlarıyla dolu bir aileden gelen ve tam on iki yıl görevde kalan hüveyda, modern İran tarihinin en uzun süre görev yapan başbakanıydı. Şah ile Fransızca ve İngilizce konuşmayı yeğlerdi. Dedesi Babi olduğu için onu gizli bir Bahai olmakla suçlayan dini muhalefetin hedef tahtası haline geldi. Şahın "yeni adamlarından" biri olmakla övünürdü. Yabancı bir diplomatın sözleriyle, Şah gerek Hüveyda'ya gerekse diğer bakanlara "ayak işlerine bakan çocuklar" gibi davranır, onlar da buna bayılırlardı. Her yıl Nevruz zamanı Şah’ın sarayına kalabalık bir maiyet toplanır ve yüksek mevkideki kimseler Şah’ın önünde eğilerek selam verirken, ellerini mahrem yerlerine tutarlardı. Kimine göre bu jest, vezirlerin sarayda köle olduğu ve efendileri tarafından hadım edilebilecekleri günlerden kalma bir âdetti.



Bütün bu saydığımız başbakanlar kendi nüfuzlarıyla kabine ve parlamento üyelerini öyle kuşatırlardı ki, diğerlerinin mühür vurmaktan başka bir işleri kalmazdı. Başbakanlar gibi bakanların çoğu da batı eğitimi almış genç memurlardı. Aynı şekilde senatörlerle Meclis'teki mebusların çoğu serbest meslek sahibi ve devlet memuruydu, aralarında şahın liderliğine biat etmeye hazır küçük bir toprak sahipleri grubu da vardı. Bu dönemde meclis uzun yıllar boyunca başlıca iki kanada bölünmüştü:

İkbal'in başında bulunduğu çoğunluk, önce Ulusal (Milliyun) Parti'yi, arkasından da Mansur ile Hüveyda'nın yeni İran (İran Nevin) Partisi'ni; azınlıktaki kanatsa Alam'in Halk (Merdüm) Partisi'ni oluşturuyordu.

SAVAK'ın da yardımıyla şah, mebusların hangi partiye bağlı olduklarını belirledi. Bu iki partinin dönüşümlü olarak Şah’ın partileri olarak ün salması şaşırtıcı olmasa gerek.

1961 yılında Amerikalı bir yazarın onun adına kaleme aldığı Mission For My Country (vatanım için yaptıklarım) adlı anılarında Şah, çok partili sisteme sonuna dek bağlı olduğunu,

"Meşruti hükümdar değil de diktatör olsaydım o zaman Hitler'in kurduğu ya da bugün komünist ülkelerde görülen tek bir partinin hakimiyetini desteklerdim. Fakat meşruti türden hükümdar olarak, geniş çaplı parti faaliyetini tek parti düzeninin veya tek partili devletin deli gömleğine yeğ tutuyorum."

Bu yıllarda şah kendini, oldukça "geleneksel bir toplumu modernleştirmeye" kararlı, gerçek bir "demokrat" olarak tanıtmaktan hoşlanırdı.

SOSYAL DÖNÜŞÜMLER (1953-77)

Şah yeni kazandığı gücünü toplumun geniş kesimlerine değişiklikler getirebilmek için kullanıyordu. Önce babasının başlattığı işleri tamamlamak üzere hazırlanan mütevazı programları uygulamaya soktu. 1963 yılından sonra da tabandan gelebilecek Kızıl Devrim'le rekabet etmek ve içini boşaltmak üzere tasarlandığı belli olan Beyaz Devrim'i başlattı. Yalnızca kendine değil, yeni evlendiği eşi Farah Diba'ya da yaptırdığı milyonlarca dolar değerindeki tacı, şatafatlı bir törenle takarak babasını da geride bırakmıştı. İkinci karısı Süreyya'dan ona bir veliaht veremediği için boşanmıştı, tıpkı Napoleon’un çok sevdiği eşi Josephine’den boşandığı gibi.



Farah'a Sasaniler’den kalma bir unvan olan Şahbanu (Hanım Şah) adı verildi. Şah, bu önemli günün anısına Tahran'ın ana batı kapısına aslında Aryamihr Şah'ı hatırlatmak amacını taşıyan Şahyad Anıtı'nı yaptırdı. Bununla da yetinmeyip petrol gelirlerindeki patlamayı fırsat bilerek, yeni büyük uygarlığını daha da büyük bir tantanayla duyurdu. İran'ın büyük uygarlığın eşiğinde olduğunu, Ahameniş, Sasani ve Part İmparatorlukları dahil geçmiştekinden çok daha şanlı bir gelecek yaşayacağını, yaşam standardının kısa sürede Avrupa'dakini geride bırakacağını, hem kapitalizmden hem de komünizmden daha üstün bir yaşam biçimi süreceğini, bir kuşak sonra ABD, Sovyetler Birliği, Japonya ve Çin'in ardından dünyanın beşinci büyük ülkesi olacağını ilan etti. Şah ayrıca, yeteri kadar çalışmadıkları, petrol için yeterli ödeme yapmadıkları, değerli kaynakları korumadıkları, gençlerine toplumsal sorumluluğun erdemlerini öğretmeyip onları disiplin altına almayarak dönemin popüler filmi otomatik Portakal'daki gibi insan-canavarlar yetiştirdikleri konusunda batılılara söylevler çekmekten de geri kalmadı. Batılılar buna karşılık şahın "Napoleon gibi büyüklük kuruntusuna" kapılarak bir "megaloman" haline geldiğini söylemekte gecikmediler. Washington'da bir maliye bakanı şahı "kaçık" diye tanımlıyordu.



Devam edecek olursak,

Toprak reformu Beyaz Devrim'in en önemli parçasıydı. Şah, 1962'de başbakan emini tarafından başlatılan toprak reformunu 1963'te benimseyip en önemli başarısı olarak tanıttı. Emini'nin hazırladığı program toprak sahipliğini tek bir köyle sınırlıyordu. Arazi fazlası kiracılık hakları olan ortakçılara aktarılacaktı. Programın sulandırılmış versiyonuysa toprak sahiplerinin köy mülkiyetlerini yakın akrabalarına geçirmesine, ayrıca kendilerine meyve bahçeleri, ormanlık arazi, fidanlık, mekanize çiftlik ve teknik tarım alanları saklamalarına izin veriyordu. Dini kurumlar da uzun süredir onlara ait olan vakıfları ellerinde tutabilirlerdi. Ne kadar sulandırılmış olsa da toprak reformu amacına ulaşmış, Pehlevi ailesi dahil bazı büyük toprak sahipleri başarılı ticari çiftçilere dönüşmenin yolunu bulmuşlar, ama bu arada âyan saltanatı da sarsılmıştı.


Toprak reformuyla birlikte feodal, âyan, eşraf ve umde-i malik (büyük toprak ağaları) gibi terimler işlevini yitirmişti. Onun yerine kırsal kesimdeki topraklar, her biri 200 hektardan fazla toprağa sahip 1.300 ticari işletme, çoğu başka yerde ikamet edip arazileri 10 ilâ 200 hektar arasında olan 640.000 kadar toprak sahibi, çoğu kiracılık hakkına sahip eski ortakçılar olan ve arazileri 10 hektardan küçük 1.200.000 aile ve hepsi kiracı olmayan köylülerden oluşan 700.000 çiftlik işçisi arasında paylaşıldı.


Çoğu bölgelerde ayakta kalabilmek için en az 10 hektarlık toprak gerektiğinden, küçük arazi sahiplerinin durumu topraksız rençperlerden daha iyi değildi. Köylülerin toprak sahibi olmak için Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı'nın idaresindeki köy kooperatiflerine üye olmaları gerekiyordu. Kimi yerlerde hükümet sağlık ocakları ve okuma yazma kursları açıyordu. İran’da zamanında “Buyer Ahmedi” isminde bir aileyi ziyaret eden Avrupalı bir antropolog,

"Son on yılda ulaşılan merkezileşmenin düzeyi şaşkınlık uyandırıyor. Hükümet artık günlük yaşamın her yönüne gerçekten ilgi göstermekte. Artık devlet toprağı ekinleri gübreletiyor, para karşılığı kiraya veriyor, meyveleri ilaçlatıyor, hayvanları besliyor, arı kovanları kurduruyor, halı dokutuyor, mal üretimi ve bebek doğumları, nüfus denetimi, kadın örgütlenmeleri, din eğitimi, hepsi devlet eliyle yapılıyor.” demişti. Dahası göçebe nüfus giderek azaldıkça,

İran'a sosyal mozaik görünümü kazandırmış ufak çaplı aşiretler de unutulup gidiyorlardı. İlhan ve İlbey gibi tire ve taife terimleri de anlamını yitirmişti. Bunlar artık yalnızca mazide kalmış anlaşılmaz bir çağı çağrıştıran belirsiz "oryantalist" imgelerdi Şah'a göre.

