Korsanfan.Com - One Piece Türkiye
Korsanfan.Com - One Piece Türkiye
Neler yeni

[İnceleme] Kıbrıs Barış Harekatına Giden Yol

Kıbrıs barış harekatının yıl dönümünün yaklaştığı şu günlerde sizler için Kıbrıs ile ilgili bir yazı hazırlamak istedim. Yakın tarihimizin bu mühim olayı aslına bakılacak olursa herkes tarafından unutmuş gözükmektedir. Peki ya biz adada yaşanan olayların ne kadarını biliyoruz? Özellikle bugün ülkeyi yöneten idareciler ve yetişmekte olan genç kuşaklar bu ülkenin Kıbrıs konusunda nerelerden geçtiğini tam manasıyla bilmiyorlar. Oysa bizim yakın tarihimizin en önemli olaylarının yaşandığı bu ada ile ilgili yaşanılanları çok iyi bilmek, analiz etmek ve ders çıkartmak zorunda olduğumuzu hatırlatmak isterim. Dolayısıyla sizinle aşağıdaki yazımda Kıbrıs’ın yakın tarihimizde ki hikayesini elimden geldiği kadarıyla anlatmaya çalışacağım. Bu hikayemiz zaman zaman çok kanlı ve acıklı, zaman zaman ise siyasilerin bu soruna yaklaşımını anlatan bir yazı olacak.

Aslında küçücük bir ada olan Kıbrıs 21.000 kilometrekare ile neredeyse Konya ilimiz büyüklüğünde, ancak milattan önce 4. asırdan beridir paylaşılamayan bir kara parçası; kim bölgede egemenlik kurmak istediyse mutlaka Kıbrıs’ı ele geçirmek istemiştir. Kıbrıs’ın, Mısır ve doğu akdeniz ticaret yollarının üzerinde bulunmasından dolayı tarih boyunca ve günümüzde dahi bu coğrafyada söz sahibi olmak isteyen devletlerin ilgisini çekmiş ve adaya hakim olmaya yitmiştir. Yakın tarihimizde yaşanan olaylara bu çerçevede baktığımızda İngiltere’nin adaya hakim olma nedeni de adanın bu konumundan dolayıdır. Özellikle 2. dünya savaşı sırasında Kıbrıs adası, malta adasıyla birlikte İngilizler için önemli bir üs konumundaydı. Adanın Türkiye için önemine bakacak olursak; Kıbrıs, Türkiye’nin Akdeniz’e açılan bütün kapılarını kapatmakta, İskenderun körfezi ve mersin Limanı’nın güvenliğini sağlamaktadır. Adanın yabancı bir devletin elinde bulunması Anadolu’nun güneyini tehlikeye sokabilir ve yunan kuşatma çemberinin tamamlanmasına neden olabilir. Bu bağlamda ise detaylarını aşağıda paylaşacağım konu içerisinde adada ikamet eden Türk halkının topraklarına bağlılıklarını ve direnişleriyle birlikte Türkiye’nin 1974 yılında neden adaya askeri müdahale yaptığını elimden geldiği kadarıyla anlatmaya çalışacağım. sayın @anglachelm nickli yazarımız bu konuyla ilgili yazısında (bkz: Kıbrıs) harekat konusunda yeterli bilgiyi vermiş ve olayların siyasi oluşumlarını da kısmi olarak değerlendirmiştir. ben ise harekat kısmını yüzeysel değerlendirip harekata kadar olan siyasi ve anarşik kısımları sizlerle paylaşacağım.

Bu ön değerlendirmeden sonra Kıbrıslı Türklerin, adasına bağlılığını gösteren ve Kamran Aziz Hanımefendi’nin sözünü yazdığı şarkıyla buyurun yazımıza başlayalım.

KIBRIS’TA OSMANLI DÖNEMİ

Kıbrıs adası Osmanlı İmparatorluğu’nun kontrolüne geçmeden önce Venediklilerin hüküm sürdüğü bir toprak parçasıydı. Ayrıca adada Venediklilerin himayesi altında doğu Akdeniz’de Osmanlı’ya ait gemilere akın yapan Hristiyan korsanları da bulunmaktaydı ve Venedikli yöneticiler bu korsanların barınmasına göz yumuyordu. Kıbrıs’ta üslenen korsanların Osmanlı gemilerine verdiği zararlardan dolayı Osmanlı yönetimi defalarca Venedik’e bu durumun düzeltilmesi için müracaat etmişse de bir sonuç çıkmamıştı. Bu korsanlar genellikle ticaret gemilerine ve hacca giden yolculara saldırarak buradaki yol güvenliğini tehdit ediyordu. Bu ve buna benzer nedenlerden ve stratejik öneminden dolayı Kıbrıs’ın Osmanlılar tarafından ele geçirilme gerekliliği elzem olmuştu.

1570'te Mısır’dan şeker ve pirinç getiren bir geminin Kıbrıs’ta barınan korsanlar tarafından zaptedilmesi üzerine, Lala Mustafa Paşa’nın teşvikiyle, Kıbrıs seferine karar verildi. Kıbrıs’ın fethi için Lala Mustafa Paşa serdar tayin edildi. Sefer için görevlendirilen 300 civarında gemi ile 60 bin asker, 1570 yılında üç grup halinde Kıbrıs üzerine hareket etti. Osmanlı ordusu 2 temmuz 1570'de Limasol’e çıktı ve 15 eylül 1570 tarihinde lala mustafa paşa, tören ile Lefkoşa şehrine girmiştir. Son olarak 4 ağustos 1571'de mağusa kalesinin Venedikli komutanı Bragadino’nun 5 maddelik bir antlaşmayla kaleyi teslim etmesi üzerine Kıbrıs seferi başarıyla sonuçlanmış ve ada tamamen Osmanlı idaresine girmiştir. Kıbrıs’ın ele geçirilmesiyle birlikte Osmanlı devleti, doğu Akdeniz’e tamamen hakim olmuştur. Kıbrıs fethedildiği tarihte adada az sayıda Ortodoks Rum vardı. Çünkü Venedikliler koyu Katolik’ti ve Ortodoks Kilisesi’ne yaşama hakkı tanımıyordu. Osmanlı devleti Ortodokslara serbestçe kilise kurma ve gelişme imkanı sağladı. Böylece adada Ortodoks kilisesi gelişti ve Katolik kilisesi etkinliğini kaybetti. 1571 yılında Kıbrıs’ta yapılmış olan nüfus sayımında yerli halk 150.000 kişiden oluşmakta ve adada yaklaşık 30.000 kadar Türk askeri bulunmaktaydı. Adanın tamamının kontrol edilmesini müteakip Karaman’dan adaya göç ettirilen Türkler ve Beyşehir, Ürgüp, Niğde, Aksaray, Akşehir gibi Anadolu’nun orta kesiminde kalan şehirlerinden aileler getirilerek adaya yerleştirilmiştir. Bugün adada yaşayan Kıbrıs Türklerinin (Kıbrıs harekatı’ndan sonra Türkiye Cumhuriyeti’nden gelenler hariç) soyu bu Osmanlı idaresinde adaya gönderilen Türklerden gelmektedir. Ayrıca Osmanlı tebaası içerisinde yolsuzluk yapan yöneticiler veya isyancılar da sürgün yeri olarak bu adaya gönderilmekteydi.

Anadolu’nun adeta tabii bir uzantısı olan bu adayı Osmanlı imparatorluğu 1571 yılından 1878 yılına kadar tam 307 yıl hakimiyeti altında tutmuştur. ancak zaman içinde Osmanlı devletinin zayıflaması ve dengelerin değişmesiyle Kıbrıs’a el atan büyük Britanya imparatorluğu olmuştur. 1877-1878 yılları arasında gerçekleşen kırım savaşında (93 harbi) Rus imparatorluğu karşısında yenilen Osmanlılar, Ruslara karşı fazla ödün vermemek amacıyla, birleşik krallık ile anlaşmaya vararak Kıbrıs adasını 92.799 sterline İngilizlere kiralamıştır. Bu anlaşmayı müteakip adada Osmanlı mülkiyeti devam ediyor sayılmakla birlikte, aslında yönetim tamamen birleşik krallığa geçti ve adayı "komiser" diye tabir ettiği yüksek rütbeli yöneticilerle idare etmeye başladı. 1914 yılında başlayan 1. dünya Savaşı’nda Osmanlı imparatorluğu Almanya’nın yanında savaşa girmesi üzerine birleşik krallık adayı ilhak edip adaya vali tayin etti. Osmanlı imparatorluğu o tarihlerde perişan ve hayatta kalma kavgası içerisindeydi. Dolayısıyla bu el koyma işlemine kimse sesini çıkartamamıştı. İngilizlerin devraldığı Kıbrıs o dönemde 500.000 nüfuslu bir adaydı. Bunlardan 400.000'i Rum, yaklaşık %20'lik kısmını oluşturan 100.000'i ise Türk asıllıydı. Türkler adanın dört bir yanına dağılmıştı. Adada ikamet eden Türkler genelde tarım, esnaflık ve memurluk işleriyle meşguldü. İngiltere akdeniz ve ortadoğuda ki hakimiyetini pekiştirmek için adada büyük bir askeri üs kurmuştu. bu askeri üsten bölgedeki her harekatı kontrol edebilecek ve doğu akdeniz ile ortadoğu’daki sömürgelerinin rahatlıkla hükmedebilecekti.

ENOSİS'İN DOĞUŞU

Enosis, ilk megali idea haritasının 1796 yılında yayınlanmasıyla beraber Kıbrıs’ı bir yunan adası haline getirerek Yunanistan ile birleştirmek ülküsüdür. Adanın 1878 yılında İngilizlere devredilmesi ile adadaki ensisi faaliyetleri daha fazla hız kazanmaya başlamıştır. Bunun bir nedeni de ingilizlerin yunan dostluğu ve bağımsızlığına sempati ile bakması olmuştur. Adanın kiralanmasıyla beraber Türkler ve Rumlar arasında çatışmalar yaşanmış, Yunanistan’ın tahrikleriyle ilhak faaliyetleri artmıştır. Hatta Rumlar İngiltere’nin ege adalarını olduğu gibi Kıbrıs’ı da kendilerine vereceğini düşünerek adaya gelen İngiliz yüksek komiserini sevinçle karşılamışlardır. Adada yaşayan Türk halkı ise adanın Yunanistan’a verilmesinden endişe duymaktaydı. Bu nedenle İngilizlerin yönetimin başına geçmesinden itibaren adadan Türkiye’ye çok sayıda göç hareketleri oldu. Bugünkü adadaki Rumların nüfus fazlalığının nedenlerinden birisi budur. Yunanistan ile Rumlar, ensisi doğrultusunda ellerine geçen her fırsatı değerlendirmeye çalışmışlardır. Yukarıda bahsettiğimiz nedenlerden dolayı 5 kasım 1914 yılında Kıbrıs’ın ingilizler tarafından tek taraflı ilhakı Rumlar tarafından bir fırsat olarak görülmüştür. ingilizlerin adayı ilhakından 3 gün sonra adanın başpiskoposu, İngiliz yüksek komiserliğine bir mektup yazmıştır. bu mektupta ilk defa ensisi ile ilgili fikirler yazılı olarak beyan edilmiş ve ingilizlerin adayı ilhak ederek yönetimi tamamen ele almaları ile ilgili memnuniyet dile getirilmiştir. Dolayısıyla Rumlar, Kıbrıs’ın ingilizler tarafından ilhak edilmesinin, ensisi yolunda atılan ilk adım olarak görmüşlerdir. Bunun son adımı ise kuşkusuz adanın Yunanistan’a katılması düşüncesi olacaktır. Rumların bu tutumları doğrultusunda adadaki Türk halkı yaşananlardan oldukça endişe duymuşlardır. Bu endişe nedeniyle kadı efendi, müftü efendi, evkaf murahhası İrfan bey ve meclisi üyesi Mehmet Şevki bey, Türk halkı adına endişelerini bildiren ve enosis’e karşı güvence talep eden bir mektup ile İngiliz yüksek komiserliğine başvurmuşlardır. Bu mektupta ayrıca adanın Yunanistan’a bağlanmasının nasıl bir felakete yol açacağı anlatılmıştır.

Osmanlı imparatorluğu ise 1. dünya savaşını kaybetmiş ve sonuç olarak serv anlaşmasını imzalamıştı. Yapılan anlaşmayı müteakip Yunanistan doğu trakya ile İzmir’e askerlerini çıkartmış ve megali idea politikasını gerçekleştirme yolunda önemli bir adım atmıştı. Yunanlıların 1920 ile 1921 yılı içerisinde Anadolu’nun içlerine doğru genişlemeye başlaması neticesinde, Kıbrıs Rum Ortodoks kilisesi de harekete geçmeye karar vermiş ve ilk ensisi plebisitini, bu tarihte gerçekleşmiştir. Yunan isyanının 100. yıl dönümü olan 25 Mart 1921’de 500 kilisede toplanan Rumlar, ilk enosis plebisitini yaparak ilhak yönünde bir karar almıştır. Rumlar plebisit sonucu ile birlikte bir mektup hazırlanmış ve bu mektupla bir heyet İngiliz yönetimine bir kez daha başvurarak ensisi talebinde bulunmuştur. Ancak adada bulunan İngiliz yüksek komiserliği bu talebi kesin dille reddetmiştir.

Kurtuluş Savaşı’nın ardından 24 temmuz 1923’te imzalanan Lozan antlaşması ile Türkiye cumhuriyeti kurulmuş ve Türk hükümeti uluslararası alanda tanınmıştır. Lozan antlaşmasının içerisinde bulunan 16. , 20. , 21. maddeleri ise doğrudan Kıbrıs ile ilgilidir.

Bu antlaşmanın 16. maddesi adanın hukuki durumuyla ilgili bir madde olup, Türkiye’nin antlaşmada belirtilen sınırlar dışında bulunan topraklar ile adalar üzerindeki sıfatlarından, hak ve egemenliklerinden vazgeçtiğini belirtmektedir.

Anlaşmanın 20. maddesinde ise Türkiye adayı İngiliz mülkü olarak kabul etmiş ve adadaki haklarından vazgeçmiştir.

Söz konusu antlaşmanın 21. maddesine göre ise 5 kasım 1924 tarihinde İngiliz tabiiyetinde kalanlar, Türk tabiiyetini kaybetmiş olacaklardır. Bununla beraber antlaşmanın yürürlüğe girdiği andan itibaren iki yıl içinde Türk tabiiyetinde kalmakta serbesttirler. Ayrıca bu haklarını kullanmaya başladıkları andan itibaren 12 ay içinde Kıbrıs adasını terk edeceklerdir.