Toprak reformu kırsal kesimi değiştirirken, planlama ve bütçe teşkilatı tarafından hazırlanan beş yıllık planlar da ufak çaplı sanayi devrimini getirdi. Liman hizmetleri iyileşiyor, Tahran'ı Meşhed, Tebriz ve İsfahan'a bağlayan Trans-İran demiryolu genişliyor, tahran ve vilayet başkentleri arasındaki anayollar asfaltlanıyordu. Petrokimya tesislerine, petrol rafinerilerine, şah ailesi üyelerinin adları verilen hidroelektrik barajlarına, Ahvaz'daki ve Sovyetler tarafından inşa edilen İsfahan'daki çelik fabrikalarına ve Sovyetler Birliği'ne uzanan doğalgaz boru hattına mali yardım yapılıyordu. Devlet aynı zamanda tüketim sanayilerini korumak için, hem gümrük duvarlarını yükselterek hem de düşük faizli kredileri sanayi ve madencilik kalkınma bankası kanalıyla sarayın gözüne girmiş işadamlarına aktararak özel sektörü destekliyordu. Beyatlar, mukaddemler, davalılar, Avşarlar, Karagözlüler, İsfendiyariler ve Fermanfermalar gibi eskiden arazi sahibi olan İranlı aileler, şimdi kapitalist girişimcilere dönüşmüştü. Le Monde Gazetesinin bir haberinde, Şah'ın, 19.yy başlarındaki Fransa kralları gibi girişimcileri "zenginleşmeye" özendirdiği, onlara düşük faizli krediler yağdırdığı, vergiden muaf tuttuğu ve yabancı rekabete karşı koruduğu söylenmişti. 1953 ile 1975 arasında küçük fabrikaların sayısı 1500'den 7000'e ; orta ölçekli fabrika miktarı ise 300'den 800'e çıktı; 500'den fazla işçi çalıştıran büyük fabrikaların sayısı ise 100'den 150'ye yükseldi. Bunların arasında tahran, İsfahan, Şiraz, Tebriz, Ahvaz, Arak ve Kirmanşah'taki tekstil, imalat makinesi ve oto montaj tesisleri de vardı. Daha küçük tesisler giyim, gıda işleme, meşrubat, çimento, tuğla, fayans, kağıt ve ev aletleri alanlarına odaklanmışlardı. rejimin vitrine koymaya değer gördüğü parçalarıysa Huzistan'daki Dezful Barajı, İsfahan'daki çelik fabrikaları ve Buşir'deki nükleer tesisti. Ana üretim rakamları bu sanayi devriminin boyutlarını göstermektedir.

Devlet, sosyal programların hayata geçirilmesi için de bastırıyordu. Beyaz Devrim'in başlamasıyla birlikte eğitim kurumlarının sayısı üçe katlanmıştı. Çocuk yuvalarına kaydolanların sayısı 13.300'den 221.900'e, ilkokula kaydolanlar 1.640.000'den 4.080.000'e, ortaöğretim okullarındakiler 370.000'den 741.000'e, meslek okullarına kayıt yaptıranlar 14.240'tan 227.000'e, üniversiteye girenler 24.885'ten 145.210'a, yurtdışındaki üniversitelere kaydolanlarsa 18.000'den 80.000'e çıkmıştı. Bundan başka Beyaz Devrim'in ayrılmaz bir başka parçasının da Küba'daki uygulamayı örnek alan okuma yazma ordusu olduğu ilan edildi. Bu sayede okuma yazma oranı yüzde 26'dan 42'ye yükseldi. Sağlık programlarıyla 4.000 olan doktor sayısı 12.750'ye, 1.969 olan hemşire sayısı 4.105'e, klinikler 700'den 2.800'e, hastanelerdeki yatak sayısıysa 24.100'den 48.000'e çıktı. Açlık ve salgın çocuk hastalıklarının da kaldırılmasıyla birlikte bu iyileşmelerin ardından 1956 yılında yapılan ilk genel nüfus sayımında 18.954.706 olan genel nüfus artarak 1976'da 33.491.000'e ulaşmıştı. Devrimin hemen öncesinde nüfusun neredeyse yarısı on altı yaşın altındaydı. Beyaz devrim kadın sorunlarını da içeriyordu. Kadınlara seçme ve seçilme hakkı, yargıda önce avukat sonra da yargıç olarak görev yapma hakkı tanındı. 1967 aile koruma yasası boşanma, çokeşlilik ve çocuk velayetini alma gibi konular da erkeklerin haklarına kısıtlamalar getiriyordu.

Ayrıca şah, kadınların evlenme yaşını da on beşe çıkarmıştı. Peçe hepten yasaklanmadıysa da kamu kurumlarına peçeyle girilmesi hoş karşılanmıyordu. Buna ek olarak okuma yazma ve sağlık ordusu eğitim ve sağlık hizmetlerini yaygınlaştırmaya yönelik özel şubeler de açtı. Bunların başında kadınları doğum kontrolü hakkında bilgilendirecek kuruluşlar geliyordu.

Yaşanan bu değişiklikler karmaşık bir sınıf yapısını beraberinde getirdi. En tepede Pehlevi hanedanlığıyla bağlantılı dar bir aile çevresinden oluşmuş, bizzat şah ailesini, üst düzey politikacılarla hükümet görevlilerini, ordu subaylarını, sarayla ilişkili girişimcileri, sanayicileri ve ticari çiftçileri kapsayan üst tabaka vardı. Bazıları köklü ailelerden geliyordu, diğerleri de sarayla ilişkiler kurarak servet sahibi olmuş kimselerdi. Kimileri de evlilik yoluyla seçkin ailelerle akraba olmuşlardı. Hepsi birlikte sigorta, bankacılık, imalat ve şehir planlaması sektöründe faaliyet gösteren büyük firmaların yüzde 85'ine sahiptiler.

Büyük çoğunluk Şii ailelerden olmakla birlikte, aralarında Bahailerle yakınlığı olanlar ve gizlice mason localarına üye olmuşlar da bulunuyordu. Buysa İran'ın perde arkasında masonlar aracılığıyla Britanya ve Hayfa'da üslenmiş Bahailer aracılığıyla Siyonistler tarafından yönetildiğini iddia edenlerin dayanak noktasıydı. Orta tabaka iki ayrı sınıftan oluşuyordu: geleneksel orta sınıfı oluşturan pazardaki küçük burjuvaziyle beyaz yakalı çalışanlar ve yüksek öğrenimli serbest meslek sahiplerinden oluşan modern orta sınıf. Mülk sahibi orta sınıftaki 1 milyondan fazla aile, çalışan nüfusun yüzde 13'ünü oluşturuyordu. Bunlar arasında yalnızca pazardaki dükkân ve atölye sahipleri değil, 50 ilâ 100 hektar arasında arazi sahibi olan küçük imalatçılarla başka yerde ikamet eden çiftçiler de vardı. Onların yanı sıra camiyle pazar arasındaki aile bağları ve tarihsel ilişkiler nedeniyle ulemadan da pek çok kişi bulunmaktaydı. Ekonomik modernleşmeye rağmen, pazar ülkedeki zanaat üretiminin yarısını, perakende ticaretin üçte ikisini ve toptan ticaretin dörtte üçünü denetimi altında tutmaya devam ediyordu. Binlerce cami, heyet (dini toplantılar), hüseyniye (din derslikleri ve deste'lerin (muharrem törenini düzenleyenler) yanı sıra, esnaf ve zanaatkar loncaları da hala pazarın elindeydi. İlginçtir, petrol patlaması geleneksel orta sınıfa din merkezlerine mali destek verme ve İslam'ın öneminin altını çizen özel okullar kurma fırsatı vermişti. Bu okullar pazarcıların çocuklarını en iyi üniversitelere hazırlamak üzere tasarlanmıştı. Dolayısıyla petrol geliri, bir taraftan da gelenekleri beslemeye yarıyordu.

Aylıklı orta sınıf, 700.000 kişiden -çalışan nüfusun %9'undan fazlası- oluşuyordu. Bunlardan 304.000'i giderek büyüyen bakanlıklardaki devlet memurlarıydı, 200.000 kadarı ise öğretmen ve okul idarecisi idi. Ayrıca 60.000'i aşkın yönetici, mühendis ve serbest meslek sahibi vardı. Fakülte öğrencileriyle orta sınıfın diğer adayları da dahil hepsi birlikte bir milyonu aşıyordu. Eskiden entelijansiya (ruşenfikren) terimi aylıklı orta sınıfla eşanlamlıydı. Fakat aylıklı sınıfın hızla büyümesiyle, terim başkalaşım geçirerek özellikle yazarları, gazetecileri, sanatçıları ve profesörleri içeren aydınlar topluluğuyla ilişkilendi. Enteljensiya milliyetçilikle sosyalizmin dayanak noktası olmayı sürdürüyordu.

İşgücünün %30'undan fazlasını oluşturan kentli işçi sınıfının nüfusu 1.300.000 kadardı. Bunlardan yaklaşık 880.000'i modern sanayi tesislerinde çalışmakta, 30.000'den fazlası petrol, 20.000'i gaz, elektrik ve enerji üretimi, 30.000'i balıkçılık ve kerestecilik, 50.000'i madencilik alanında çalışan işçilerdi. Tersane, demiryolu ve diğer ulaşım işçilerinin sayısı 150.000, küçük tesislerdekilerinse 60.000 kadardı. Bunlara topraksızlık yüzünden köylerinden çıkmak zorunda kalmış göçmenlerden oluşan ve hızla büyüyen yoksul gecekondu ordusu da eklenince rakam daha da yükselmekteydi. Göç edenler inşaat işlerinde çalışarak ekmeklerini taştan çıkarıyorlardı. Eğer inşaatlarda iş yoksa, o zaman da seyyar satıcılık, işportacılık yapıyorlardı. Kırsal kesimden en çok göç alan şehir Tahran'dı. 1953'te 1,5 milyon olan şehrin nüfusu göç nedeniyle 1979 yılında 5,5 milyona ulaşmıştı. Devrim başladığında ülke nüfusunun %46'sı kent merkezlerinde yaşıyordu.

İşgücünün %40 kadarını oluşturan kırsal nüfus üç katmandan müteşekkildi : zengin çiftçiler, baskı altındaki küçük arazi sahipleri ve köy rençperleri. İlk katmanda toprak reformundan en kazançlı çıkan eski köy kethüdaları, kahyalar ve öküzü olan ortakçılar yer alıyordu. 600.000 olan sayıları kırsal nüfusun %17'sinden azdı. İkinci katmanı oluşturanlar, çoğu bölgelerde gerekli asgari miktar olan 10 hektarın altında toprak edinmiş 1.100.000 ortakçıydı. Pek çoğunun, küçük tarlalarını devlet kooperatiflerinden verilecek hisseyle takas etmekten başka seçeneği yoktu. Üçüncü katmansa ortakçı olma hakkından yoksun köylü, deyim yerindeyse "mujikler" idi. Hiç toprağı olmayan bu insanlar aylıkçı, çoban, rençper, yakın kasabalardan gelen gündelik işçi ve 1970'li yılların başlarında kırsal bölgeleri zenginleştiren çok sayıda küçük tesiste ücretli olarak geçimini sağlıyordu. Bazıları da kent merkezlerine göçmüştü. Dolayısıyla beyaz devrim kırsal nüfusun büyük bölümünü toprak sahibi yapmakta başarısızlığa uğramıştı. Bu başarısızlığın devamı gelecekti.

TOPLUMSAL GERİLİMLER

Tüm bu değişimler toplumsal gerilimi belli başlı üç koldan kızıştırdı. Bir kere, geçmişte Pehlevi hanedanına en ciddi şekilde meydan okumuş iki sınıfın (aydınlar ve işçiler) boyutunu dörde katlamıştı. Bu grupların hıncı da artmıştı. Çünkü ara dönem boyunca şu ya da bu şekilde kendilerini temsil eden meslek odaları, sendikalar, bağımsız gazeteler ve siyasal partiler gibi örgütler düzenli olarak ellerinden alınmaktaydı. Diğer yandan toprak reformu, köylüleri ve aşiret nüfusunu yüzyıllar boyunca denetim altında tutmuş ayanı da vurdu. Toprak reformu siyasal bakımdan kolaylıkla serseri mayına dönüşebilecek çok sayıda bağımsız çiftçi ve topraksız rençper üretmişti. Beyaz Devrim'in amacı Kızıl Devrim'i (Komünist İhtilal) önlemekti. Oysa İslam Devrimi'ne zemin hazırladı, ilginçti tarih. Dahası, nüfusun düzenli artışı ekilebilir arazi açığıyla birleşince, durmadan genişleyen gecekondu bölgeleri yarattı. 1970'lerin ortalarında rejimin karşı karşıya kaldığı toplumsal sorunların boyutu geçmişte akla gelmeyecek kadar büyüktü.

Şöyle sayısal verilerden bunaldığınız için o dönem İran'ının sınıfsal yapısını, yani işgücünü bir özetleyelim:

Üst Sınıf : %0,1 Pehlevi ailesi, subaylar, üst düzey devlet memurları, sarayla bağlantılı girişimciler, bürokratlar vb.

Orta Sınıf :

A)
Modern (Aylıklı) : %10 serbest meslek sahipleri, devlet memurları, büro çalışanları, üniversite öğrencileri

B) Geleneksel (Mülk Sahibi) : %13 ulema, pazarcılar, esnaf, küçük fabrika sahipleri, atölye sahipleri, ticari çiftçiler, tüccarlar

Alt Sınıf

A) Kentli
: %32 sanayi işçileri, küçük fabrika işçileri, atölye işçileri, inşaat işçileri, seyyar satıcılar, işsizler

B) Köylü : %45 toprak sahibi köylüler, neredeyse topraksız köylüler, topraksız köylüler, işsiz köylüler

İkincisi, rejimin tercih ettiği gelişme yöntemi olan ekonominin "damlama teorisi" kaçınılmaz olarak sahip olanlarla olmayanlar arasındaki uçurumu derinleştirdi. Devletin stratejisi petrolden elde edilen sermayeyi, bu parayla fabrikalar, şirketler ve teknik tarım işletmeleri kuracak sarayla bağlantılı seçkin kesime aktarmaktı. Teoride, zenginlik damlayarak aşağı doğru inecekti. Fakat uygulamada daha nice ülkede olduğu gibi İran'da da servet toplumsal basamağın aşağılarına bir türlü inemeyerek tepede asılı kaldı. Sıcak havadaki buz gibi, servet elden ele geçerken eriyordu. Sonuç hiç de şaşırtıcı değildi. İran 1950'lerde üçüncü dünya ülkeleri arasında en eşitsiz gelir dağılımına sahip ülkeydi.

Uluslararası Çalışma Örgütü’ne göre 1970'lerde bu konuda dünyanın en kötü durumdaki ülkesi oldu. Elimizde gerçek gelir dağılımına ilişkin somut veriler olmamakla birlikte, İran Merkez Bankası tarafından 1959-60 ve 1973-74 yıllarında şehirli hane halkı harcamalarını saptamak üzere anketler yapılmıştı; ancak bu gerçek eşitsizliği daha düşük gösteren bir metodolojiydi. 1959-60 anketi en zengin yüzde 10'luk dilimin toplam harcamaların yüzde 35,2; en fakir yüzde 10’luk diliminse toplam harcamaların yüzde 1,3 kadarını yaptığını gösteriyordu. Planlama ve Bütçe Teşkilatı'ndan dışarıya sızdırılan bir belge kentli nüfusun en zengin yüzde 20'sinin gelirden aldığı payın 1973 ile 1975 arasında yüzde 57'den yüzde 63'e yükseldiğini ortaya koymuştu. Bundan başka, anket kent ve kırdaki tüketim arasındaki uçurumu gözler önüne seriyordu. Eşitsizliğin en çok görüldüğü yer, zenginlerin kuzeydeki saraylarda, yoksullarınsa, başta doğru dürüst bir ulaşım sistemi olmak üzere hemen hemen tüm kamu hizmetlerinden yoksun gecekondularda yaşadığı Tahran'dı. Şahın ailesinden birinin, "madem halk sıkışık trafikte kalmaktan hoşlanmıyor, o halde neden helikopter almıyorlar?" dediği esprili bir şekilde “ekmek yoksa pasta yesinler” sözüne referans olarak söylenirdi. Pentagon'da yayımlanan bir derginin sözleriyle, petrol gelirlerindeki patlama "eşitsizlik" ve "çürümeyi kaynama noktasına" getirmişti. İran kaynayacaktı.

Sonuncusu, beyaz devrim ve onu izleyen petrol gelirlerindeki artış, halkın beklentilerinin korkunç ölçüde yükselmesinden karşılanmamasından doğan hıncı yaygınlaştırmıştı. Sosyal programlarla eğitim ve sağlık hizmetlerini iyileştirmede epey yol alındığı doğruydu. Fakat yirmi yıl sonra bebek ölümleri ve doktor başına düşen hasta sayısı açısından Ortadoğu'nun en kötü durumdaki ülkesinin İran olduğu da bir başka gerçekti. Ayrıca, yüksek öğrenim görenlerin nüfus içinde en düşük oranda olduğu ülkeydi üstelik yetişkinlerin yüzde 68'i hâlâ okuma yazma bilmiyor, çocukların yüzde 60'ı ilkokulu bitirmiyor, ülke genelinde üniversiteye başvuranlardan ancak yüzde 30'u kendine bir yer bulabiliyordu. Yurtdışına giderek geri dönmemek üzere oraya yerleşenlerin sayısı da giderek artıyordu. 1970'lerde New York'taki İranlı doktorların sayısı tahran dışındaki şehirlerdekilerden daha çoktu. "beyin göçü" kavramı ilk olarak İran'la ilişkilendirilmişti.