Adanın İngiltere’ye ilhakını içeren kanunun 6 ağustos 1924’te İngiltere tarafından onaylanmasının ardından çok sayıda Kıbrıslı Türk, Türkiye cumhuriyeti vatandaşlığına geçmiş ve birçoğu adadan ayrılmak zorunda kalmışlardır. 10 Mart 1925’te ise ada İngiltere tarafından Kıbrıs kraliyet sömürgesi (cyprus crown colony) olarak ilan edilmiştir. Bu tarihten önce yüksek komiser ile yönetilen ada, bundan sonra atanan vali ile yönetilmeye başlanmıştır.

Mustafa kemal Atatürk’ün önderliğinde Lozan antlaşması ile uluslararası alanda tanınan Türkiye modernleşme ve inkılaplar yolunda ilerlemeye başlamış, İngiliz toprağı olan ada ile ilgili herhangi bir tavır içinde olmamaya özen göstermiştir. Bunun nedeni ise Lozan’da çözülemeyen Musul sorunu ve mübadele sorunu gibi sorunlara bir yenisini eklememektir. Fakat Türkiye gerek Kıbrıs’taki Türk varlığı, gerekse adanın stratejik konumu nedeniyle yine de ada ile bağlantısını kesmemiş ve Kıbrıs ile olan bağlarını hiçbir zaman koparmamıştır. Adaya 1925 yılında açılan Türk konsolosluğu aracılığıyla Türkiye her zaman Kıbrıs Türk toplumu ile ilişkilerini aktif halde sürdürmüştür.

1923-1928 yılları Yunanistan’ın askeri darbeler ve ekonomik sorunlarla başa çıkmaya çalıştığı yıllar olmuştur. 1928’de elefterios venizelos’un iktidara gelmesi Türkiye ile Yunanistan ilişkilerinde yeni bir sayfa açmıştır. venizelos’un, megali idea hedefleri çerçevesinde gerçekleştirdiği yayılmacı politikasından vazgeçmesi Atatürk tarafından memnuniyetle karşılanarak, bir süre için Türk-yunan dostluk sürecini beraberinde getirmiştir. venizelos’un Türkiye’ye 1930 yılındaki resmi ziyareti sonucu Türkiye ve Yunanistan arasında imzalanan antlaşmalar ile ilişkilerin gelişmesine büyük ilerleme sağlanmıştır. venizelos’un megali idea politikalarına geri dönmemesi ise 1933 yılında iktidarı bırakmasına yol açan nedenlerden biri olmuştur.

bu dönemde adada yaşanan önemli olaylardan biri ise 1929 yılında Kıbrıs Rum delegasyonunun İngiliz yönetimine ensisi isteklerini bildiren bir mektup daha vermesidir. Bu istek adanın İngiliz valisi tarafından yine olumsuz yanıt ile karşılaşmıştır. Rum heyetinin bu istekleri gerçekleşmeyince, kition piskoposu nicodimus milano liderliğinde 1931 yılında İngiliz idaresine karşı Rumlar ayaklanmışlardır. Rumların çıkardığı bu isyanlar sonucu bölgedeki Türkler de etkilenmişlerdir. 1943’e kadar süren bu terör dönemi sert müdahaleler ile bastırılmış ve 1931’den 2. dünya savaşı’na kadar adada baskı dönemi devam etmiştir. 1941 yılına gelindiğinde ise İngiliz yönetiminin adada siyasi örgütlenmelere izin vermesiyle beraber bazı yeni sorunlar ortaya çıkmıştır. Rumlar, akel (çalışan halkın ilerici partisi) partisi’ni kurarak örgütlenmeye başlamışlardır. Kilise ise komünist olarak gördüğü akel’e karşı Kıbrıs ulusal partisi’ni kurmuştur. Böylece Rumlar kendi içlerinde ideolojik bir bölünme yaşamışlardır. Kıbrıs’ta yaşayan Türkler ise Rumların bu teşkilatlanmasına cevap olarak, katak (Kıbrıs adası Türk azınlığı kurumu), milli parti, Kıbrıs milli Türk talebe birliği, Kıbrıs Türk kurumları birliği ve milli cephe partisi’ni kurarak örgütlenmeye gitmişlerdir.

Kıbrıs konusundaki Atatürk döneminde belirlenen statüko tek partili dönemde de sürdürülmeye çalışılmıştır. Bu dönemde de Kıbrıs adası Türk dış politikasında fazla bir yer işgal etmemiştir. Türkiye’nin bu yıllardaki yaklaşımlarına karşın yunan hükümetleri ise Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhakı konusundaki çalışmalarından vazgeçmemiştir. 2. dünya savaşı’ndan sonra Rumların ensisi çabaları artarak devam etmiştir. Türkiye ise Lozan statüsünü bozmamak ve soğuk savaş ortamında müttefik İngiltere’nin içişlerine karışır vaziyette olmamak için adaya ilişkin gelişmelerle pek fazla ilgilenmemiştir. Bu durumdan endişe duyan Kıbrıs Türkleri ise Rum girişimlerine karşı örgütlenmeye devam etmişlerdir. Müttefik kuvvetlerin 2. dünya savaşından zaferle çıkması ve on iki adaları Yunanistan’a vermesi ensisi hayallerinin tekrar canlanmasına neden olmuştur.

EOKA'NIN KURULMASI VE İLK EYLEMLER

dünya tarihinde kurulan tüm devletlerde olduğu gibi her devletin yükseliş dönemi olduğu gibi bir gerileme dönemi de vardır. İngiliz imparatorluğu 1940'lı yılların sonundan itibaren zayıflamaya ve kolonilerini kaybetmeye başlamıştı. İngiliz imparatorluğu artık eski günlerindeki gibi güneş batmayan bir imparatorluk değil; güneşin batmaya başladığı bir imparatorluk olmaya başlamıştı. Bu dönemde bütün dünyayı saran bağımsızlık rüzgarları kısa sürede kıbrısada sıçradı. 1947 yılında bir defa daha kiliselerin duvarlarına enosis yazılmaya başladı. Kıbrıslı Rumlar yine Yunanistan ile birleşmek istiyordu. Rum Ortodoks kilisesi ortaya çıkan fırsatı görmüş ve Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlamanın tam zamanı olduğuna kanaat getirmişti. Bu dönemde kilisenin Yunanistan’a ilhak etme mücadelesi her geçen gün güçlenerek devam etti.

1947 yılında Kıbrıs’ta İngiltere’nin desteğiyle, kurucu meclis çalışması yapılmıştır. Bu çalışma esnasında akel, ada halkının kendi kendini yönetme yani özerk siyasal yönetim hakkının verilmesini isterken, Türkler bu fikre karşı çıkmışlardır. İngiliz vali ise self goverment (kendi kendini idare) hakkı olmayan bir anayasa taslağını tartışılmak üzere kurucu meclise getirmiştir. Bu öneri üzerine akel kurucu meclis çalışmalarını terk etmiş ve 12 ağustos 1948’de meclis feshedilmiştir. Bunun üzerine akel ise İngiliz yönetimine sert tepki göstererek enosis’i desteklemeye başlamıştır. Böylece Rumlar adada self determinasyon hakkını tek yol olarak seçmişlerdir. Kilise ise akel ile mevcut rekabetinden dolayı ensisi çabalarını arttırmıştır. 21 Kasım 1949’da Rumlar birleşmiş milletlere ensisi için self determinasyon başvurusunda bulunmuşlar ve bu doğrultuda plebisit çalışmalarına başlamışlardır. Bu esnada kilise Rum halkına plebisite katılmaları çağrısında bulunmuştur. Türker’in Rumların artan ensisi çabalarına karşı tepkileri ise 11 Aralık 1949’da Lefkoşe’nin Ayasofya meydanında düzenlenen mitingler ile olmuştur. Bu mitingden kısa süre sonra, Rumlar tarafından 15 Ocak 1950 tarihinde resmi olmayan plebisit düzenlenmiştir. Bu plebisitin sonucu ise beklendiği gibi çıkmış ve plebisite katılan 224.747 kişiden 215.108'i yani %96'lık kısmı enosis'i yani Yunanistan ile birleşmeyi kabul etmiştir. Bu plebisitin ardından kilisenin başına ensisi taraftarı genç bir papaz başpiskopos olarak seçildi. Kıbrıs’ın kaderini yönlendirecek bu kişinin adı makarios idi.

bütün bu gelişmelere karşın Kıbrıs konusu, gerek Türkiye gerek Yunanistan tarafından resmi bir sorun olarak siyasal platforma taşınmamıştır. Bu noktada, cumhuriyet halk partisi iktidarının son dışişleri bakanı Necmeddin sadak, 23 Ocak 1950 tarihinde mecliste yaptığı konuşmada, “Kıbrıs meselesi diye bir mesele olmadığını…” savunarak, İngiltere’nin adayı bir başka devlete vermek niyetinde bulunmadığını, bu nedenle gençlerin “beyhude yere heyecana kapıldıklarını…” öne sürmüştür. Demokrat parti’nin, 14 Mayıs 1950 seçimlerini kazanarak iktidarı devralmasından sonra, dışişleri bakanlığı görevine getirilen Profesör Doktor Fuad Köprülü de, 20 Haziran 1950 tarihinde yapılan parti grup toplantısında, Sadak’ın görüşlerini benimsediğini ortaya koymuş ve şunları söylemişti;

“Kıbrıs meselesi diye şimdilik bir mesele bizim gündemimizde yoktur. Çünkü yunan hükümeti de resmen Kıbrıs meselesiyle meşgul olmamaktadır. Bundan dolayı dışişleri de böyle bir hadisenin mevcudiyetinden resmen haberdar değildir.”

O günlerde Türkiye’nin Kıbrıs konusundaki bu duyarsızlığına karşın Yunanistan tam tersine bir politika izlemeye başlamıştı. Yunan başbakanı sofokles venizelos, daha önce babası elefterios venizelos’un Girit’te uyguladığı ve Girit’in Yunanistan’a katılmasıyla sonuçlanan senaryonun bir benzerini gerçekleştirmek için kolları sıvamıştı. sfokles venizelos, 16 Şubat 1951’de yunan parlamentosu’nda yaptığı konuşmada bu niyetini şöyle açığa vurmuştu;

“biz, Kıbrıs adasının ilhakını bugün değil, 1915 senesinden beri defalarca istedik. O zamandan bugüne kadar, iş başına gelen bütün yunan hükümetleri de bu talebi tekrarladılar. Biz yeni bir müracaatta bulunmadıysak, bu işten vazgeçtiğimiz manası çıkarılmamalıdır. Dolayısıyla Kıbrıs’ı istemekten hiçbir zaman vazgeçecek değiliz.”

sofokles venizelos konuşmasında; Kıbrıs’ın ülkesine bırakılması durumunda, Amerika birleşik devletleri ve İngiltere’ye bu adada askeri üsler verebileceklerini de söyleyerek bu ülkelerin desteğini kazanmayı umuyordu. Bu gelişmeler üzerine, dönemin cumhurbaşkanı Celal Bayar’a açık bir mektup yazan Kıbrıs Türk temsilcileri, Yunanistan’ın adayı resmen istediğine dikkati çekerek, Kıbrıs’ın “Türk tarihinde ikinci bir Hatay olması için…” çaba gösterilmesini istemişlerdir. Yunanistan ise, bu dönemde Kıbrıs konusunun bir an önce ve resmen uluslararası platforma çekilmesini sağlamak için çalışmalara başlamıştır. Bu amaçla Yunanistan’ın birleşmiş milletlerdeki temsilcisi loukis akritas, 17 Aralık 1951 tarihinde, insan hakları komitesinde yaptığı konuşmada; İngiltere’yi, adanın Yunanistan ile birleşmesine engel olmaması için uyarmış ve 1950 yılında, adada yapılan resmi olmayan plebisite atıfta bulunarak; “halkın % 96’sının Yunanistan ile birleşmek için oy verdiğini ve buradaki nüfusun da % 81 ‘e yakın bir kısmının Rum olduğunu…” öne sürmüştür. O günlerde, Yunanistan başbakanı papagosunda, Kıbrıs konusunu birleşmiş milletler gündemine getirmeleri için, bu kuruluştaki yunan temsilcilerine talimat verdiği yolunda basında haberler çıkmıştır. Bu dönemde Kıbrıs Rumları adına hareket eden makarios da, İngiliz işçi partisi milletvekili tom criberg’e;

“birleşmiş milletlerin kararı ne olursa olsun, bu konudaki tek çözüm yolunun adanın Yunanistan’a katılması olduğunu…” söylemiştir.

Bu dönemde Türkiye’de ise, muhalefet, iktidarı Kıbrıs konusunda “tavırsızlıkla” suçlamıştır. 10 Ekim 1953’te c.h.p genel sekreteri Kasım Gülek bir demecinde “Türkiye’nin Kıbrıs’la ilgili olduğunu ve Kıbrıs’ta yapılacak her değişiklikte söz sahibi olacağını” söylemiştir. Dönemin dışişleri bakanı Fuad Köprülü ise 1 Nisan 1954’de TBMM’de yaptığı bir konuşmada “Kıbrıs üzerinde Türkiye’nin de söz sahibi olduğunu, adanın Yunanistan’a verilmeyeceğini” söylemiştir. 31 ağustos 1954’te bir açıklama yapan menderes ise, Türkiye’nin Yunanistan’a ilhakının hiçbir zaman kabul edemeyeceğini belirtmiştir.