Beyaz Devrim'in bazı çiftçilere arazi, kooperatif, traktör ve gübre sağladığı doğruydu. Aynı şekilde Beyaz Devrim'in kırsal kesime pek dokunmadığı da gerçekti. Köylülerin çoğu ya hiç arazi alamamış ya da çok azla yetinmek zorunda kalmışlardı. Çoğu köy elektriksiz, okulsuz, su tesisatsız, yolsuz ve temel hizmetlerden yoksundu. Bundan başka hükümetin tarım ürünleri için dayattığı fiyatlar kırsal kesimin aleyhine, şehirdeki sektörlere yarıyordu. Bu da toprak reformundan çıkar sağlamış çiftçiler için bile gelirleri azaltmıştı. Bu durum da hızlı nüfus artışının yaşandığı bir dönemde üretimi düşürüyordu. Sonuç olarak 1960'larda büyük bir gıda ihracatçısı olan İran, 1970'lerin ortalarında tarım ürünleri ithalatına yılda 1 milyar dolar harcamaktaydı. Ekonomik büyümenin modern konutlara ve buzdolabı, telefon, televizyon ve özel otomobil gibi tüketim mallarına erişebilen kimselere yaradığı doğrudur. Fakat bu, büyümenin yalnızca zenginlerle yoksullar arasındaki değil, aynı zamanda başkentle çevre vilayetler arasındaki uçurumu derinleştirme eğilimi gösterdiği de aynı ölçüde doğrudur. Elbette devletin ağırlık merkezi başkentteydi. Sanayi ve madencilik bankası kredilerinin yüzde 60'ını başkente aktararak bu dengesizliği daha da şiddetlendirdi. 1970'li yılların ortalarında ülke nüfusunun yüzde 20'sinden azını barındıran Tahran'da devlet memurlarının yüzde 68'inden fazlası, kayıtlı şirketlerin yüzde 82'si, imalat üretiminin yüzde 50'si, üniversite öğrencilerinin yüzde 66'sı, doktorların yüzde 50'si, hastane yataklarının yüzde 42'si, sinemaya gidenlerin yüzde 40'ı, yurtdışına seyahat edenlerin yüzde 70'i ve gazete okurlarının yüzde 80'i bulunmaktaydı. Tahran'da yaşayan her on kişiden birinin otomobili vardı, oysa başka yerlerde bu oran doksanda birdi.

Bir İngiliz ekonomistin sözlerini aktarmak gerekirse:

"Tahran'da yaşayan insanların sadece karar alma süreçlerine değil, eğitim, sağlık hizmetleri, basın-yayın, iş alanları ve paraya ulaşma şansları da daha çoktur. Köylerde ya da başka şehirlerdeki insanların yüksek kiralara, aşırı kalabalığa ve kirliliğe aldırmadan daha iyi bir yaşam uğruna Tahran'a göç etmeye hazırlanmalarına şaşmamalı."

Frances Fitzgerald genel uyuşmazlığı özetlemişti:

"İran temelde ne petrolü ne de siyasal istikrarı olan Suriye gibi bir ülkeden çok daha kötü durumdadır. bunun sebebi şahın kalkınma konusunda hiçbir ciddi adım atmaması... Ülkenin zenginliği otobüsler yerine özel otomobillere, halk sağlığı yerine tüketim mallarına ve öğretmenlerin değil de asker ve polislerin maaşlarına yatırılmaktadır."

SİYASAL GERİLİMLER

Toplumsal gerilimler yalnızca aydınlar topluluğuyla modern orta sınıf içinde değil, ulemayla geleneksel orta sınıf içinde de siyasal radikalizmi şiddetlendiriyordu. Bu radikalizmi açıkça ifade eden iki tanınmış sima şunlardır: Fransız eğitimi almış, fakülte ve yüksek okul öğrencileri arasında epey popüler olan sosyal bilimci ali Şeriati ile Amerikalılara "kapitülasyonlar" verildiği gerekçesiyle şahı suçlayarak 1963'ten sonra sürgüne yollanmış olan Ayetullah Ruhullah Humeyni.

Kimilerine göre İslam Devrimi'nin gerçek ideoloğu 1977 yılında ölen Şeriati idi. Kimilerinin gözündeyse yalnızca devrimin lideri değil, aynı zamanda İslam Cumhuriyeti'nin temel taşı Velayet-İ Fakih (hukukçunun himayesi) kavramının yaratıcısı olan Fakih'ti. 1979 devrimi köktendinci (fundamentalist) olarak nitelendirilmiştir. Aslında milliyetçilik, siyasal popülizm ve dinsel radikalizmin karmaşık bir bileşimiydi.

Şeriati geleneksel orta sınıftan gelme, üniversite öğrenimi görmüş yeni serbest meslek sahipleri kuşağının tipik bir örneğiydi. Küçük arazi sahibi bir ulema ailesinin oğlu olarak Horasan'ın kırsalında doğmuştu. Ömrü boyunca alçakgönüllü taşra kökenlerini vurguladı. Okul öğretmeni olan babası sarığını çıkarmıştı ama, Meşhed'deki devlet okullarında kuran öğretmeyi sürdürüyordu. Aynı zamanda İslami hakikati yayma Merkezi'ni kurmuş, Allah'a ibadet eden Sosyalistler Hareketi'nin yerel şubesini açmış ve petrol krizi süresince Musaddık'ı yakından desteklemişti. Muhafazakârlar Şeriati ailesinin gizli "Sünni" ,"Vahhabi" ve hatta "Babi" olduğunu ima ediyorlardı. Meşhed'deki Yüksek Öğretmen Okulu’ndan mezun olan genç Şeriati bir köy okulunda öğretmenlik yapıyordu; Arapça ve Fransızca öğrenmek için Meşhed Üniversitesi'ne girdi. Peygamber'in sahabesinden az tanınmış birinin yaşam öyküsünü anlatan, Ebu Zerr: Hudaperesti Sosyalist (ebu zerr: allah'a ibadet eden sosyalist) adındaki kitabı Arapçadan Farsçaya çevirdi. Bu kitap Ebu Zerr'in dünya tarihinde sosyalizmin öncüsü olduğunu savunan pek çok kitabın ilkiydi. Baba Şeriati oğlunu överken onun "Bu yaşam öyküsünü okuduğu günden öldüğü zamana dek Ebu Zerr'in ilkelerine bağlı yaşamaya çalıştığını" ileri sürmüştü. Başkaları da onu "İran'ın Ebu Zerr'i" olarak göklere çıkarıyordu.

Fransa'da öğrenim görmek üzere devlet bursu kazanan Şeriati, 1960'ların çalkantılı ilk yıllarını Sorbonne'da geçirmişti. Marksist sosyolog Georges Gurvich ile İslam tasavvufuna ilgi duyan Fransız oryantalistleri Louis Massignon ve Henri Corbin'in derslerine giriyordu. Massignon'un "İmam Ali adına savaşan ilk Müslüman, ilk Şii ve ilk İranlı" olarak tanıttığı Selman Pak (Selman-Farisi) hakkında yazdığı kitabın tercümesini yaptı. Cezayir ve Kongo'nun bağımsızlığından yana gösterilere katıldı, hatta bunlardan birinde fena şekilde dayak yedi. Tudeh ve Ulusal Cephe'nin genç üyelerince kurulmuş bir örgüt olan İranlı Öğrenciler Konfederasyonunun yayın organına makaleler yazıyordu. Jean-Paul Sartre'ın “Şiir nedir?” Ve Che Guevara'nın gerilla savaşı adlı eserlerini Farsçaya çevirdi. Franz Fanon'ın “yeryüzünün lanetlileri” adlı eseriyle Cezayir savaşı üstüne yazılmış “en güzel savaş” adında bir kitabın çevirisine başladı. Bu kitaplardan ikincisinin yazarını Muslüman-Marksist diye övmüştü. O yıllarda üçüncü dünya ülkelerindeki ulusal kurtuluş hareketleri ve Hıristiyan-Marksist diyalogu hakkında pek çok makale yayımlayan Katolik L'Esprit Dergisi aracılığıyla Hıristiyan Kurtuluş Teolojisi'nden etkilendi.