Bu sırada Yunanistan ise, daha önceden planlandığı gibi, Kıbrıs konusunu 24 Eylül 1954 tarihinde resmen gündeme getirerek, bu sorunu birleşmiş milletler toplantısında 19 olumsuz, 11 çekimser oya karşın, 30 oy ile gündeme aldırmayı başarmıştı. Bu oylama sırasında; Sovyet bloku, Yugoslavya, Irak dışındaki Arap devletleri, Birmanya, Endonezya Filipinler ve Meksika, yunan görüşüne olumlu oy vermişlerdir. Kıbrıs konusunun birleşmiş milletlerin gündemine alınmaması yolundaki İngiliz önerisine ise; Avustralya, Belçika, Danimarka, Dominik cumhuriyeti, Fransa, Güney Afrika cumhuriyeti, Hollanda, İsveç, kanada, Kolombiya, Liberya, Lüksemburg, Norveç, Paraguay, Peru, Şili, Türkiye ve yeni Zelanda olumlu oy vermişlerdir. Amerika birleşik devletleri, Arjantin, Bolivya, Brezilya, Habeşistan, Hindistan, Irak, İran, Pakistan, Panama ve Venezüella çekimser oy kullanmışlardır. Bu oylamadan sonra söz alan İngiliz yetkililer ”her şeye karşın meselenin görüşülmesi halinde, müzakereleri terk edecekleri” tehdidinde bulunmuşlardır. Türkiye, Kıbrıs konusunun birleşmiş milletlerin gündemine alınmasına sert tepki göstermiş, iktidarın 30 Eylül 1954 tarihinde yaptığı açıklamada; Yunanistan, Lozan Antlaşması’na uymamakla suçlanmış ve adanın “başka bir devlete devrinin söz konusu olması durumunda bu devletin, Türkiye olması gerektiği…” görüşüne yer verilmiştir ki; bu görüş, 1956 yılına kadar demokrat parti iktidarının savunacağı “ilhak politikasının da temelini oluşturacaktı. Birleşmiş milletler’in yunan başvurusunu olumlu karşılamasının bir sonucu olarak Kıbrıs konusu, bu kuruluşun 14 Aralık 1954 tarihindeki oturumunda ele alınmış, aynı gün siyasi komisyonda söz alan Türkiye temsilcisi Selim Sarper, Yunanistan’ın ensisi doğrultusunda bir politika izlemesini eleştirdikten sonra, bu adanın Türkiye için taşıdığı önemi açıklamıştır. Siyasi komisyon, Yeni Zelanda’nın önerisi üzerine, 11 çekimsere karşı, 49 olumlu oy ile BM’de Kıbrıs konusundaki görüşmelere devam edilmesi yolunda bir karar almıştır. Bu karar üzerine, Yunanistan’da binlerce öğrenci sokağa döküldü, gösteriler yapıldı ve olayların da çıktığı bu gösterilerde Amerika ile İngiliz bayrakları ve ABD başkanı Eisenhower’ın fotoğrafları yakıldı. kıbrıstada, Rumlar 24 saat süreyle greve gittiler ve buradaki olaylarda da bir kişi öldürüldü, 13 kişi yaralandı ve tutuklananların sayısı 200’ü buldu. Bu olaylar olduğu sırada Yunanistan, Türkiye’ye bir nota vererek, Selim Sarper’in konuşmasını protesto etti. Türkiye ise, birleşmiş milletlerin kararını olumlu karşıladı. Hatta başbakan menderes bu kararı “Kıbrıs meselesinin kapanması” şeklinde yorumladı. 15 Aralık 1954’te BM genel kuruluna getirilen Yunanistan’ın self determinasyon isteği reddedilmiş gözüküyordu. Birleşmiş milletler’in kararından sonra Yunanistan, Kıbrıs’ın kendine verilmeyeceğini anlamış, adada terör faaliyetlerini tırmandırmaya başlamıştır. Bunun için 1954 yılında eoka adlı bir yeraltı örgütü kurulmuş ve örgütün başına albay yeoryos grivas getirilmiştir. eoka’nın kuruluş sürecine bakarsak; ilk gizli görüşmeler 2 Temmuz 1952 yılında makarios’un başkanlığında yapılmıştır. Bir ihtilal konseyi kurulmuş ve ensisi için gizli yeminler edilmiştir. eoka’nın kurulmasından sonra silahlı eylemler için Yunanlılar, saint george adındaki bir tekneyle adaya ilk defa silah sevkiyatı yaptı. Artık her şey hazırdı. Hedef Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanması, slogan ensisi, siyasi lider başpiskopos makarios, askeri lider grivas ve gizli örgütün adı ise eoka (ethniki organosis kyprion agoniston) idi. bundan sonra geriye gösteri ve suikastlar ile İngilizleri bıktırıp adadan çekilmelerini sağlamak kalmıştı. Her şey yolundaydı ve kilise Kıbrıs’ı Yunanistan’a hediye edecekti. Rumların enosis mücadelesi İngilizleri kısa zamanda rahatsız etmeyi başardı. 1954 yılından itibaren ada her gün bir patlama, gösteri veya eoka'nın bir suikast girişimiyle sarsılmaya başlamıştı. İngilizler çok sert ve olağanüstü durum yasaları çıkarttılar. Bu dönemde İngilizler dağdaki eoka'cı militanları yakalamak için Rumlara sokağa çıkma yasağı ve ağır para cezaları uyguladı. Bu yöntemler kısa sürede sonuç verdi. Ayrıca her eoka militanını yerini söyleyene büyük ödüller vaat edildi. Bu muhbirler İngilizlere eoka gerillalarının yerlerini göstererek bu kampanyaya büyük katkıda bulundular. Bu dönemde İngilizler özel kuvvetler oluşturarak dağları didik didik aramaya başladı. Bu anti terörist kampanyanın asıl amacı ise eoka lideri grivas'ı yakalamaktı. Ancak İngilizler tüm çabalarına rağmen grivas'ı yakalayamadı, ama dağdaki eoka militanlarını saklandıkları yerlerden çıkartarak cezalandırdılar. Bu kampanya ve sert ceza yöntemleri eoka yapılanmasına darbe vurdu. Ancak Rumların mücadele hırsını daha da arttırdı. Tüm Kıbrıs Rumlarının bağımsızlık simgesi eoka haline gelmişti. Bu dönemde Türk toplumu ise adeta unutulmuş ve kimsenin farkına varmadığı bir toplum olarak gelişmeleri izlemekle yetiniyordu. Sanki bu topraklarda Türkler yaşamıyormuş gibi göz ardı ediliyorlardı. Oysa bu dönemde Türkler iki ateş arasında kalmış ve gelişmeleri büyük bir kaygı içerisinde izlemişlerdi. 2. dünya savaşının Amerika’nın zaferiyle sonuçlanmasını müteakip komünizm tehlikesine karşı Yunanistan ile Türkiye’ye Marshall yardımları yapılmaya başlanmış ve Kore de süren savaşa asker yollamaları karşılığında iki komşu ülkeyi NATO’ya sokma vaatleri verilmiş ve iki komşunun bu savaşa katılmaları üzerine NATO’ya alınma sözü yerine getirilmişti. Dolayısıyla bu iki komşu ülkenin çıkarları birbirlerine dost görünmek üzerineydi. Adada ikamet eden Türk toplumu içerisinde bu tehlikeli gelişmeleri ilk gören doktor fazıl küçük oldu. Fazıl küçük bayrak adlı gazetesiyle Türkiye’yi uyandırmayı çalışıyordu ve yanında da gencecik bir Türk savcı bulunmaktaydı. Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhak etmemesi için mücadele eden bu savcının ismi ise Rauf Denktaş’tı. Rauf Denktaş bu dönem için verdiği bir mülakatta fazıl küçüğün gazetesiyle muazzam bir mücadele verdiğini ve o dönemde ikiye ayrılmış Türk toplumunun (İngilizlerden yana olanlar ve anti İngilizler) üzerinde büyük bir baskı olduğunu belirtmiştir. Bu olaylar ışığında artık iş başa düşmüştü. Türkiye’de yaşayan Kıbrıslıların da desteğiyle ''Kıbrıs Türk dernekleri'' adı altında yeni bir örgütlenmeye gidildi. Bu dernek iyi bir teşkilatlanmayla köylerde şubeler ve Türk okulları açmaya başladı. Bu olaylar ışığında senelerdir birbiriyle iç içe yaşamış bu iki toplumun belirgin şekilde ayrılmaya başladığı görülmekteydi. Ancak asıl ayrışmayı sömürge yönetiminde bulunan İngilizler gerçekleştirmiş oldu. İngilizlerin klasik böl ve yönet prosedürünü uygulaması ise bu tarihlerde gerçekleşmiş oldu. İngilizler adaya ek polis kadrosu getiremediğini bahane ederek polis ihtiyaçlarını Türk toplumundan karşılamaya başladılar. Dolayısıyla Kıbrıslı Türkler ile Rum toplumunu karşı karşıya getirecek bu hamle tamda böl ve yönet mottosuna uygun bir hareketti. Rumların savunduğu dava ''enosis'' iken Türklerin savunduğu dava ise ''Kıbrıs trüktür ve Türk kalacaktır'' savlarıydı. Türk toplumu bir şekilde ana vatanda bulunan Türklerin geleceğine ve müdahale edeceğine inanmaktaydı.

ŞİDDETİN ARTMASI VE 1. LONDRA KONFERANSI

İngilizlerin adada yaptığı hamleler ve Yunanistan’ın uluslararası arenada yaptığı bu çıkış üzerine ateşlenen fitil adada 1 Nisan 1955 tarihinde patladı. Bu tarihte Türk ve Rum toplumları büyük bir çatışma içerisine girdiler. Bu çatışmalar sırasında tutuklamalar birbirini kovaladı. Kıbrıs’ta terör olaylarını gerçekleştiren eoka’nın bu olaylar sırasında İngilizlere de zarar vermesinden rahatsız olan Kıbrıs valisi john harding, bu olayların artmasından sorumlu tuttuğu makarios ve üç eoka’cıyı seychelles adalarına sürgüne gönderdi. Bu sürgün, gerek Yunanistan’da gerekse Kıbrıs Rumları arasında büyük tepkilere yol açmış, Atina’da yapılan gösteriler sırasında, 75 kişi yaralanmış, Girit’teki İngiliz konsolosluğu kapatılmış, Kıbrıs’ta ise Rumlar genel greve gitmişlerdir. makarios’un sürgüne gönderilmesinden sonra meydana gelen olaylarda yine artışlar görülmüş, ilk yirmi gün içinde çıkan olaylarda, 2’si Türk, 8’i İngiliz ve 12’si de eoka’cı olmak üzere, toplam 22 kişi yaşamını yitirmiş ve 39 kişi de yaralanmıştır. Bu olaylar ayrıca ciddi maddi zarara yol açmıştır. Bu olayların gerçekleştiği dönemde Türkiye ise Yunanistan ile iyi ilişkilerini bozmamak ve İngiltere’yi rahatsız etmemek için olaylara pek müdahil olmuyordu. Ancak genel yaklaşımı halen ''eğer İngiltere Kıbrıs’ı terk edecek olursa; ada asıl sahibi olan Türkiye’ye verilmeli'' şeklindeydi.

Ancak Ankara’nın asıl uyanışı yine İngiltere’nin bir girişimiyle gerçekleşti. İngiltere 1955 yılında Londra’da bir konferans toplanması kararı aldı. Amaç Kıbrıs’ın geleceğinin tartışılmasıydı. İngiltere ilk defa Türkiye’yi de bu konferansa davet etti. Yani adada Türklerin de hak sahibi olduğunu göstermiş oldu. Yunanistan ise Türkiye’nin bir taraf dahi olamayacağını açıkladı. Atina hükümeti Kıbrıs konusunda bir defa daha resmi tutumunu göstermişti. Aynı dönemlerde Denktaş gibi savcı olan glafkos kliridis'de Kıbrıs’ın Yunanistan ile İngiltere arasında konuşulması gereken bir sorun olduğunu ve Türkiye’nin burada bir taraf olmadığı görüşündeydi. İşte Rumlar ve Yunanlıların en büyük yanılgısı burada ortaya çıkmıştı. 29 ağustos-7 Eylül 1955 tarihleri arasında yapılan birinci Londra konferansında Türkiye’nin görüşlerini açıklayan dışişleri bakanı Fatin rüştü zorlu, self determination ilkesine tümüyle karşı olmamakla birlikte, bunun “bir adaletsizlik, huzursuzluk, güvensizlik ve kargaşa unsuru haline gelmesinin önlenmesini ve toplumlar arası eşitlik esasının sağlanmasını” istedi. Konferansta Yunanistan ise self determinasyon ve enosis isteğini yinelemiştir. İngiltere dışişleri bakanı harold macmillan ise İngiltere’nin NATO ve Bağdat paktı içinde üstlendiği görevleri yerine getirebilmesi için Kıbrıs’ın tümünün İngiltere’nin elinde kalması gerektiğini öne sürmüştür. Bu konferansın devam ettiği sırada, İstanbul’da 6-7 Eylül olayları olarak bilinen olaylar meydana gelmiş, bu olayların yarattığı olumsuzlukların bir sonucu olarak konferans, bir sonuç alınamadan dağılmıştır. Konferansta, İngiltere dışişleri bakanı macmillan’ın self determination önerisine oldukça soğuk baktığı ortaya çıkmıştır. Fatin rüştü zorlu ise, İngiltere’nin önerdiği “dahili muhtariyet” planına sıcak bakmakla birlikte, bu çözümün dışında bir yola gidilecekse, adanın Türkiye’ye geri verilmesi gerektiği yolundaki görüşlerini bir defa daha tekrarlamıştır. Başka bir deyişle, bu konferansta İngiltere’nin, Ortadoğu ve doğu Akdeniz’deki güvenliğini tehlikeye düşüreceği endişesiyle, Kıbrıs’tan çekilmek niyetinde olmadığı, ancak adaya self goverment verilmesi yolundaki görüşü kabule yatkın olduğu anlaşılmıştır. Yunanistan’ın ise, adaya self goverment verilmesi konusundaki ısrarından vazgeçmeyeceği anlaşılmıştır. 6-7 Eylül olaylarından sonra ortaya çıkan gerginlik, Türkiye’nin olaylarda zarar görenlere tazminat ödemeyi kabul etmesi ve 24 Ekim 1955 tarihinde İzmir’de Yunanistan’a tahsis edilen başkonsolosluk binasına bayrak çekilmesi töreninde ulaştırma bakanı muammer Çavuşoğlu’nun da bulunmasıyla, biraz olsun azaltılabilmiştir.