1965'te İran'a dönen Şeriati on yıl boyunca Meşhed'de ve bir grup dindar hayırseverin Hüseyniye-i Irşad adını verdikleri ünlü konferans salonunu açtıkları Tahran'da dersler verdi. Onun dersleri gerek kitapçıklar gerekse kayda alınmış bantlarla geniş bir kitleye ulaştırılırdı. Sonradan otuz beş ciltlik bir eser halinde yayımlandı. Şeriati sonunda tutuklanarak İngiltere'ye gitmek zorunda bırakıldı, orada daha kırk yaşındayken ansızın ölmesinde, bazılarına göre SAVAK'ın parmağı vardı. O zamana kadar Şeriati artık herkesçe tanınan bir isim olmuştu. Yazdığı çok sayıda eserin ortak bir teması vardı: “Şiiliğin temel niteliği her türlü baskıya, özellikle feodalizm, kapitalizm ve emperyalizme karşı devrimdir”.

ŞERİATİ'YE göre Hz. Muhammed yalnızca yeni bir din değil, aynı zamanda sınıfsız ütopyaya doğru sürekli bir devrim yaşayan dinamik bir toplum kurmak için gönderilmişti. İMAM Ali'nin ilk halifelere karşı çıkmasının nedeni onların otoriteyi gasp etmesinin yanı sıra, kodamanlarla uzlaşarak asıl davalarını satmalarıydı. İmam Hüseyin'in Kerbela'da ölmesi yalnızca mukadderatı değildi, “Hüseyin'in yüreği İslam'ın gerçek içeriğini yaşatma ateşiyle” yanıyordu. Bu anlamda, çağdaş aydınlar topluluğuna düşen görev de yalnızca yazmak ve derinlemesine düşünmek Devrimci İslam'ın temel niteliğini yeniden keşfetmek ve diriltmekti. Ona göre, Şiilik insan gelişiminin temel devindirici gücünü, dönüşümlü olarak tarihsel gerekircilik (Cebr-i Tarihi), diyalektik devinim (Hareket-i Diyalektiki) ve tarihsel diyalektiğin (Dialektik-i Tarihi) oluşturduğu hareketli bir dünya görüşüne (Cihanbini) sahipti.

Şeriati, beylik kutsal terimlere radikal anlamlar yüklemişti. Ümmet sözcüğü artık kesintisiz devrim içindeki dinamik toplum demekti; Tevhid toplumsal dayanışma; imamet karizmatik liderlik; Cihad Kurtuluş Savaşı; Mücahid Devrim Savaşçısı; Şehid Devrim Kahramanı; Mümin Gönüllü Savaşçı; Kafir Edilgin Gözlemci, Şirk Siyasal Teslimiyetçi; İntizar (Mesih'in yolunu gözlemek) devrim beklentisi; tefsir kutsal metinlerden radikal anlamlar çıkarma yeteneği; belki de hepsinden önemlisi Müstezefin (uysallar) ezilmiş kitleler anlamına geliyordu. Şeriati bunlardan başka Habil ve Kabil masalına eğretilemeyle sınıf mücadelesini katmış, Kerbela örneğine devrimci fedakârlık adına ahlak dersi eklemişti. "Her yer Kerbela. Her gün aşura. Her ay muharrem" sloganını da bulan da oydu. İmam Hüseyin'i ilk Che Guevara, Hz. Muhammed'in kızı Fatıma'yı yıllarca acı çekmiş anne, Hüseyin'in kızı Zeyneb'i devrimci mesajı yaşatan örnek kadın olarak anlatmıştı. Öyleyse pek çoklarının Şeriati'yi, İslam'ı bir din ve mezhep olmaktan çıkarıp Batı'da İslamcılık kâh siyasal İslam ya da radikal İslam diye bilinen siyasal bir ideolojiye dönüştüren kişi olarak düşünmelerine şaşmamak gerekir. Her halükarda, Şeriati, İslamı Şia üzerinden bir ideoloji haline getiren kişiydi.

İslam'ı esaslı bir biçimde yeniden yorumlayan Şeriati muhafazakârlarla siyasetten uzak duran ulemayı açıkça suçlamaktan da çekinmiyordu. Onları kitleleri "afyonlamak" için binden yararlanmakla, içini boşaltıp dini kupkuru bir dogmaya çevirmekle hem egemen sınıf hem de pazar küçük burjuvazisiyle işbirliği yapmakla, imamların kızıl Şiiliğinin yerine Safevi hanedanlığının kara Şiiliğini getirmekle, genelde de inanç, eylem ve bağlılıktan çok ilahiyat, felsefe ve hukukla ilgilenmekle suçluyordu. Dini liderlerin (Müctehidler) İslam'ıyla din savaşçılarının (Mücahidler) arasına keskin çizgiler çizmişti :

“...İslam deyince neyi kastettiğimizi açıklamamız gerekiyor. kastettiğimiz Ebu Zerr'in İslamı, Halifelerinki değil. adaletin ve temiz liderliğin İslamı. hükümdarların, eşrafın ve üst tabakalarınki değil. Özgürlüğün, ilerlemenin ve bilincin İslamı. Köleliğin, tutsaklığın ve edilgenliğinki değil. Mücahitlerin İslamı, ulemanın değil, erdemin, kişisel sorumluluğun ve protestonun islamı. (dinsel) İkiyüzlülüğün, (mollaların) aradığının ve (ilahi) müdahalenin değil. İnanç, toplum ve bilimsel bilgi uğruna mücadelenin islam'ı. Teslimiyetin, dogmatizmin ve ulemanın eleştirisiz ve taklitçi İslam'ı değil..."

Şeriati'nin en radikal görüşleri "Cihetgir-i Tebakat-ı İslam (İslam'da sınıfsal Eğillim)’’ adlı son çalışmasında ortaya çıkmıştı. Şeriati burada, gelirlerini vakıflardan, dini vergilerden (Hums) ve imamın payından (Sehm-i İmam) elde eden ulemanın, mülk sahibi sınıflarla organik ilişkileri olduğunu ileri sürer. Yanıtını kendi verecek olsa da "çağdaş İslam'ın gerçek sorunu ne, biliyor musunuz? Diye sorar. Sonra da İslam'ın küçük burjuvaziyle dine aykırı bir evlilik yaptığını belirtir. Bu evlilik ruhaniler dini, pazarı rahatlatacak hale getirmiş ; pazar da dünyayı ruhanilerin rahat edeceği şekle sokmuştur. Feodalizm çağında İslam nasıl toprak beylerinin iktidarını haklı çıkardıysa, kapitalizm çağında da pazardaki tüccarların kusurunu örtmektedir. Şeriati ayrıca ruhani sınıfı Ayetullah ve Hüccetü'l-İslam gibi gösterişli yeni unvanlara merak saldığı, liderlerinin bir zamanlar çoban, zanaatkar ve çiftçi olduğunu halktan gizlediği, İslam'ın kökünü sulandırılmış ataerkilliğe indirgediği için de eleştirmekteydi. Vardığı sonuç, ulema İslam'ın gerçek mesajını yayma ödevini savsakladığına göre bu görevin aydınlar topluluğuna geçtiğidir.

"Üstlenilen görev, islam'ı mollalardan ve mülk sahibi kesimden tümüyle kurtarmaktan başka bir şey değildir."

Şeriati'nin eserleri daha çok genç aydınlara seslenirken, Humeyni'nin bildirileri doğrudan ulemaya yönelikti. 1963'ten sonra Necef'te yaşayan Humeyni yavaş yavaş dini popülizmin bir türü diye tanımlanabilecek kendi yorumunu geliştiriyordu. Fikirlerini ilk olarak 1970'te medrese öğrencilerine verdiği peş peşe konferanslarda dile getirdi, ardından da bu görüşlerini "Velayet-İ Fakih : Hükümet-İ İslami"- "Hukukçunun Himayesi : İslam Devleti) adı altında isimsiz olarak yayımladı. Bu çalışma 1979 devrimi sonrasına dek ilahiyat öğrencilerinden oluşan dar bir çevre dışında dolaşıma girmemişti. Humeyni'nin yaptığı yeni yoruma göre, devlete egemen olma yetkisi son derece "fıkıh" alanında uzmanlaşan kıdemli müctehidlere aitti.