İngiltere bir süre sonra, kendi çıkarlarını da zedeleyeceği endişesiyle, self determination yolundaki çözüm önerisine karşı ilgi duymaktan vazgeçmiş, bununla birlikte self goverment yolunu açacak olan bir anayasanın hazırlanması için gerekli çalışmalara başlamıştır. Bu durum Türk hükümeti tarafından da olumlu karşılanmıştır. Kıbrıs ile ilgili gelişmeler menderes hükümeti ve Türk kamuoyunun en önemli dış sorunu olarak gündemde kalmaya devam etmiştir. Buna uygun olarak demokrat parti grubu da Kıbrıs konusunda sık sık toplantılar yaparak Yunanistan’ın iddialarını ele almıştır. Demokrat parti grubu, 5 Temmuz 1956 tarihindeki toplantısında bir bildiri metni hazırlamış ve bu bildiride; Kıbrıs’ta yaşayan 500.000 kişilik nüfustan en az 120.000’inin Türk olduğu ve bunların ada topraklarının 6/4’ üne sahip oldukları, geriye kalan nüfusun büyük çoğunluğunun ise, yunan asıllı olmayıp levantin olduğu. Yunan isteklerinin Lozan antlaşması ile bağdaşmadığı şeklindeki görüşlere yer verildikten sonra Yunanistan’ın bu isteklerinde ısrar etmesi durumunda bütün Trakya ve oniki adalar sorunlarının gündeme getirileceği hatırlatılmıştır. Kıbrıs sorununda çözümsüzlük devam edip giderken, mısırda iş başına gelen darbeci yönetimin Süveyş Kanalı’nı devletleştirmesi, Kıbrıs adasının İngiltere açısından önemini daha da arttırmıştı. İngiltere gerek bu olumsuzluk gerekse Rum terörünün giderek artmasından duyduğu endişenin sonucu olarak, Kıbrıs’a bir alaydan oluşan bir paraşütçü birliği göndermiştir. Bundan sonra bile Rum terörü devam etmiş, 1956 senesi içerisinde birçok İngiliz askeri öldürülmüştür. Sadece 1956 yılı kasım ayında meydana gelen olay sayısı 416’yı bulmuş, bu olaylarda tutuklananların toplamı da 693’e ulaşmıştır. İngiltere 1956 yılında, Türkiye’nin itirazlarına ve makarios’un reddetmesine karşın, Kıbrıs’a “mahalli muhtariyet verilmesi” için çabalarını sürdürmüş ve bu amacı gerçekleştirmek için de lord radcliffe’e bir anayasa tasarısı hazırlatmıştır. Bu tasarıda self determination konusuna yer verilmemekle beraber, self goverment üzerinde sıkça durulmaktaydı. 19 Aralık 1956 tarihinde kabul edilen bu anayasaya göre, kurulması öngörülen ve 36 üyeden oluşacak olan Kıbrıs meclisinde; Türkler 6, Rumlar 24 üye ile temsil olunacak, geriye kalan 6 üye de adanın valisi tarafından seçilecekti. Kurulması planlanan kabinede ise, Türklere yalnızca bir bakanlık verilecekti. Aynı tarihte İngiltere sömürgeler bakanı lennox boyd, avam kamarasında yaptığı konuşmasında;

“İngiliz Hükümeti’nin, Kıbrıs gibi gayet karışık bir ahali için self determination hakkının tatbiki için muhtelif hal çareleri arasına adanın taksimi hususunun da ithal edilmesi gerektiğini kabul etmektedir.” diyecekti.

İngiltere 1957 yılından sonra peş peşe yeni plan önerilerinde bulunmuştur. 1957 yılındaki foot planı bunlardan biridir. foot planı, makarios’un sürgününü bitiren, Rumlar ve Türkleri eşit taraf kabul eden bir süreci planlıyordu. Ancak ne Türkiye, nede Yunanistan bu planları kabul etmemiştir. Bu plan kabul edilmeyince macmillan’ın yeni geliştirdiği plan devreye girmiştir. Fakat bu planda da uzlaşma sağlanamamıştır 28 Mart 1957 yılında ise makarios’un sürgünü sona ermiştir. Sürgünün sona erdirilmesi ise Türkiye’nin tepkisini toplamıştır. Başbakan menderes ise sürgün kararından dolayı Yunanistan’a verdiği demeçlerle tepkisini sert bir şekilde dile getirmiştir.

Bu gelişmeler neticesinde, Türkiye 1957 yılının başından itibaren Kıbrıs konusuna ağırlığını iyice koymaya başladı. Bunun bir nedeni İngiltere’nin yukarıda bahsi geçen yaklaşımı, diğer nedeni ise eoka'nın o tarihten itibaren Türk toplumunu da düşman olarak görmesi ve Türklere karşıda silahlı eylemleri çoğaltmasıydı. Bu dönemde eoka'nın hedefi sadece İngilizler değil, enosis'e karşı çıkan tüm topluluklara karşı, dolayısıyla Türkleri de hedef haline getirmişlerdi. Oysa adadaki Türk toplumu bu şiddet olaylarına karşı hazırlıksız, savunmasız ve adanın dört bir köşesine dağılmış şekilde yaşıyorlardı. 1958 yılının ocak ayından itibaren eoka Türk köylerine karşı saldırılarını arttırmaya başlamıştı. Türk toplumu ise bu olaylar üzerine silahlanmaktan başka çare kalmadığını anlamış oldu. Bu dönemde doktor fazıl küçük başkanlığında ‘’Kıbrıs trüktür partisi’’ kuruldu ve önceden kurulmuş bütün dernek ve partiler bir çatı altında toplandı. Aynı dönemde ayrıca ‘’Kıbrıs Türk kurumları federasyonu’’ oluşturuldu ve başına da Rauf Denktaş getirildi. Ancak bu oluşumlar Rumları durdurmaya yetmedi. Rumlar ardı ardına saldırılar ve suikastlar düzenlemeye devam ediyordu. Bunun sonucunda birkaç ay içerisinde Türklerin kaybı 50'yi aştı ve panik başladı. Bu dönemde ‘’Kıbrıs Türk federasyonunun’’ başında bulunan Rauf Denktaş’a başvuran Türkler, Rumlara karşı direnmek için silah talebinde bulunmaya başlamıştı. Rauf Denktaş bu konuyla ilgili bir anısında;

''olayların büyümesi üzerine köylüler bana koşup silah istemeye başladılar. Bir süre sonra köylüler kendi arasında fısıltı halinde birbirlerine silahları federasyonun vereceğini söylemişler. Ancak silahları almaya 3 kişiden fazla gidilirse silah alamayacakları söylenmiş. Bunun üzerine yanıma bir gün 3 kişi geldi. Ben bu arkadaşlara ''-ne istiyorsunuz?'' diye sordum. Bu arkadaşlarda ''-3 kişi geldik anlamadın mı?'' diye cevap verdi. Ben ise konunun ne olduğunu bilmediğim için anlamadığımı izah ettim ve bana olayı anlattılar. Kendilerini korumak isteyen bu soydaşlarımıza yok diyemezdim. Yoksa maneviyatları ve umutları kaybolurdu. Bunun üzerine ''-şu yerde bir depomuz var. Bu depo İngilizlerin ablukası altında bulunmaktadır. Bu silahları almaya bir arkadaşı gönderirsem ve İngilizler tarafından yakalanırsa idam edilir. Ya bekleyin yada tehlikeyi göze alın.'' dedim. Bunun üzerine köylüler ''yok efendim bekleriz'' dediler. Aslında ne depo vardı nede silah vardı.''

Aslında İngilizler bir bakıma bu gelişmelerden memnundu. Önceleri kendileri hedef halindeyken şimdi Rumlar ve Türkler arasında hakem rolünü üstlenmişlerdi. Yunanistan’dan gelen silahlar ve grivas'ın yönetimindeki eoka'nın düzenli saldırıları Türkleri yavaş yavaş yerlerinden göç ettirmeye ve kendilerini savunmak için kantonlar oluşturmaya başlamıştı. Türkiye’den herhangi bir yardım gelmediği için tek çareleri ev yapımı silahlardı. Bu silahlardan en ilginç buluşu yapan ise pehlivan adlı gönen ovasındaki bir Türk’e aitti. Bu silahın ilk denemesi ise ilginç sahnelerin yaşanmasına neden olmuştur.

’silah 3 ayaklı sehpa üzerine yerleştirilmiş bir namlu içermekteydi. Bu namluya ise bir fitil bağlanmıştı. Silahı denemeye gelen yetkililer nasıl çalıştığını ve ne olacağını sorunca ''-muazzam bir silahtır'' cevabı alırlar. Silahı ateşlemek için hazırlıklar yapılırken yetkililerden birisi her ihtimale karşı silahın arkasındaki su hendeğinin içerisinden ateşlenmesini önerir ve bu öneri kabul görür. Silah ateşlendikten sonra hendeğe girilir ve birkaç saniye sonra muazzam bir gürültüyle patlama gerçekleşir. Ancak silah ileri doğru değil hendektekilerin kafasının üzerinden sehpasıyla uçarak geçer. Kısaca silah denemesi sırasında öneriyi kabul etmeyip hendeğe girmemiş olsalardı yaralanma veya ölüme kesin sebebiyet verecek bir deneme gerçekleşmiş olacaktı. Bunun üzerine yetkililer silahı tasarlayan kişiye ''-nedir oğlum bu rezalet?'' diye sorar. Silahı tasarlayan kişinin cevabı ise hayli ilginçtir ''-ama sesi ne güzeldi değil mi? şeklinde cevaplar.''

Adada bu gelişmeler olurken Türkiye’de demokrat parti, 1957 seçimlerinden % 47.70 oy alarak ve 424 milletvekilliği kazanarak çıktı. Demokratlar son olarak katıldıkları bu seçimlerde, az da olsa oy kaybına uğradılar. Seçimler sonucunda, yeniden hükümeti kurmakla görevlendirilen Adnan menderes, beşinci kabinesini kurduktan sonra, 4 Aralık 1957 tarihinde hükümet programını meclise sundu. Menderes bu programı sunarken yaptığı konuşmada Kıbrıs ile ilgili olarak şu görüşlere yer verecekti;

“Kıbrıs’ın taksimine razı olmak suretiyle yapabileceğimiz fedakarlığın hududuna varmış bulunuyoruz. Adadaki Türk cemaatinin istikbalinin korunması için aldığımız bu kararlı durumun muhafaza olunacağını bir kere daha teyit ederiz.”

Başbakanın bu konuşmasından da anlaşılacağı gibi, demokrat parti, bir ödün olarak gördüğü ve katlandığı “taksim” tezinde karar kılmışken, Yunanistan, 9 aralık 1957 tarihinde, Kıbrıs sorununu yeniden birleşmiş milletler’in gündemine alınmasını sağladı. Yunanistan’ı; Suriye, Mısır, Yugoslavya, Sovyet Rusya ve doğu bloku devletleri desteklediler. Ancak yunan tezi olan self determination, birleşmiş milletler siyasi komisyonunda; 33 lehte, 20 aleyhte ve 25 çekimser oy alabildi. Son kararı veren birleşmiş milletler genel kurulunda ise; yunan tezine; 31 olumlu, 23 olumsuz, 24 çekimser oy verildiğinden ve çoğunluk sağlanamadığından, yunan tezi (self determination) reddedilmiş oldu. Kıbrıs sorunundan dolayı, NATO’da Türkiye ile Yunanistan arasında meydana gelen soğukluğu gidermek için harekete geçen NATO genel sekreteri paul spak, 1957 sonunda, Paris’te yapılan NATO toplantısında, Türkiye başbakanı Adnan menderes ile Yunanistan başbakanı kostantin karamanlis’i bir araya getirerek, üçlü bir toplantı düzenledi. Bu toplantıda; İngiltere dışişleri bakanı selwyn lloyd da hazır bulundu ancak bu görüşmeden de olumlu bir sonuç alınamadı. Başbakan menderes, bu toplantılar sırasında ABD başkanı Eisenhower ile de bir görüşme yaptı. Bu görüşme; Türkiye’nin “taksim” tezinden de ödün vermesinde etkili olmuştur. Başbakan menderes, bu toplantı dönüşünde, 26 Aralık 1957 tarihinde, yapılan demokrat parti meclis grubu toplantısında yaptığı konuşmada; Yunanistan’ın adaya yasa dışı olarak asker, silah göndermesine ve Kıbrıs konusunu ikide birde uluslararası kuruluşlara götürmesine izin vermeyeceklerini açıklayarak;

Yunanistan bize fenalık yaparsa, biz daha fazlasını yapabilecek vaziyetteyiz…” diyerek, Türkiye’nin “taksim” tezinde ısrarlı olduğunu bir defa daha vurgulamıştır. İngiltere’de ise, Kıbrıs konusunda iktidar ile muhalefet aynı görüşleri paylaşmıyorlardı. Muhalefetteki işçi Partisi’nin, “taksim” tezine karşı çıkmasına rağmen, sömürgeler bakanı lennox boyd, 19 Aralık 1957 tarihinde avam kamarasında yaptığı bir konuşmada; İngiltere Hükümeti’nin, radcliffe raporu’ndaki anayasa tasarısını aynen kabul ettiğini belirttikten sonra, self determination hakkının tatbiki için, çeşitli çözüm yolları arasına adanın taksimi konusunun da konulması gerektiğini söyleyecekti. Buna karşın İngiltere’nin, temel görüşünün “taksim” olduğunu söylemek oldukça zordur. Çünkü İngiltere, Kıbrıs’ta öncelikle “muhtariyet (özerklik)” düşüncesine bağlanmış ve belli bir süre sonra, kesin çözüm yoluna gidildiği takdirde, taksimin de çözüm yollarından biri olabileceğini öngörmüştü.