Şia'nın alışılagelmiş inanışlardan yola çıkarak varmıştı: bu inanışlar Allah'ın Hz. Peygamber'le imamları topluma yol göstersinler diye gönderdiğine, Peygamber'le imamların toplumu doğru yolda tutsun diye geride şeriatı miras bıraktıklarına, on ikinci İmam'ın yokluğunda onun dünyadaki yardımcıları olan kıdemli müctehidlerin şeriatın bekçileri olduğuna işaret eder. Geleneksel ulema, dini vakıfların ve yol göstericiye gerek duyan kimselerin, diğer bir deyişle reşit olmayanların, dulların ve akli ehliyeti olmayanların üzerinde müctehidlerin sahip olduğu yetkiyi velayet-i fakih (hukukçunun himayesi) terimiyle karşılıyordu. Oysa Humeyni, terimin anlamını bütün nüfusu kapsayacak şekilde genişletmişti. Bunun yanında Kuran'daki "Allah'a, Hz. Peygamber'e ve yetki sahiplerine itaat edin" emrini çağdaş müctehidlere boyun eğmek olarak yorumlamıştı. Sonradan Humeyni'nin yandaşlarından biri velayet-i fakih kavramının genişletilmiş anlamının ne Kuran'da ne şeriatta ne de on iki İmam'ın öğretilerinde yeri olduğunu itiraf edecekti. Humeyni ise kendi fikirlerinin kimilerinin kulağına tuhaf gelebileceğini savunur, bunun nedenini de monarşistlerle emperyalistlerin ve başkalarının İslam’ı karalamak için yüzyıllardır sıkı çalışmış olmalarına bağlardı.

Humeyni'nin geleneklerle ipleri koparması yalnızca velayet-i fakih konusuyla sınırlı değildi. Monarşinin çoktanrılı (şirk) çağdan kalma pagan (tagut) bir kurum olduğunu, dolayısıyla gerçek İslam'la bağdaşmadığını ileri sürmüştü. Hz. Musa'nın insanları firavundan kurtarmak için geldiğini, Hz. Muhammed'in en nefret ettiği unvanın malik-i memalik (Humeyni bunu Şahenşah (şahların şahı) unvanıyla bir tutuyordu) olduğunu, Emevilerin Halifeliği kurarak roma ve Sasani geleneklerini sürdürdüklerini, İmam Hüseyin'in isyan bayrağını yükselterek insanları babadan oğula geçen hükümdarlıklardan kurtarmaya çalıştığını iddia ediyordu. Humeyni, bütün monarşilere karşı çıkmanın Müslümanlar için kutsal bir görev olduğunda ısrarlıydı. Onlarla işbirliği yapılmamalı, kurumlarına başvurulmamalı, bürokratlarına para ödenmemeli ya da kendini korumak adına Takiyye yapılmamalıydı. Kralların çoğu suçlu, zalim, soykırımcıydı. Sonraki yıllarda Humeyni daha da ileri giderek istisnasız bütün kralların ahlaksız olduklarını savundu.

Hatta İranlıların "adil" diye andığı ünlü Sasani İmparatoru 1. Hüsrev'i (Khosrau) bile reddediyordu. Humeyni dahil Şii ulema on iki yüzyıldır monarşiyi, ya cazip ya da, en azından, daha kötü felaketleri önlemek için gerekli görerek kabullenmişti. Onlara göre anarşi on yıllık otokrasiden daha beterdi. Ancak bir günlük yeni Humeyni bu geleneği de yıkarak Müslümanlara düşen kutsal görevlerden birinin de monarşinin kökünden kazınması olduğu görüşünü ortaya attı. Beyaz devrim gitgide yeşile bürünüyordu.

Humeyni medresedeki derslerinde velayet-i fakih kavramını vurgularken, halk önünde yaptığı açıklamalarda bu konuya değinmemeye özen gösteriyordu. Onun yerine rejimi siyasal, toplumsal ve ekonomik yetersizlikleriyle vuruyordu. Müslüman dünyasına karşı İsrail'i desteklediği, Soğuk Savaş'ta Batı'yla ittifak yaptığı, böylelikle Batı Vebasını (Garbzedegi) ülkeye bulaştırdığı, ahbaplarını, akrabalarını, Bahaileri ve kravatlıları kayırdığı, kaynakları giderek büyüyen oranlarda orduya harcadığı, ülkeyi Amerikalı gıda ihracatçılarının çöplüğüne çevirmek uğruna tarımı boşladığı, başta okul, klinik, elektrik ve temiz su olmak üzere köylere temel hizmetleri getirmediği, düşük gelirlilere konut yapmayı ihmal ederek dev gecekondu bölgeleri yarattığı, pazarları yabancılardan ve sarayla bağlantılı girişimcilerden korumayarak iflas etmelerine yol açtığı ve suça, alkolikliğe, fahişeliğe ve uyuşturucu bağımlılığına karşı mücadele etmeyerek kentlerin sorunlarını artırdığı için Şah'a eleştiriler yağdırıyordu. Humeyni bu suçlamaları yaparken eskiden ok seyrek ağzına aldığı Müstezefin, Şehit, Tagut, Tabaka ve İnkılap gibi etkileyici terimlere artık daha sık başvurmaktaydı. Demeçlerini sonradan devrimci sokak sloganları olarak benimsenecek, kafiyeli kelimelerle süslüyordu:

"İslam ezilenlerin (Müstezefin) dinidir, ezenlerin (Müstekbirin) değil. İslam kenar mahalle sakinlerini (zagenişin) temsil eder, saray (kahnişin) sakinlerini değil. İslam kitlelerin afyonu değildir. Yoksullar devrim uğruna ölür, zenginler devrime karşı fesat kurma uğruna. Dünyanın ezilenleri (müstezefin) birleşin!"

1970'lerin ortalarında devletle toplum arasındaki gerilim kırılma noktasına ulaşmıştı. Belirtiler herkesin gözünün önündeydi, ne var ki o dönemde Batı'da ve rejim içerisinde bunları görmeyi tercih edenlerin sayısı birkaç kişiyi geçmiyordu. Humeyni'nin suçlamaları giderek daha çok gürültü çıkarıyordu. Çömezlerinden bazıları monarşinin yerine cumhuriyeti getirme çağrısını açıkça dile getirmekteydi, buysa Şii İran'da eşi benzeri görülmemiş bir durumdu. Şeriati'nin fikirleri genç aydınlar arasında yangın misali yayılıyordu. Bazı yandaşları mücahidin-i halk (halkın mücahitleri) adlı bir gerilla örgütü kurmuşlardı. Gençliğin Cezayir, Vietnam, Çin, Küba ve Latin Amerika'daki "silahlı mücadelelerden" alınacak dersler olduğunu daha çok dile getirmesiyle laik muhalefet de giderek radikalleşiyordu. 1971 yılında TUDEH ile Ulusal Cephe'nin eski gençlik kolları üyeleri Fedaiyan-i Halk (Halkın Fedaileri) adı altında örgütlendiler (Aşırı Dinci Fedaiyan-ı İslam ile karıştırmamak gerekir). İzleyen yıllarda fedailer ile mücahitler daha küçük çaplı Marksist ve İslamcı gruplarla birlikte bir dizi cüretkâr saldırı, bombalama, suikast eylemlerine ve kraliyet ailesinin üyelerini kaçırma girişimlerine imza attılar. Bu arada yurtdışındaki İranlı öğrenciler konfederasyonu sürgündeki muhalefetin tartışma platformuna dönüşmüş, İran'da gayri resmi öğrenci günü olan 7 Aralık'ta ülkenin on üç üniversitesi boykota gitmişti. 7 aralık aynı zamanda 1953 yılında başkan yardımcısı Nixon'ın ziyaretini protesto ederken ölen ikisi TUDEH'ten, biri Ulusal Cephe'den üç öğrencinin ölüm yıldönümüydü. 1953 darbesi birçok yönden İran'ın başına musallat olmuştu. Tutuklamaları, işkenceyi, infazları, ortadan kaybolmaları ve zorla itirafları artıran rejim misilleme yapıyordu.

Le Monde gazetesinden Eric Rouleau ekonomik gelişmenin özellikle de "burjuvalaştırma" politikasının toplumsal gerilimleri kızıştırdığı uyarısında bulunuyordu. Öte yandan bunun başka bir belirtisi de iki partili sistemin çıkmaza girmesiydi. Şah yirmi yıldır siyaset sahnesine sadece kendine sadık iki partiyi çıkarıyordu. Fakat 1974-75 döneminde muhalefetteki MERDÜM Partisi birkaçı sarayla bağlantılı yerel adaylarla katıldığı ara seçimleri beklen bir biçimde kazandı. Bu beklenmedik zafer başbakanla başında olduğu İran-ı Nevin Partisi kadar Şah'ı ve SAVAK'ı da rahatsız etmişti. Bu olayların tam ortasında Merdüm Partisi'nin lideri trafik kazasında ölünce, dedikodu kazanı iyice kaynamaya başladı. İki partili cephenin sıvaları besbelli dökülüyordu. Siyasal sisteme ivedilikle çıkar bir yol bulmak gerekliydi.