TÜRK MUKAVEMET TEŞKİLATININ KURULMASI

bu dönemde ise adadaki Türk toplumu gizli bir yapılanma ile tanışmıştır. Kimsenin tam olarak tanımadığı ve İngilizler tarafından desteklendiğinden şüphelenilen ''volkan'' adlı gizli bir örgüt Türk toplumunu savunmaya başlamıştı. Ancak bu örgüt ne İngiltere’nin nede Türkiye’nin gizli desteği ile kurulmuştu. Örgütü kuranlar topal Mahmut, Hüseyin ruso, İsmail Sadıkoğlu, İbrahim davulcu, burhan Nalbantoğlu ve Alpay mustafa idi. bu örgüt ileride kurulacak ve adadaki Türk direnişinin önderliğini yapacak olan Türk mukavemet teşkilatının da temelini oluşturmaktaydı. Örgütün eoka militanlarına karşı direniş gösterebilmesi için önce para bulması ve sonra silah satın alması gerekiyordu. Yapılan gizli toplantılarda Rauf Denktaş para toplanarak silah satın alınmasına kesinlikle karşı çıkmış ve silahların Türkiye’den alınarak gizli teşkilatların Türkiye’ye bağlanmasını önermiştir. Denktaş’a göre adada Türkiyesiz hiçbir adım atılamamalıydı ve Kıbrıslı Türklerin sırtını Türkiye’ye dayamaktan başka çaresi yoktu. Denktaş’ın bu önerisi üzerine sert tartışmalar yaşanmış ve sonunda Denktaş’ın önerisi kabul edilmiştir. Bu önerinin kabul edilmesini müteakip den taş ve Dr. Küçük Ankara’ya giderek dışişleri bakanı Fatin rüştü zorlu ile görüşmüş ve bakanı ikna etmişlerdir. Bu görüşmeden yaklaşık 9 ay sonra adaya iş bankasının bir müfettişi adaya ayakbastı. Bu müfettiş adının Ali conan olduğunu söyledi. Oysa gerçek adı Rıza Vuruşkan’dı ve emekli bir Türk subayıydı. Vuruşkan beraberinde getirdiği birkaç yardımcısıyla birlikte çalışmaya başladı. Bunun üzerine 1 ağustos 1958’de ''volkan'' isimli gizli örgüt kendini fesih ederek, daha gizli, daha askeri, daha gözü pek savaşçı bir örgüt haline dönüştü ve ‘’Türk mukavemet teşkilatı’’ ismini aldı. Bu teşkilatlanma daha önce adada dağınık olarak bulunan diğer Türk direniş unsurlarını kendi şemsiyesi altında topluyor ve organizasyon tek çatı altına alınmış oluyordu. Bu örgütlenmeden birkaç ay sonra Türkiye’nin adaya ilk silah sevkiyatı gerçekleştirildi. Bu sevkiyatta 24 adet takarof marka otomatik silah ve 12 adet stern marka tabancayla birlikte bir miktar kurşun gönderildi. Bu ilk sevkiyatı Vehbi kardeşler olarak tanınan bir aile hayatlarını tehlikeye atıp, küçük kayıklarıyla gerçekleştirmişti. Gece tekneleriyle Türkiye’den ayrılıp gizlice Erenköy koyuna girmişler ve yüklerini tmt militanlarına teslim etmişlerdi. Ancak tmt militanları ertesi sabah Vehbi kardeşleri tutuklamıştı. Bu tutuklamanın nedeni ise teslim edilen silahlar arasında bir tane tabancanın eksik çıkmasıydı. Kayıkta yapılan aramalarda eksik olan silah tahtalarının arasından çıkmış ve tutuklu olan kardeşler serbest bırakılmıştır.

Kıbrıs’ta artık eoka’nın baskısı iyice artmaya başlamış ve Türkler köylerini bırakarak kendilerini daha iyi savunabilecekleri kantonlara yerleşmeye başlamıştı. Bu dönemde 2 toplum fiilen ayrılma sürecine girmişti. İngilizler ise adanın tamamını elinde tutamayacağını anlamış ve iki büyük askeri üs alarak bu kavgadan sıyrılmaya çalışmaktaydı. Bu sorunun artık Türkiye ile Yunanistan’a bırakmanın zamanı gelmişti. Bu arada Kıbrıs Türkiye’nin de gündemine olanca ağırlığıyla oturmuştu. Hürriyet gazetesinin ''Kıbrıs trüktür, Türk kalacaktır'' kampanyası toplumu hareketlendirmiş ve İstanbul ile Ankara sokaklarında çeşitli yürüyüşler ve mitingler düzenlenmeye başlamıştı. Yunanistan ise 1958 yılı sonunda bir kere daha konuyu birleşmiş milletlere taşıdı. Yunanistan başvurusunda Kıbrıs halkının kendi kaderinin ada halkı tarafından belirlenmesi gerektiğini belirtmişti. dolayısıyla Yunanistan bu başvurusuyla adadaki nüfus çoğunluğu sayesinde ada yönetiminin Yunanistan’a ilhakı anlamına yani enosis ‘in gerçekleşmesi anlamına geliyordu. Ancak yunan mercileri attıkları bu adımın hatalı olduğunu geç anladı. Zira böyle bir karar hem Ankara, hem de İngiltere’yi saf dışı bırakacaktı. Türkiye, Atina hükümetinin bu adımı üzerine tutum değiştirdi ve başbakan Adnan menderes dışişlerine direktifini şu şekilde verdi :

''artık bu işe bir çözüm bulacaksınız. Haklarımızı koruyacak şekilde çözümünüzü üretin. Kıbrıs meselesini artık bitirmek istiyorum. Bu mesele hem dış politikada hem de iç politikada zor durumda bırakıyor.''

Yunanlı heyet görüşmelere self determinasyon verilmesi fikriyle gitmekteydiler. Türk heyeti ise adada iki cemaat olduğu ve bu iki cemaate ayrı ayrı self determinasyon verilmesini savunacaktı. Bu dönemde arzu edilen bir taksim değildi. Ancak halka intikal eden şekli ''ya taksim, yada ölüm'' sloganını ortaya çıkartmıştı. Dolayısıyla bütün Türkiye taksim sloganını benimsemiş ve adanın paylaşılması gerektiğini düşünüyordu. Çünkü Kıbrıs’ın tamamını istemenin gerçekçi yönü kalmamış ve taksim ile yetinilecekti. Türkiye’nin taksim tezine ilk itiraz ise sürgünden dönerek yeniden başpiskopos olan makarios'dan gelmişti. Lefkoşe’de ki bir basın toplantısında son derece sert konuşarak şu ifadeleri kullanmıştır:

''bugünkü çıkmazın tek nedeni İngiltere’nin izlediği hatalı politikadan dolayıdır. Özellikle Türkleri bir taraf olarak ortaya çıkartıp Kıbrıs’ın kendi geleceğini sağlamasını engellemesidir. İngiltere, Türkiye’ye Kıbrıs’ın geleceğiyle ilgili veto hakkı tanıdığı sürece bu sorunun çözümü çok güçtür. Çok iyi bilinmelidir ki Kıbrıs sorunu Sadece Rumları ve İngilizleri ilgilendirir. Dolayısıyla Kıbrıs da taksim düşünülemez ve pratik yönden uygulanma imkanı yoktur. ''

2. LONDRA KONFERANSI VE KIBRIS FEDERAL CUMHURİYETİNİN KURULMASI

20 Ocak 1959 tarihindeki görüşmeler, Türk dışişleri bakanı Fatin rüştü zorlu ile yunan dışişleri bakanı evangelos averof; 5 Şubat’ta ki görüşmeler ise Türkiye başbakanı Adnan menderes ile Yunanistan başbakanı kostas karamanlis’in İsviçre’nin Zürih kentinde bir araya getirecekti. Altı gün süren Zürih toplantıları sonucunda; Türkiye, Yunanistan ve İngiltere arasında üçlü görüşmelere devam edilmesi kararı alınmış, bu kararın ardından da Türk ve yunan dışişleri bakanları, Londra’ya hareket etmişlerdir. Bu gelişme, Kıbrıs sorununda önemli bir aşamaya gelindiğinin ilk işareti olmuştur. Zürih toplantısı dönüşünde, 12 Şubat 1959 tarihinde, demokrat parti Grubu’na bilgi veren başbakan Adnan menderes, Kıbrıs’ta Türk çıkarlarının ve Türkiye’nin güvenliği sorununun çözümlendiğine değinerek, bu arada Türk-yunan ilişkilerinin de artık düzeleceğine inandığını belirtmiş ve “Kıbrıs meselesi tarihe intikal etmiş addolunabilir” şeklinde konuşarak, alınan sonuçtan duyduğu mutluluğu dile getirmişti. Menderes bu konuşmasında;

Kıbrıs’ı alamadık, fakat Kıbrıs’ı vermedik. hiç kimsenin menfaatine teaddi etmedik. fakat memleketimizin menfaatleri bakımından zerre kadar fedakarlıkta bulunmadık. şimdiye kadar ilan ettiğimiz taksim prensibinden netice almış sayılmaz isek de, mahiyet ve mana itibariyle aynı prensibi tahakkuk ettirmiş olduğumuzu metinlerin okunması neticesinde takdir edeceğinizden ve büyük itimat ile ve huzuru kalp ile tasvip ve tasdik edeceğinizden emin olarak huzurunuzda bulunmaktayım.“ demiştir.

kuşkusuz ki, adnan menderes’in söyledikleri, türkiye hükümeti’nin en son olarak izlemekte olduğu “taksim” politikasından bir ödün vermediği şeklinde yorumlanamaz. tam tersine, demokrat parti hükümeti, bu politikasından önemli bir geri adım atmış oluyordu. başbakan adnan menderes’in başında bulunduğu türk kurulu, temelleri daha önceden atılan antlaşmaları imzalamak üzere, 17 şubat 1959 tarihinde, londra’ya hareket etti. ancak bu kurulu taşıyan uçak, yoğun sis yüzünden havaalanına iniş yapamadı ve havaalanı yakınlarına düştü. başbakan’ın hafif yaralarla kurtulduğu bu kazada, aralarında basın, yayın ve turizm bakanı server somuncuoğlu ve eskişehir milletvekili kemal zeytinoğlu’nun da bulunduğu 16 kişi yaşamını yitirirken, 6 kişi de yaralandı. bu kaza sonrasında başbakan adnan menderes, kıbrıs ile ilgili londra antlaşması’nı imzaladı. londra antlaşması’na göre; türkiye ve yunanistan, ingiltere’nin kıbrıs’ta askeri üs kurabilme hakkını tanıyorlardı. bu antlaşma ile kıbrıs’ın bağımsız bir cumhuriyet olması, bu cumhuriyet’in; türkiye, ingiltere ve yunanistan’ın garantörlüğü altına alınması, burada “ temsilciler meclisi” ve “cemaat meclisi” olmak üzere, iki ayrı meclisin kurulması öngörülmüştü. kıbrıs hükümeti’nde ise; bakanlar kurulu üyeliklerinden 3’ünün türker’e; 7’sinin de rumlara verilmesi, cumhurbaşkanı’nın rumlardan, yardımcısının da türker’den seçilmesi karara bağlanmıştı. cumhurbaşkanı yardımcısının, cumhurbaşkanı gibi, dış siyaset, savunma ve iç güvenlik gibi konularda veto yetkisi olacaktı. ayrıca, iç güvenliği sağlamak için gerekli olan 1.600 kişilik güvenlik örgütünün; 950’si rumlardan, 650’si de türklerden oluşturulacaktı. öte yandan; 1.200’ü rumlardan, 800’ü de türklerden seçilecek olan toplam 2.000 kişilik savunma gücünün, karargah komutanlığı ise, sırayla yürütülecekti. adada iç güvenliği sağlamak için oluşturacak 4.000 kişilik ordunun da yarısı türklerden, öteki yarısı da rumlardan meydana getirilecekti. ikinci londra konferansı sonrasında imzalanan bu genel uzlaşma antlaşması; a- kuruluş, b- garanti, c- askeri işbirliği, d- kıbrıs cumhuriyeti anayasası gibi dört ayrı antlaşmadan oluşmaktadır. bu antlaşmalar onaylanmak üzere, 4 mart 1959 tarihinde türkiye büyük millet meclisi’ne sunulmuştur. bu görüşmeler sırasında söz alan ana muhalefet partisi, chp genel başkanı ismet inönü, söz konusu antlaşmaların, abd ve ingiltere’nin baskıları sonucunda imzalandığını ima ederek, bu antlaşmaların “taksim tezinin uygulanmasına imkan bırakmadığını”, enosis’e kapıları kapamadığını ve türkiye’nin, kıbrıs türk toplumuna yeteri kadar yardım yapabilmesine yönelik hükümler taşımadığına işaret ederek, hükümete şiddetli eleştirilerde bulunmuştur. mecliste yapılan görüşmeler sonrasında, londra antlaşmasını 2 çekimser, 138 olumsuz oya karşın, 347 olumlu oy ile kabul etmiştir. böylelikle kıbrıs federal cumhuriyeti türkiye tarafından onaylanmış oldu. londra antlaşmasının yürürlüğe girmesinden sonra kıbrıs’ta, türkler ile rumlar arasında bakanlıklar paylaşılmış; sağlık, savunma ve tarım bakanlıkları türklere bırakılmıştır. cumhurbaşkanı yardımcılığı görevine, türk tarafında tek aday olarak katılan fazıl küçük seçilmiştir. cumhurbaşkanlığı görevine ise; rum tarafı glafkos kliridis ve makarios’u aday göstermiş ve yapılan seçimler sonucunda; makarios oyların büyük bir çoğunluğunu alarak, cumhurbaşkanı seçilmiştir. makarios cumhurbaşkanı seçildikten hemen sonra kendi halkına hitaben yaptığı bir konuşmada; “sekiz asır sonra bugün, adamızın idaresinin elimize geçmesinin şerefi sizlere aittir…” diyerek, adeta rumların zaferini kutlamış ve bizans’ın mirasına sahip çıktıklarını göstermek istemiştir. makarios’un bu konuşması, ilerde rumların bu imzalanan antlaşmalara ne kadar sadık kalacaklarını, daha ilk günlerden tartışılır hale getirecekti. zira makarios bu gelişmeleri, kıbrıs’ta enosis’e giden birer önemli adım olarak görmekte idi. bütün bu gelişmeler sonucunda, büyük çabalar gösterilerek ingilizce olarak hazırlanan ve 198 maddeden oluşan kıbrıs cumhuriyeti anayasası, 6 nisan 1960 tarihinde kabul edilmiş, bu anayasa’da; ingiltere, türkiye ve yunanistan, kıbrıs cumhuriyeti’nin “garantör” devletleri olarak yer almışlardır. bu itibarla; yukarıdaki gelişmeleri kısaca özetlemek gerekirse; demokrat parti iktidarının dokuz yıllık süre içinde kıbrıs konusunda izlediği politikalar üç önemli aşamada değerlendirilebilir. bu aşamalar öncesinde, 1950 ile 1954 yılları arasında hükümet tarafından önemsenmeyen, hatta kimi zaman göz ardı edilen bu sorunun üzerinde durulmayışının en önemli nedeni; demokratların nato ve balkan paktı içinde huzursuzluk yaratmamak düşüncesinin yanı sıra, ingiltere’nin kıbrıs’ı elinde tutmak konusunda gösterdiği ısrarlı davranışından ileri gelmiştir. 1954 yılından itibaren ise, ingiltere’nin bu ısrarından vazgeçmesi üzerine, ortaya çıkan fırsatı değerlendirmek isteyen demokrat parti iktidarı, kıbrıs’ın türklerden alındığını ve dolayısıyla türkiye’ye geri verilmesi gerektiğini savunmaya başlamıştır. çünkü türkiye, kıbrıs’ı tarihi boyunca en uzun süre (308 yıl) elinde tutan devletlerden birisi olan osmanlı imparatorluğu’nun mirasçısı olması nedeniyle, ada ile tarihi, etnik, kültürel, ekonomik ve stratejik bağlantıları olan bir devlet konumundaydı. bu nedenlerle demokrat parti iktidarı, kıbrıs konusunda izlediği üç farklı politikasının ilk evresinde ; “ilhak”, yani kıbrıs’ın türkiye’ye geri verilmesi şeklinde bir yöntem izlemiştir. ancak gelişmeler, bu politikanın gerçekleştirilemeyeceğini ortaya koyunca iktidar bu defa da ikinci olarak “adanın türklerle, rumlar arasında paylaşımını öngören “taksim” politikasına yönelmiştir. bu politikanın da, gerek içeride giderek artan ekonomik ve siyasi sorunlardan ve gerekse de dışarıdan, özellikle de amerika ve ingiltere’den gelen baskıların sonucunda uygulanamayacağı anlaşıldıktan sonra, iktidar, üçüncü bir seçenek olarak gördüğü ve ingiltere tarafından da empoze edilen kıbrıs’ta iki toplumlu bir cumhuriyet yönetimi öngören çözümü kabul etmek zorunda kalmıştır.

yukarıda zikredilen anlaşmada en önemli konu ise rum veya türklerden birisinin anayasal düzeni yıkmaya kalkması durumunda garantör ülkelerin askeri müdahale yapmasına izin veren maddeydi. bu anlaşmayla türkiye ile yunanistan arasındaki lozan dengesi sonunda kurulmuştu. yapılan bu anlaşma neticesinde, ilk defa kıbrıslı türklerin varlığı kabul ediliyor, hakları güvence altına alınıyor ve yıllar sonra türk askeri adaya geri dönüyordu. yunan tarafı da bu anlaşmadan memnundu. zira çoğunluğu rumlardan oluşan yeni bir bağımsız devlet kurulmuştu. yunanlıların düşüncesine göre bu anlaşmalar neticesinde, enosis belki gecikecekti. ancak enosis halen imkansız değildi. ingilizler de anlaşmalardan memnundu. zira hem bir bataklıktan kurtuluyor, hem de adada akrotiri ile dekelia bölgelerinde iki büyük üs elde edip, kıbrıs ve dolayısıyla doğu akdenizden elini tamamen çekmemiş oluyordu. dolayısıyla ingilizler bölgedeki askeri ağırlığını korumaya devam etmiş oluyordu. bu anlaşma ve durumdan tek memnun olmayan kişi ise başpiskopos makarios idi. makarios'un hayatı halkına enosis vaat ederek geçmişti. oysa şimdi enosis'den vazgeçmek zorunda kalmış ve daha da kötüsü iktidarı türkler ile paylaşmak zorunda kalmıştı. rumlara göre kıbrıs kendilerine aitti ve türklerin adada hiçbir hakkı yoktu. makarios için londra ve zürih anlaşmaları rumların haklarını çaldığını düşündürüyor ve içinde burukluk yaratıyordu. yapılan mücadeleler neticesinde, ingilizler istedikleri gibi adayı terk etmiş; ancak bu kez karşılarına türkler çıkmıştı. makarios, enosis için yola çıkmış, ancak türkiye’nin tutumu yüzünden bir orta yol kabul etmek zorunda kalmıştı. rumlar enosis yerine bağımsızlığa da benzemeyen bir şey elde etmiş ve türklere fazla haklar verildiği düşünülmekteydi. dolayısıyla londra ve zürih anlaşmaları rumların içine sinmemişti. yıllarca sürdürülen enosis mücadelesi bir anda terk edilmesi söz konusu değildi. nitekim anlaşmalardan kısa bir süre sonra ünlü akritas planı oluşturuldu. bu plana göre türklere verilen hakları geri alınacak ve kıbrısı gerçek bir rum devleti yaptıktan sonra enosis gerçekleştirilecekti. bu arada geçen süre içerisinde 199 maddelik anayasa bir türlü uygulamaya konulamamıştı. çünkü her iki tarafta bakanlar kuruluna getirilen önerileri veto ediyor ve kararlar bir türlü geçmiyordu. dolayısıyla bu bir çıkmaza sebebiyet veriyor ve oluşması gereken güven ortamını ciddi manada zedeliyordu.

1963 OLAYLARI VE TÜRK İLE RUM TOPLUMUNUN FİİLEN AYRILMASI

bu çıkmazı ortadan kaldırmak için makarios londra ve zürih anlaşmalarını değiştirmek üzere 30 kasım 1963 tarihinde harekete geçti. buna göre 3 garantör ülkeye muhtıra verildi. bu muhtıralarda anayasanın 13 maddesinin yeniden müzakere edilmesi isteniyordu. bu dönemde ankara’da ismet inönü başbakandı. inönü hükümeti tarafından verilen muhtıraya yanıt derhal verildi.

''zorluklar varsa yardımcı oluruz. ancak imzalanmış anlaşmalara dokundurtmayız''

cumhurbaşkanı cemal gürsel ise kısa bir süre önce makamına kabul ettiği doktor küçük ve denktaş ile yaptığı mülakatta ''bir noktayı iyi bilin. türkiye kıbrıs için yunanistan ile savaşamaz. bu işleri suhulet ile halledin.'' demiştir.

aslında makarios’un önerdiği ve türkiye’nin reddettiği bu teklif kıbrıs türklerini azınlık statüsüne sokan bir değişiklikti. bu değişiklik teklifini yunanlıların desteklediklerini o dönemin yunan başbakan yardımcısı sofokles venizelos gizlememiştir. makarios bu teklifi türkiye’nin reddedeceğini bilerek adada eğitilerek hazır hale gelen eoka ile türkleri adada yok etmeyi hedeflemiştir. bu yaklaşımların olacağını öngören makarios ise akritas planını devreye sokarak silaha davranmaya karar verdi. bu planda türklere yapılacak saldırıları dünyaya nasıl göstereceklerine kadar her şey ayrıntılı şekilde planlanmıştı. dolayısıyla 1960 yılında fikri ortaya atılın akritas planının uygulaması ise 3 yıl sonra 1963 yılında başladı. bu defa hedef ingilizler değil, türklerdi. akritas planının uygulanmasına 20 aralık 1963 günü başlandı. sonradan noel katliamı olarak adlandırılan bu katliam 4 gün 4 gece sürdü. bu tarihlerde türklerin topluca yaşadıkları mahallelere baskınlar düzenleniyor, kahveler makineli tüfeklerle taranıyor, türk büyükelçiliği dahil tüm okullar kurşunlanıyor ve evler ateşe veriliyordu. ancak bu olayların dünya ve türkiye gündemine oturmasına neden olan olay 21 aralık 1963 günü kıbrıs türk alayının doktoru olan nihat ilhan'ın evini basan eoka militanları biri 6 aylık, diğerleri 4 ve 7 yaşındaki çocuğu öldürüp gözdağı vermek istercesine banyoya atmasıydı. işte bu katliam resmi dünya basınına kanlı noel olarak geçti. bu olayın ardından lefkoşe’deki türk mahallesi ateşe verildi. hiç kimse tarafından böyle büyük bir saldırı beklenmiyordu. türkler tam manasıyla hazırlıksız yakalanmıştı. adada konuşlu olan türk alayı ise gelişmeleri anlaşmalardan dolayı seyretmek zorunda kalıyor ve ankara’dan emir gelmesini bekliyordu. eoka'nın yaptığı bu eylemlerin hedefi 1963 yılında lefkoşe'de liderliği yok etmek ve dünyaya türkler içerisinde bir ihtilaf çıkması üzerine birbirlerini öldürdüğünü göstermekti. dolayısıyla rumların yaydığı bu haberlerle londra ile zürih anlaşmalarının geçerliliğini yitireceği ve üniter bir rum cumhuriyeti kurulacağına inanılmaktaydı. ancak asıl hedefin küçük kaymaklı kasabası olduğu kısa sürede anlaşıldı. bu kasabada 5000 türk yaşamaktaydı. dolayısıyla türklere ait en büyük kantondu ve daha önemlisi türk mukavemet teşkilatının merkezi konumundaydı. rumların buradaki amacı küçük kaymaklı’nın dağıtılarak türk direncini ortadan kaldırmaktı. sabahın erken saatlerinde bir elinde türk bayrağı ile tanıdık bir isim kaymaklı’ya girdi. bu kişinin adı nikos sampson idi. sampson kasabadakilere ''size yardıma geldik'' diyerek köye girmişti. ancak evdeki kadın ile çocukları bir kenara ayırdı ve erkeklerden bir bölümü orada kurşuna dizildi. geri kalanlar ise zorla kasabadan sürüldü ve kasaba ateşe verildi. bu katliamların 4. gününe girildiğinde türklerin ölü sayısı 300'ü bulmuş, yaralı sayısı ise 700'ü aşmıştı. olayların artık durmayacağı ve adanın dörtbir yanına dağılmış türk köylerine de yayılacağı aşikardı. ankara ardı ardına makarios yönetimine, atina’ya ve londra’ya uyarılar yapıyor. ancak elle tutulur bir sonuç alınamıyordu. sonunda hükümetin başında olan ismet inönü’nün sabrı taştı ve 25 aralık 1963 tarihinde kıbrıs semalarında ilk defa türk silahlı kuvvetlerine bağlı jetler göründü. türk uçakları rumların yoğunlukta olduğu yerleşim birimlerinin üzerinden alçak uçuş yaparak üslerine geri döndü. bu olayların çıktığı andan itibaren makarios ve rum yönetimi ortadan kaybolmuş ve gelen mesajlara cevap vermemişti. türk uçaklarının geçişi ise etkisini gösterdi ve savunma bakanı osman örek hemen aranarak bir toplantı organize edildi. bu toplantı ingiliz yüksek komiserliğinde yapılacaktı. osman örek toplantıya geldikten yarım saat sonra makarios da toplantıya katıldı. toplantı sırasında ingiliz haberci toplantı salonuna girerek ''türk alayı harp nizamı alarak, lefkoşe’ye doğru harekete geçiyor'' demiştir. toplantıya katılanlar ile birlikte ingiliz valisi toplantı yapılan yerden ortaköy’e doğru baktıklarında alayın gerçekten hareket halinde olduğunu gördüler. türk kuvvetlerinin hareketlenmesi üzerine ingiliz, türk ve yunan komutanlar buluşup ilk ateşkes anlaşmasını buluşma yerinde yaptılar. burada amaç zaman kazanmak ve bu zaman içerisinde de anlaşmazlığa bir çözüm bulabilmekti. bu anlaşmaya göre karma barış gücü kuruldu ve lefkoşe anlaşmadan sonra ikiye ayrıldı. bu ayrımı yapılan sınır bölgesine de ''yeşil hat'' ismi verildi. türklerin çoğunlukta yaşadığı yerlerde yeni kantonlar oluşturuldu. kısa bir süre sonra adanın çeşitli yerlerindeki 103 karma köy dağıldı ve toplam nüfusun 4/1 olan yaklaşık 45.000 kişi yeşil hatta belirlenen kantonlara göç ettirildi. böylece rumların bu saldırısı sonucu ada fiilen ikiye bölünmesi sürecine girmiş oldu. bu olaylardan sonra türkler ile rumlar tamamen ayrılmış oldular. bu olaylar neticesinde; rumlar londra ve zürih anlaşmalarında türklere verilen hakları geri almak istemiş, ancak ankara bunu kabul etmeyeceğini ve gerekirse askeri müdahale yapacağını göstermiş oldu. rumların buradaki hatası türkiye’nin her şeye rağmen müdahale edemeyeceğini ön görmeleriydi. kılıfından çıkan silahın ateşlenmeden bir daha kılıfına girmeyeceğini hesaplamamışlardı.



1 ocak 1964 tarihinde makarios 1960 antlaşmalarının tek taraflı feshedildiğini açıkladı. bu açıklamadan sonra rum saldırıları daha fazla artmış ve baskı had safhaya ulaşmıştır. türkiye ise saldırıların durdurulması için 13 şubat 1964’te bm güvenlik konseyine başvurmuştur. 4 mart 1964’te bm bir “barış gücü” oluşturma kararı almıştır. ayrıca bm işgalci rumlara “ kıbrıs hükümeti” ifadesini kullanarak bir mektup göndererek tarihi bir hataya imza atmıştır. yapılan bu hata sonucu rumlar, fiilen bir hükümet gibi kabul edilmişlerdir. makarios ise nisan 1964 tarihinde atina’ya bir ziyaret düzenledi. londra ve zürih anlaşmalarını imzalayan karamanlis hükümeti görevden ayrılmış ve yerine yorgo papandreu hükümeti gelmişti. yeni hükümet için enosis’i canlandırmak oy potansiyeli olan bir girişim olacaktı. bu ikili arasında kısa sürede kıbrıs’ın kaderini yeniden değiştirecek bir anlaşma yapıldı. bu gizli anlaşmaya göre adaya gizlice 20.000 yunan askeri yollanacak, silah gönderilecek ve eoka kahramanı grivas bu kuvvetin başında olacaktı. bu hareket açıkça türkiye’nin nasırına basmaktı. grivas'ın görevi başkaldıran silahlı türkleri yola getirmek ve olası bir türk müdahalesine karşı rum silahlı direnişini organize etmekti. nitekim kısa bir süre sonra türklerin yaşadıkları kantonlar ablukaya alınmaya başlandı. bu kantonlara giriş ve çıkışlar rumların iznine bağlandı. kantonlara girişi yapılması gereken yiyecek, içecek ve su güvenlik nedeniyle kısıtlı verilmeye başlandı.

bu dönemde türkiye’de ise rumların bu ablukasına karşı miting ve gösteriler düzenlenmeye başlamış; ayrıca ismet inönü hükümetinden sert demeç ve uyarılar yapılmaktaydı. bu ortamda türk hükümeti gerekebilecek bir müdahale için hazırlıklara başlıyordu. ancak türkiye için ortada önemli bir sıkıntı bulunmaktaydı. türk ordusu kıbrıs’a çıkmaya hazır değildi. ordunun yeterli deniz gücü bulunmamaktaydı. genelkurmay 16 adet çıkarma gemisinin dışında boğazlarda sefer yapan arabalı vapur ve gemilerden yararlanmayı planlıyordu. bu konuyla ilgili ismet inönü’ye en yakın kişilerden birisi olan metin toker anılarında şunları belirtmiştir.