TEK PARTİ DEVLETİ

Çıkar yol Samuel Huntington kılığında geldi. Bu seçkin siyaset bilimci 1970'lerin başında “değişen toplumlarda siyasal düzen” adlı kitabıyla ünlenmişti. Huntington'a göre ekonomik ve toplumsal alanlarda hızlı "modernleşme", siyasal alanda yeni talepler, yeni baskılar ve yeni gerilimler üretmekteydi. Diğer bir deyişle üçüncü Dünya'da siyasal istikrarsızlık kaçınılmaz olarak sosyal modernleşmeyi takip ediyordu. Huntington, devrimi önlemek için yönetimlerin, ülkeyle organik bağ kurma, halkı harekete geçirme, emirleri tepeden aşağılara aktarma ve aynı zamanda da aşağıdakilerin çıkarlarını yukarıya iletme görevini tek partinin üstleneceği göreceği tek-partili devletler yaratmaları gerektiğini savunmaktaydı. Hükümet ayrıca devlete disiplinli ve güvenilir askerler de sağlamalıydı. Kimilerinin Huntington'da Lenin'den izler bulmasına şaşmamalı. Doktora öğrenimini tamamlamış gençler Amerika'dan dönüp, hükümetin danışmanları arasında yerlerini alınca, Huntington'ın anlayışı geçerlilik kazanmış oldu. İlginç olan, rejimle işbirliği içinde oldukları gerekçesiyle partilerinden kovulmuş ve eski başbakan ve Merdüm Partisi’nin başındaki güneyli kodaman Alam'ın kanatları altında yeniden siyasete girmiş eski TUDEH üyeleri arasında da benzer fikirlerin yaygınlaşmasıydı. Bir kez daha siyasetin tuhaf ilişkilere gebe olduğu anlaşılıyordu.

Şah 1975 Mart'ında, ansızın yüz seksen derece çark etti. Merdüm ve İran-ı Nevin partilerini dağıtarak büyük bir tantanayla Diriliş Partisi'nin (Hizb-i Restehiz) kuruluşunu ilan etti. Şah gelecekte İran'ın tek partili bir devlet olacağını, siyasal yaşamın bütün çehrelerinin o partinin gözetimine gireceğini, bütün yurttaşların görevinin hem ulusal seçimlerde oy vermek hem de partiye girmek olduğunu, katılmak istemeyenlerin "gizli komünist" damgası yiyeceğini ve böyle "hainlerin" önlerinde hapse girmek ya da tercihen Sovyetler Birliği'ne gitmek üzere ülkeden ayrılmaktan başka seçenek kalmadığını duyuruyordu. Avrupalı gazeteciler bu söylemin daha önceki açıklamalarından farklı olduğuna işaret edince şahin verdiği yanıt şöyleydi:

"Düşünce özgürlüğü! Düşünce özgürlüğü! Demokrasi! Demokrasi? Bu sözcükler ne anlama geliyor? Ben bunların bir parçası olmak istemiyorum."

Savak bildik tutumuyla derhal harekete geçerek şahın tek partili devletlere göre çok partili sistemlerin erdemlerinden hayranlıkla söz ettiği “vatanım için yaptıklarım” adlı anılarını bütün kütüphanelerle kitapçılardan toplattı. Orwell mezarında kahkahalarla gülüyor olmalıydı. Diriliş partisi kendinden bekleneni yerine getiriyordu. Parti üst kurulu seçilerek başına genel sekreter olarak hüveyda geldi. 50 kişilik yürütme kuruluyla 150 kişilik merkez kurulunun üyeleri İran-ı Nevin ve Merdüm Partilerinin eski liderlerinden derlenmişti. Partinin açıklamasında "Demokratik Merkeziyetçilik" ilkelerinin gözetileceği, "Kapitalizm" ile "Sosyalizmin" en iyi yanlarının harmanlanacağı, hükümetle halk arasında "Diyalektik" bağların kurulacağı ve artık şah-halk devrimi diye anılan Beyaz Devrim'i tamamlamak üzere büyük yol gösterici (rehber) ve Ulu Önder'e (fermandar) yardımcı olunacağı ve yeni Büyük Uygarlık'a doğru onun Halkı'na kılavuzluk edileceği belirtiliyordu. Parti, İran Devrimi'nin felsefesi adlı el kitabında arya mihr (Aryen Güneşi) Şahın İran'dan bütün sınıf kavramlarını ve sınıf çatışmasını kesin olarak kaldırdığını açıklıyordu. "Şahenşah" diye yazıyordu kitapta, "Sadece İran'ın siyasal lideri değil, öncelikle öğretmeni ve manevi lideridir. Ülkesi için yollar, köprüler, barajlar ve yeraltı kanalları yapmakla yetinmeyen, aynı zamanda halkın ruhuna, düşüncelerine ve yüreğine rehberlik eden bir serdümendir." şah da İngilizce yayımlanan bir gazeteye verdiği demeçte partinin felsefesinin "Beyaz Devrim'in diyalektik ve ilkelerine" dayandığını söylemişti. Bu sözlerine ek olarak başka hiçbir ülkede yöneticilerle halk arasında böyle yakın bir ilişkinin olmadığını da belirtmişti. "başka hiçbir ülke" diye böbürleniyordu, "Hükümdarına böyle bir açık çek vermemiştir!". Kullandığı terminoloji ve böbürlenmesi şahın iktidarının doruğunda olduğunun işaretiydi.

Diriliş partisi 1975 yılını örgütünü devlet geneline yaymakla geçirdi. Meclis'teki mebusların neredeyse tamamını partisine kaydetti, yalnızca radyo televizyon kurumuyla büyük matbaalara değil, ayrıca çalışma, yükseköğretim, sanayi, konut, turizm, sağlık ve sosyal yardım, köy kooperatifleri, sanat ve kültür bakanlıkları gibi belli başlı devlet kurumlarına da yerleşti. Parti kongresiyle işçi sendikaları konferansını topladı ve 1 mayıs yürüyüşünü düzenledi. Kadın örgütlenmesini başlattı. Beş büyük gazete kurdu : kendi yaygın organı Restehiz, Restehiz-i Karger (İşçilerin Dirilişi), Restehiz-i Keşaverz (Çiftçilerin Dirilişi), Restehiz-i Civan (Gençliğin Dirilişi) ve Endişi-i Restehiz (Dirilen Düşünüşler). Parti, "Siyasal Tarihte başarımızın emsali görülmemiştir" diye böbürleniyordu.

Diriliş Partisi'nin kurulmasının rejim açısından birine felaket diyebileceğimiz iki temel sonucu oldu.

Aylıklı orta sınıf, kentli işçi sınıfı ve köy kooperatifleri üzerinde devletin denetimi yoğunlaşmıştı. Devletin kolu nüfusun bu kesimlerine enikonu girmişti artık. Daha da önemlisi devlet şimdi geçmişte uzak durduğu alanlara gireceğinin, pazarlarla din kurumlarına da el atacağının işaretini veriyordu. Rıza Şah'ınki dahil önceki hükümetlerin adım atmaya çekindiği alanlardı bunlar. Diriliş partisi pazarda şubeler açıyor, yüzlerce yıldır bir ölçüde özerk bırakılmış loncaları dağıtıyor, yerlerine lonca odaları kuruyor, başlarına sarayla bağlantılı işadamlarını getiriyor ve pazarcıları hem bu odalara hem de partiye üye olmaya zorluyordu. Bir yandan da pazardaki dükkanlarda çalışanlarla küçük fabrikalardaki işçiler için asgari ücret uygulamasını hayata geçiriyor ve küçük işadamlarına çalışanlarını Çalışma Bakanlığı'na kaydettirme ve sağlık sigortalarına, aylık katkı payı ödeme zorunluluğu getiriyordu. "bir dolu pazarların" ve eski şehir merkezlerinin kaldırılarak yerlerine Londra'daki Covent Garden benzeri devlet eliyle işletilen çarşılar ve karayolları yaptırılacağından açık açık söz edilmeye başlanmıştı. Daha sonra şah da pazarlara "kötü havalandırıldıkları, köhedikleri ve bağnaz oldukları" gerekçesiyle itiraz ettiğini açıklıyordu. Bir Fransız gazetecinin sorduğu soruya İranlı bir pazarcı, "İzin verirsek şah bizi mahvedecek. Bankalar her yeri ele geçiriyor. Büyük mağazalar geçim kaynaklarımızı elimizden alıyor. Şimdi de hükmet devlet dairelerine yer açmak için pazarlarımızı dümdüz edecek" diye anlatıyordu.