''ismet paşaya araç ve gereç ile ilgili malumat askeri yetkililer tarafından anlatılmakla birlikte komutanlar ''-emredersiniz çıkartma yaparız'' dediler. ismet paşa ise emreder görünerek hazırlıkları yapılması talimatını verdi. inönü’nün kaygısı türkiye cumhuriyetinin kurtuluş savaşından sonra dış destek olmadan planlanan bu ilk askeri harekatı sonucunda hezimete uğramasıydı. burada hezimetten kastımız çıkartmanın yapılamaması değil; çıkartmadan sonra lojistik desteğin yeterli olmamasından dolayı orada ordunun tutunamaması korkusuydu.''

bu veriler ışığında ismet paşa aslında müdahale taraftarı değildi. ancak politik nedenlerden dolayı müdahale taraftarı gözükmekle birlikte müdahaleye hep karşıydı. dolayısıyla ismet inönü bu meseleyi her zaman diplomatik yollardan çözmeye çalışmıştır. bu minvalde adadaki türk toplumu üzerinde ki baskı giderek artmaya başlamıştı. türkiye ise bu gelişmeler üzerine rumlara ve yunanlılara gözdağı vermek için 4 haziran 1964 günü donanmaya denize açılma emri verdi. birlikleri taşıyacak gemiler ise iskenderun limanına yanaşmaya başladı. artık kader saati yaklaşıyor ve daha fazla beklenemeyeceği anlaşılmıştı. aynı gece ismet inönü dışişleri bakanı feridun cemal erkin'i yanına çağırdı. ismet paşa dışişleri bakanına talimat vererek amerika büyükelçisinin dışişlerine çağrılarak ''-müttefiğimiz amerika’ya adaya müdahale kararı verdiğimizi ve yarın adaya çıkarma yapacağımızı bildir.'' şeklinde talimat vermiştir. feridun cemal erkin bu talimat üzerine ''-paşam; eğer biz bunu haber verirsek, amerika bu harekatı durdurmak için elinden geleni yapacak ve kesinlikle durduracaklardır.'' demiştir. bunun üzerine ismet inönü ''-biz müttefik olarak görevimizi yapalım. sen amerikan büyükelçisini çağır ve türkiye hükümetinin bu kararını kendisine tebliğ et.'' diye üstelemiştir. bu konuşma ve talimat üzerine ankara’daki amerikan büyük elçisi reymond hair gece yarısı türk dışişleri bakanlığına çağrılıp türkiye’nin aldığı bu karar kendisine iletilir. amerikan büyükelçisi bu tebligat üzerine dışişleri bakanına ''-bana müsaade edin. washington ile temasa geçeyim. bu temasım neticesinde size hemen bir yanıt getireceğim.'' diyerek konsolosluğa döndü. türkiye’den gelen bu haber beyaz sarayda deprem etkisi yaptı. o dönemde amerika başkanı olan lyndon baines johnson ankara’ya derhal bir uyarı mektubu yazılmasını ve gerekiyorsa sert ifadeler kullanılarak askeri müdahalenin durdurulmasını istedi. bu istek üzerine dışişleri bakanı dean rusk başkandan aldığı talimatı yerine getirmek için hazırlığa başladı. dışişlerinin hazırladığı bu mektup çok sert dille yazılmıştı. bunun nedeni ise amerikalıların daha önce verdiği sözlerin işe yaramaması üzerine verilecek mesajın etkisinin arttırılmak istenmesiydi. türkiye mutlaka durdurulmalıydı. çünkü amerikalıların elindeki son kart bu mektup olacaktı. amerikalıların yazdığı bu mektup ankara’da gerçek manada bir şok etkisi yarattı. başkan johnson yolladığı bu mesajla adeta türkiye’yi tehdit ediyordu. bu mektupta türkiye’nin kıbrıs’a çıkartma yapması durumunda, rusya harekete geçerse amerika ve nato’nun türkiye’ye yardım etmeyeceği yazılmıştı. türkiye ilk defa böyle bir uyarıyla karşı karşıya kalmıştı. bu mesajın içeriğinde ayrıca amerikan silahlarının kıbrıs’ta kullanılamayacağı ile ilgili uyarılarda bulunmaktaydı. oysa türk ordusunun elindeki silahların büyük bölümü amerikalılardan alınmıştı. mektubun sonunda ise inönü washington’a davet ediliyor ve amerika gözetiminde yunan başbakanı papandreu ile bir zirve yapılması öneriliyordu. türk ve amerikan ilişkileri tarihine ''johnson mektubu'' olarak geçen ve ilişkileri geren olayın arka planı ise bu şekilde gelişmiştir. bu mektup türk-amerikan ilişkilerine bir bomba gibi düştü. amerika’nın türkiye’yi olası bir sovyet saldırısında yalnız bırakabileceği fikri ilk defa bu olayla oluştu. mektubun yollandığı zamana kadar kendisini en sadık müttefik gibi gören türk kamuoyunda derin bir yara açıldı. amerika ilerleyen yıllardaki amerikan aleyhtarlığının ilk tohumlarını kendi eliyle atmış oldu. aslına bakılacak olursa ismet paşa böyle bir mektubun gelmesini bekliyordu. beklentisi gerçekleştiği için memnun olmuştu. ancak ismet paşanın asıl memnuniyetsizliği yollanan mektubun sert dille yazılmasıydı. ismet paşa mektubu okuduktan sonra çevresindekilere ''bu ne kadar çiğ adammış, bu ne biçim mektup'' diyerek tepki göstermişti. ismet paşa aslında istediğine ulaşmış ve amerika’yı işin içine sokarak müzakerelerin amerika gözetiminde yapılmasını sağlamıştı. bu bağlamda türk ve yunan başbakanları washington’a ulaştıklarında amerikalılar tarafından hazırlanmış olan ve kıbrıs’ın taksimini öngören ''acheson planı'' önlerinde buldular. bu plana göre karpaz’da türkiye’ye bir üs verilecek, buna karşılık türkiye ise enosis’i kabul edecek ve de türkler adada azınlık olacaktı. acheson planı, makaryos tarafından şartsız enosis olmadığı için reddedilmiştir. zaten türkiye’de bu planı enosis’i kabul etme şartından dolayı reddetmişti. ağustos’ta sunulan ikinci acheson planı ise yine aynı gerekçelerle reddetti ve washington konferansı sonuca ulaşamadan kapandı.

bu siyasi hamleler sırasında adada şiddet devam etmekteydi. grivas’ın emrindeki rum kuvvetleri yeni ve büyük bir saldırı hazırlığı içerisindeydi. bu defa hedefleri erenköy idi. erenköy 1600 nüfuslu ve 5 köyden oluşan bir kantondu. bu kantonun önemi ise türklerin deniz açılan kapısı olmasıydı. rumlar işte bu hayat borusunu kesmek istiyorlardı. burayı aldıkları anda türkiye’den türk toplumuna ulaşacak olan yiyecek ve cephane akışına da büyük darbe vurabileceklerdi. grivas yönetimindeki rum güçleri 6 ağustos 1964 tarihinde ağır silah ve havan toplarıyla saldırıya geçtiler ve bu saldırı 3 gün sürdü. ancak bu defa türkiye sessiz kalmadı. hava kuvvetleri erenköy’ün imdadına yetişerek ve rumların ablukasını taş taş üstünde bırakmamacasına durdurdu. bu gelişmeden sonra rumlar türklere karşı olan saldırılarını durdurdular. ancak yunanistan’ın adaya gizlice soktuğu 20.000 asker grivas’ın komutasında baskınlarını sürdürmeye devam etti. bu dönemde türk kantonlarında ki yaşam adeta açık hava hapishanesi gibiydi. kantonlara yiyecek, içecek ve ilaç dahil her şey türkiye’den geliyordu. kantonlara giriş ve çıkışlar grivas’ın adamları tarafından kontrol ediliyordu. ayrıca 10.000 kişilik kıbrıs rum milli muhafız gücü kurulmuştu. bu muhafız gücü de geriye kalan karma köylerdeki türkleri denetim altında tutuyordu. artık 1960 senesinde ki çatışmasızlık dönemi tamamen sona ermişti. tabi ki durum böyle olunca rumlar türkleri eninde sonunda silah zoruyla ve baskıyla pes ettireceklerine emindi. her iki toplumda paramiliter örgütlerini kurmuştu ve yine taraflar birbirlerinin ne yapacaklarını çok iyi biliyordu. kıbrıs’ta artık türkler ile rumlar arasında tam bir güç mücadelesi başlamıştı. bu bağlamda 1963 ve 1964 yıllarında yaşanan olaylar 3 değişikliği beraberinde getirmiş oldu. ilk olarak türk ve rumlar ''yeşil hat'' sayesinde fiilen birbirlerinden ayrılmış oldu. ikinci olarak türkiye ilk defa adaya bir gün silahlı bir müdahale yapılabileceğini anlamış oldu. son olarak amerika pek ilgilenmediği kıbrıs sorununun içine çekildi. rumlar akritas planı çerçevesinde 1964 yılında türkleri adadan uzaklaştıramayacaklarını anlayınca siyasal hamlelere başladılar. ilk hamle ise newyork'ta birleşmiş milletler görüşmelerinden dönen rauf denktaş'ı adaya almamalarıydı. dolayısıyla dentaş türkiye’de zorunlu ikamete zorunlu tutuldu.

1967 KRİZİ VE SONRASI YAŞANAN OLAYLAR

bu şekilde siyasal ve anarşik olaylar 1967 yılına kadar peyderpey devam etti. 1967 yılında bomba kıbrıs adasında değil yunanistan’da patladı. demokrasinin beşiği olmakla övünen yunanistan da 1967 yılının nisan ayında askeri darbe yapıldı. bu darbe ise dünyada şaşkınlığa yol açtı. yunanistan da parlamento kapatıldı ve albaylar cuntası yönetime el koydu. darbeye gerekçe olarak ''ülkeyi tehdit eden komünizmin önüne geçmek'' bildirilmişti. darbeyi yapan ve ön planda olan albay george papadopoulos, aşırı milliyetçi, kaybedilmiş toprakların günün birinde geri alınacağını inanmış ve helenizmin tekrar dirilmesi için disipline edilmesi gerektiğini savunan bir askerdi. darbeden sonra yunanistan’ın uluslararası alanda yalnızlığa itilmesi süreci hemen başladı. avrupa birliği ilişkileri dondurdu ve çeşitli ülkelerde gösteri yürüyüşleri başladı. ancak darbeyi yapan albaylar bu tepkilere karşı hiç oralı olmadılar. darbeden sonra albaylar cuntasının ilk el attığı konu ise kıbrıs meselesi oldu. bu dönemde türkiyede ise iktidarda süleyman demirelin başında olduğu adalet parti bulunmaktaydı. 10 eylül 1967 günü keşan dedeağaçta türk ve yunanlı yetkililer bir toplantı düzenledi. türk heyetinin başında süleyman demirel, yunan heyetinin başında ise cuntanın başbakanı eski bir yargıç olan konstantinos kollias bulunmaktaydı. bu toplantıda ilk konuşmayı yunan başbakan yapacaktı. kollias cebinden bir kağıt çıkartıp metni okumaya başladı. okudukça da türk heyeti şaşkınlık içerisine girdi. kollias'ın okuduğu metin özetle şu şekildeydi:

''türkiye ile yunanistan dosttur ve bu dostluğun işbirliği içerisinde daha da pekiştirilmesi gerekmektedir. bu işbirliği ile sıcak ve samimi ilişkilerimiz daha da ileri gidecektir. ancak bu dostluğa mani olan bir mesele bulunmaktadır. bu mesele ise kıbrıs sorunudur. bu ihtilafı ortadan kaldırılırsa bu dostluk gelişmeye devam eder ve pekişir. bu ihtilafın ortadan kaldırılması için kıbrıs’ın derhal yunanistan'a terk edilmesi gerekmektedir. kıbrıs konusunda anlaşma sağlandığı taktirde adada türkiye’ye bir üs verilmesi gündeme alınacaktır.''

demirel bu konuşma üzerine söz alarak soğukkanlılıkla yunan başbakana şu cevabı vermiştir:

''sizin gerekçenizi çok beğendim. türkiye ile yunanistan komşudur. bu komşuluk çok önemli bir iştir. iki komşu barış içerisinde yaşamalıdır ve iki ülke daha sıkı işbirliği içerisinde olmalıdır. bu işbirliği ise iki ülke halkının yararınadır. ancak gerekçenizin neticesi yanlıştır. bu gerekçeden çıkacak netice; kıbrısın türkiyeye bağlanması suretiyle bu gayeye varılacağı şeklindedir. çünkü kıbrıs türkiye’ye yaklaşık 30 mil mesafede, yunanistan’a ise 650 mil mesafededir. türkiye’deki rumlar zengin, yunanistan’daki türkler fakirdir. yani biz azınlık olan rumlara daha iyi imkanlar sunuyoruz. siz ise azınlık olan türklere bu imkanı veremiyorsunuz. dolayısıyla kıbrıs’ın türkiye’ye bağlanması hem adadaki rumlar için daha iyidir, hem de adalet yerini bulmuş olur.'' şeklinde cevap vermiştir.