Üstüne üstlük diriliş partisi 1975 yılının sonunda ülkeyi vuran enflasyonla başa çıkmak adına pazarlara savaş açtı. Temel ihtiyaç maddelerine el koydu, piyasaya büyük miktarlarda buğday, şeker ve et sürdü, "Vurgunculara, üçkağıtçılara, istifçilere ve vicdansız kapitalistlere karşı amansız bir mücadele yürütmek" amacıyla pazarlara "teftiş ekipleri" adıyla bilinen 10.000 kadar serseriyi saldı. Bu arada savak tarafından apar topar kurulan sözde lonca mahkemesi 250.000 kişiye ceza yağdırarak 23.000 kişiyi doğdukları yere sürdü. İki ayla üç yıl arasında değişen 8000 hapis cezası verdi ve 180.000 kişi hakkında da dava açtı. Pazardaki hemen her ailenin bir üyesi vurgunculuğa karşı kampanyanın kurbanı olmuştu. Fransız bir muhabire dert yanan dükkân sahiplerinden biri, artık Beyaz ve Kızıl Devrim'i ayırt edemediğini söylüyordu. Başka biri de Amerikalı bir muhabirle yaptığı görüşmede, "hükümette ve şah ailesinin bağrında dal budak salmış çürümeyi örtmek için pazarlar kullanılıyor" demişti. Diriliş Partisi'nin kuruluşu pazarlarda kızgınlık uyandırmıştı. Vurgunculuğa karşı kampanya da aynı pazarlara karşı apaçık bir savaş ilanıydı. Pazarlarsa tarihte ilk kez görülmedik bir davranışla yardım ve korunma talebiyle geleneksel müttefikleri olan ulemaya başvurdular.

Şah'ın düşmanları gitgide artıyordu.

Diriliş partisi eşzamanlı olarak din kuruluşlarına karşı da saldırıya geçmişti. Hem manevi hem de siyasal liderin şah olduğunu ilan etti. Böylelikle ulemayı da çiğnemiş oluyordu. Ruhaniler sınıfını "Ortaçağdan kalma kara irticacılar" olarak karaladı. İran'ın büyük uygarlık yolunda olduğunu açıklarken, Rıza Şah'ın güneş takvimi de dahil Müslüman takvimini tamamlayıcı, İran monarşisinin ömrünü 2.500 yıl olarak tahmin eden, Muhammed Rıza Şah'a da 35 yıl daha biçen yeni bir imparatorluk takvimi uygulamaya soktu. Buna gören İran bir gecede hicri 1355 yılından imparatorluk yılı olan 2535'e sıçramıştı. Dini takvimlerini ıskartaya çıkaracak kadar gözü kara davranmış rejimlerin sayısı çok azdır. Bu da yetmezmiş gibi şah, dini vakıfların hesaplarını incelemeleri için özel müfettişleri görevlendirdi. Devlet destekli kurumların din kitapları yayınlamalarına izin verdi, ayrıca daha çok öğrencinin köylüye gidip köylülere gerçek İslam'ı öğretmelerini sağlamak amacıyla Tahran Üniversitesi'ne bağlı İlahiyat Fakültesi'ni ve din ve okuma yazma ordularını'da genişletti. Ulemaya yakın gazetelerden birinin sözleriyle, devlet dini "devletleştirmek" için yollara dökülmüştü.

Bundan başka şah, Kadın İşleri Bakanlığını'nı kurmuş, din ve okuma yazma ordularına kadınları da almış, kadınlar için evlenme yaşını on beşten on sekize, erkekler içinse on sekizden yirmiye çıkarmıştı. Doğum kontrol kliniklerinin sayısını artırarak gebeliğin ilk on iki haftasında kürtaj izni çıkarmış, ayrıca mahkemelere 1967 aile Koruma Yasası'nın uygulanmasında daha titiz davranmaları için talimat vermişti. Oysa bu yasa birçok hassas konuda şeriata ters düşmekteydi. Erkekler artık aile mahkemelerine geçerli neden göstermeden eşlerini boşayamayacaklardı. Önceki eşlerinin yazılı izni olmaksızın çokeşli evlilikler yapamayacaklardı. Kadınların da artık boşanma davası açma hakkı vardı. Kadınlar kocalarının iznine gerek duymadan ev dışında işe girip çalışabilirlerdi. Şah, İtalyan gazeteci Oriana Fallaci'ye, ömrü boyunca peygamberlerden, İmam Ali'den ve bizzat Tanrı'dan "Mesajlar ve "vahiyler aldığı gibi ilginç şeyler de söylemişti.



"Bana eşlik eden başkalarının göremediği bir kuvvet var, o benim esrarengiz kuvvetim. Mesajlar alırım dini mesajlar (...)"

Şah'ın düşmesine yol açan nedenin dindar halkı için fazla laik olduğu sıkça dile getirilmiştir. Bu doğru olsaydı, laik teriminin anlamını yeniden tanımlamak gerekirdi.

Ulemanın Diriliş Partisi'ne tepkisi de keskindi. Buna karşılık olarak kum kentindeki Feyziye Başmedresesi kapatıldı. 250 öğrencisi zorla orduya alındı, kısa bir süre sonra da içlerinden biri hapishanede öldü. Önde gelen Üctehidler Diriliş Partisi'nin anayasaya, İran'ın çıkarlarına ve İslam'ın ilkelerine aykırı düştüğünü bildiren fetvalar yayımlıyorlardı. Yalnızca pazarlarla çiftçileri değil, İran'ın tamamını ve İslam dinini yok etmek üzere tasarlanmış olduğu gerekçesiyle Humeyni bu partinin haram olduğunu açıkladı. Fetvanın yayımlanmasından birkaç gün sonra savak onunla bağlantılı kimseleri topladı, aralarında yaklaşan devrimde liderlik rolü oynayacak kişiler de vardı. İran'da daha önce hiç bu kadar din adamı aynı anda hapse atılmamıştı.

Dolayısıyla diriliş partisi asıl amacının tam tersine sonuçlara yol açmıştı. Rejime istikrar kazandırmak, monarşiyi güçlendirmek ve İran toplumunun genelinde Pehlevi devletini sağlamlaştırmak için kurulmuştu. Bunu kamuoyunu harekete geçirerek, hükümetle halk arasında köprü kurarak, devlet dairesi çalışanları, fabrika işçileri ve küçük çiftçiler üzerinde denetimi pekiştirerek ve ne cesur adam olarak da devlet iktidarını pazarlara ve din kuruluşlarına yayarak yerine getirmeye çalışmıştı. Gelgelelim sonuç felaket oldu.

İstikrar getirmek bir yana beyaz devrim, rejimi zayıflattı. Monarşiyi ülkeden iyice kopardı ve kamuoyunun öfkesini kabartarak Şah'ın bütün İran'ı karşısına almasını sağladı. Kitlesel seferberlik, kitlelerin güdülmesine yol açmış, bu da kitlesel hoşnutsuzluğu getirmişti. Örgütlerin tekel altına alınması, sıkıntı ve istekleri siyasal arenaya aktarabilecek yolları toplumsal güçlerden yoksun bırakmıştı. Halkın katılımına yönelik çağrılar hükümetin "fiilen bize karşı olmayanlar bizden yanadır" yerine "fiilen bizden yana olmayanlar bize karşıdır" anlayışını benimsemesine yol açtı. Eskiden görüşlerini yüksek sesle dile getirmedikleri sürece kendi hallerine bırakılan muhalifler artık partiye üye olmaya, hükümet lehine dilekçelere imza atmaya, hatta 2.500 yıllık monarşiyi öven sözler söyleyerek sokaklarda yürüyüş yapmaya zorlanıyordu. Dahası, pazarların ve din kuruluşlarının işlerine beklenmedik bir biçimde burnunu sokan rejim, böyle yapmakla geçmişte kendisiyle geleneksel toplum arasında var olmuş pamuk ipliği gibi birkaç köprüyü de atmıştı. Yalnızca ulemayı tehdit etmekle kalmamış , aynı zamanda binlerce dükkân sahibinin, atölye sahibinin ve küçük işadamının da öfkesini üstüne çekmişti. Kısaca, diriliş partisi yeni bağlar kurmak bir yana olanları da kopardı. Bunu yaparken de nice tehlikeli düşmanı kışkırtmıştı.

Rejime istikrar kazandırması için Huntington'a başvuruldu, ama o da zaten zayıf olan rejimin istikrarını iyice bozmakla kaldı. Şah keşke işi oluruna bırakabilseydi.

İran İslam devrimi patlamaya hazır bir bomba gibi Şah'ın üzerine kara bulut gibi çökmeye ve 2500 senelik monarşiyi ortadan kaldırmaya hazırlanıyordu.
 
Aşağı doğru son hızla sardım ve sadece az renkli kızda duraksadım o kadar. Hiç sevmezler bizi bu Persler ve işleri güçleri fitne çıkarmaktır, kesinlikle dost değildirler uzak durulması lazımdır.
 

Bu Konuya Bakmış Kullanıcılar (Üye: 0, Ziyaretçi: 1)

Korsanfan.com Her Hakkı Saklıdır. 2008-2023.
Tasarım Korsanfan V.6.0
Yukarı Çık