bu görüşmeler sonucunda, albaylar cuntasının amacının derhal enosis'i canlandırmak olduğu anlaşılmıştı. bu zirveden kısa bir süre sonra cunta lideri albay papadopulos kıbrıs'a resmi bir ziyaret gerçekleştirdi. cunta lideri adada büyük bir coşkuyla karşılandı. bu ziyaretinde yunan lideri kıbrıs’ın helen dünyasının bir parçası olduğunu açık bir şekilde tekrarladı. nitekim yunan liderin ziyaretinden sonra 16 kasım 1967 günü boğazköy geçitkale türk bölgesi grivas’ın komutasındaki rum milli muhafız gücü ve yunanistan’dan gizlice gelen kuvvetlerce ablukaya alındı ve birlik saldırıya geçti. bu saldırı limasol yolunun güvenceye alınması için ve türklerin tedarik yollarından birisinin kesilmesi için yapılmıştı. grivas’ın emrindeki kuvvetler türk bölgesini 8 saatlik bir mücadele sonunda ele geçirdi. türklerin kaybı çoğu türk mukavemet teşkilatının mücahitlerinden olmak üzere 25 ölü ve yüzlerce yaralıydı. yine kadınlar ayrıldı ve erkekler bir camiye kapatıldı. ertesi gün ise suçluların cezalandırılacağı açıklandı. olayların başlaması ile birlikte ankara alarma geçmişti. kısa bir süre önce yunan cuntası açıkça adanın ilhakını istemiş ve ardından bu saldırı gerçekleştirilmişti. türkiye’de ise bakanlar kurulu gece geç saatlerde toplandı. adada yaşanan olaylar masaya yatırıldı ve değerlendirildi. bu değerlendirme neticesinde cuntanın kıbrısı yunanistan’a bağlayıp helen ırkına hediye etmek istediği değerlendirildi. bu değerlendirme sonucunda kabine derhal müdahale kararı aldı. ancak genelkurmay başkanı turhal ve komutanlar sıkıntı içerisindeydi. çünkü ordu amfibik bir harekata hazır değildi. 1956 yılından 1967 yılına kadar hazırlık olarak hiçbir şey yapılmadığı ortadaydı. ancak bıçak kemiğe dayanmış ve harekatı düzenlemekten başka çare de yoktu. türkiye’nin elinde ne varsa şilep veya vapurla bu harekat 5 ile 10 gün içerisinde az veya çok zayiat ile bir sonuç alınmak zorunluluğu doğmuştu. dolayısıyla harekat için türk silahlı kuvvetleri harekete geçmek zorundaydı. netice olarak silahlı kuvvetler harekat için hazırlıklara başladı. harekat hazırlığını öğrenen avrupa ve amerikalı yetkililer ivedi olarak türk hükümetiyle temasa geçti. temasa geçen ülkelerin arasında en önemlisi tabiki washington’dan gelen telefondu. konuyla ilgili başkan johnson yine devreye girmiş ve farklı bir yaklaşımla konuyu ele alıyordu. amerikan başkanı bu kez adadaki sorunlarla ilgili bir arabulucu tayin etmişti. seçilen bu arabulucu savunma bakanı yardımcısı cyrus vance idi. türk donanması daha mersine ulaşmadan bu arabulucu ankara’ya ulaşmıştı. cyrus vance ankara’ya ulaşır ulaşmaz başbakan süleyman demirel'in yanına gitti. yapılan görüşmede cyrus vance ile süleyman demirel’e çıkartma konusunda kararlı olup olmadıklarını ve çıkartma neticesinde ne elde etmek istediklerini sormuş; demirel ise adada yaşanan olaylar neticesinde türkiye’nin garantör ülke olarak müdahale hakkının doğduğunu ve bu müdahalenin kesinlikle gerçekleşeceğini belirtmiştir. demirel, adada grivas yönetiminde bulunan yunan kuvvetleriyle eoka milislerinin ellerindeki ağır silahlar bulunduğunu belirtmiş ve bu unsurların adayı terk etmesini istemiştir. ayrıca bu kuvvetlerin saldırarak tahrip ettiği köylerin yeniden tamiri için tazminat talebinde bulunmuştur. cyrus vance bu görüşme neticesinde adadaki ve yunanistan’daki yetkililer ile istişare yapmak için süleyman demirel’den 3 gün mühlet istemiş; bu süreçte de demirel’den askeri müdahaleyi ertelemelerini istemiştir.

bu görüşme neticesinde; cyrus vance yunanlı yetkililerle görüşmek üzere ankara’dan ayrıldı. vance'in 3 gün diye terk ettiği ankara’ya dönüşü ise tam 5 gün sürmüştür. bu 5 gün süresince türk donanması yığınağını tamamlamış ve adanın üstünden her gün savaş uçakları uçuruldu. cyrus vance 27 kasım 1967 gecesi ankara’ya döndüğünde türk donanması da mersin limanını terk etmişti. türkiye’nin yaklaşımı ''ya bu öneriler kabul edilecek ya da askeri müdahale gerçekleşecek'' şeklindeydi. amerikalı arabulucu ankara’ya gelir gelmez süleyman demirel ile buluştu ve isteklerinin gerçekleştirileceğini iletti. süleyman demirel ise bu konuyla ilgili isteklerinin yerine getirilip, getirilmeyeceği ile ilgili nasıl emin olabileceklerini ve garanti istedi. amerikalı arabulucu demirel’in istediği garantiyi vereceklerini ve yunanlı kuvvetlerin adadan çekilmesi sırasında fotoğraf ve belgelerle türk hükümetine bilgi vereceklerini bildirmiştir. bu görüşme üzerine cyrus vance'in getirdiği öneri bakanlar kurulunda masaya yatırılmış ve amerikalı arabulucunun getirdiği öneriler tatmin edici bulunarak kabul edilmiştir. bunun üzerine mersinden ayrılmış olan donanmaya ait gemilerin geri çağrılmasına karar verilmiş ve donanma mersin limanından ayrıldıktan yaklaşık 4 saat sonra geri dönmüştür.

yunanlılar için bu anlaşma tam bir hezimetti. askeri cunta büyük gururla adaya gönderdiği 10.000 askerini geri çekmek zorunda kalıyordu. aslında cunta altından kalkamayacağı bir iş içine girmişti. burada yunanlılar adanın uzaklığından dolayı savaş uçaklarını 5 dakikadan fazla ada üzerinde tutmayacağını hesaplamamış ve pervasızca hareket etmişti. dolayısıyla yaptıkları hamleler aslında kaybetmeye mahkumdu. adadan ayrılan kuvvetlerin arasında en acıklı ayrılış ise grivas’ın ayrılışıydı. grivas atina’nın emriyle kurtarıcı ve kahraman olarak kıbrıs’a gitmiş; ancak yine atina’nın emriyle yunanistan’a geri dönmek zorunda kalıyordu. aslında grivas tanrılara kurban edildiğini çok iyi biliyordu ve bu operasyonun günah keçisi grivas seçilmişti. bu gelişmeler sonucunda ise 28 aralık 1967’de geçici türk yönetimi ilan edilmiş, daha sonra türk yönetimi adını almıştır. yönetimin başına ilk dönem doktor fazıl küçük getirilmiş, 1973 yılında gerçekleştirilen seçimlerde ise rauf denktaş yönetimin başına geçmiştir. türkiye’nin 1967 yılında yaşanan krizde takındığı tavır ve harekat hazırlığı 1974 yılında gerçekleşecek askeri harekatı hazırladığını o zaman kimse düşünemezdi. bu krizle birlikte her şey değişti ve türkiye adaya bir gün harekat yapılması gerekebileceği konusuna iyice eğilmeye karar verdi. yunan askerleri adadan ayrılırken başbakan demirel ordunun komuta kademesi ile bir toplantı yapmaya karar verdi. bu toplantıda demirel komutanlara adaya çıkartma yapmak için ne tür askeri ekipmana ihtiyaç duyulduğunu sordu. komutanlar ilk olarak çıkarma gemisi ihtiyacını dile getirdiler. bu dönemde türk ordusunun elinde 16 adet çıkarma gemisi bulunmaktaydı. ancak adaya en az 48 tank ve ciddi sayıda asker çıkartılması gerekiyordu. dolayısıyla 48 tank ve asker için 100 adet çıkarma gemisine ihtiyaç vardı. demirel çıkarma gemisinin yurtdışından temin edilemeyeceğini belirtmiş ve toplantıda bu gemilerin ülkenin kendi imkanlarıyla yapılmasına karar verilmişti. buna göre ereğli demir çelik fabrikalarından demir saçlar temin edilecek ve gemi iskeleti gölcük askeri tersanelerinde bu saçlardan yapılacaktı. gemilerin motorları ise ilerleyen dönemde almanya’dan suzer fabrikasından temin edilecekti. çıkarma gemileri dışında türkiye’nin nakliye uçağı, paraşüt ve helikoptere ‘de ihtiyacı vardı. ordunun elinde o dönemde 6 adet helikopter bulunmaktaydı. dolayısıyla helikopter ve nakliye uçağı için ivedi olarak alım ihalesine çıkılmasına karar verilmiş ve ilk etapta 6 adet helikopterin alınmasına bu toplantıda karar verilmiştir. ordunun ihtiyacı olan paraşütler ise ilerleyen dönemlerde italya ve fransadan 15.000 adet temin edilecekti. işte kıbrıs harekatının hazırlıklarına bu şekilde başlanmıştı. türkiye kıbrısı kaybetmemek için bu hazırlıkları yapması gerektiğinin farkına varmıştı. aslında 1967 krizini başka bir yönden değerlendirdiğimizde, bu kriz sonucu yunan kuvvetleri adadan ayrılmamış olsaydı; 1974 senesinde türkiye’nin gerçekleştireceği harekatta adada bulunan yunan kuvvetleriyle de mücadele etmek zorunda kalacak ve bu durum türk-yunan savaşına gidebilecek bir savaşı tetikleyecekti. dolayısıyla 1974 senesinde yapılacak askeri harekatın kararının verilmesine ve gerçekleştirilmesini zorlaştıracaktı.

bu krizden sonra 1968 senesinde yunan cuntası ile makarios'un arası bozulmuştu. bunun nedeni ise makarios’un türkiye’nin müdahalesinden çekinmesi ve türkiye’yi ekonomik yollardan alt etmeye çalışmak istemesiydi. eski cuntacıların yer aldığı eoka-b örgütü ise enosis’in silahlı mücadele ile gerçekleştirilebileceğini savunuyordu. ayrıca makarios askeri rejimin sürekli emirler yollamasından da son derece rahatsızdı. makarios’un bu tutumu üzerine albay papadopulos rum milli muhafız ordusunda kendisine bağlı birlikler oluşturmaya başladı. ayrıca bu birlikler cumhurbaşkanlığı sarayını kontrol altına alacak şekilde konuşlandırıldı. bu hamleler üzerine makarios, cuntanın bir suikast düzenleyerek kendisini öldüreceğini anlamıştı. nitekim suikast girişimleri de gecikmedi. 1968 ile 1973 yılları arasında makarios'a defalarca suikast girişiminde bulunulmuştur. bu suikastlerden birisinde makarios'un içinde bulunduğu helikopter düşürüldü. mucize eseri makarios harabeye dönmüş helikopterden canlı olarak kurtuldu. dolayısıyla rum toplumu tam anlamıyla ikiye bölünmüştü. bir yanda gizlice adaya geri dönen grivas ve tekrar kurulan eoka-b örgütü atina’dan gelen emirleri yerine getiriyor. öte yanda makarios direnmeye devam ediyordu. rumların kendi içlerinde yaşadığı çatışma 1973 yılında daha da büyüdü. zira cunta kendi içerisinde darbe yaşamış ve papadopulos, dimitrios ioannides isimli bir albay tarafından iktidardan alınması işleri daha karmaşık hale getirdi. yeni yönetim 1973 yılında kıbrısın bağımsızlığının sona erdirilerek enosis ilan edilmesini istedi. makarios ise bu duruma itiraz etti. çünkü makarios tek yanlı enosis olamayacağını, türklerin de taksim isteyeceklerini, bununda kabul edilemeyeceğini düşünüyordu. rum toplumu ile atina arasında enosis pazarlıkları sürerken türk toplumu baskı altında yaşam mücadelesine devam ediyordu. türk toplumunun her ihtiyacı ankara tarafından karşılanıyor ve türk bölgelerine giriş çıkışlar rumlar tarafından kontrol edilmeye devam ediyordu. bu arada denktaş ile kleridis toplumlar arası müzakerelere başlamışlardı. işin garip yanı 1973 senesinde bir anlaşma üzerinde de uzlaşmaya varılmıştı. bu anlaşmaya göre bağımız yerel belediyeler kurulacak ve türk toplumuna içişlerinde kendisini yönetme hakkı tanınacaktı. bu anlaşma ile tarihi bir fırsat yaratılmıştı. görüşmelerin neticelenmesini müteakip kleridis anlaşmayı makarios'a sundu. ancak bu anlaşmayı ne atina yönetimi nede makarios kabul etmedi ve ellerinin tersiyle ittiler. o sıralarda bu iki yönetim türklere yeni haklar verilmesini düşünmüyordu. klerides bunun kaçırılmış büyük bir fırsat olduğunu ve türk müdahalesini dahi engelleyebilecek bir gelişme olduğuna inanıyor ve kendi hatasını da şöyle anlatıyor:

''benim hatam halkın önüne çıkıp bu anlaşmayı savunmaktı. çok kritik bir dönem yaşıyorduk. bu anlaşma her şeyi değiştirebilirdi. ayrıca anlaşmayı türk tarafı da kabul etmişti. ancak bir yanda makarios öte yanda grivas gibi devler vardı ve küçücük klerides'in sesi duyulamazdı.''

MAKARİOSUN DEVRİLMESİ VE KIBRIS BARIŞ HAREKATI

bu anlaşma adadaki iç karışıklıklar arasında unutulup gitti. kıbrıs artık kazan gibi kaynıyordu. 2 temmuz 1974 tarihinde ingiliz london times gazetesine sızan bir mektup her şeyi değiştirdi. başpiskopos makarios yunan cumhurbaşkanı gizikis'e adadaki tüm olaylardan yunan hükümetinin sorumlu olduğunu bildiriyor ve yeniden adaya yollanan yunan kuvvetleriyle yetkililerinin derhal geri çekilmesini istiyordu. bu mektup makarios'un kendi ölüm fermanını imzalaması manasına geliyordu. aynı gün başpiskopos'a karşı yapılacak darbe emri de verilmiş oldu. bu darbeyi gerçekleştirilecek kişide kısa zamanda bulundu. darbeyi gerçekleştirecek kişi nikos sampson idi. darbenin gerçekleştirileceği tarih ise 15 temmuz 1974 olarak belirlendi. 15 temmuz gece yarısı yunan yanlısı askerler başkanlık sarayını bastı ve binayı ateşe verdi. başpiskopos bu ani saldırıdan kıl payı kurtuldu ve 3 korumasıyla birlikte yan bahçede bekletilen özel bir arabaya binip kaçmayı başardı. başpiskopos birkaç gün sonra ise canını kurtarması ve adayı terk etmesi için ingiliz üssüne sığındı. makarios bu üsten kalkan ingiliz helikopteriyle maltaya gönderildi. cunta yanlıları saraya girdiklerinde iş işten geçmiş ve makarios kaçmıştı. cuntacılar makarios'un yerine hemen yeni bir cumhurbaşkanı atadı. atanan cumhurbaşkanı darbeyi gerçekleştiren nikos sampson idi. bu ismi duyduğunda türk toplumunun tüyleri diken diken oldu. zira sampson katı ve davasına sıkı sıkıya bağlı bir eoka destekçisiydi. sampson 1964 ve 1967 olaylarında türk köylerine baskınlar düzenlemesiyle ünlenmişti. dolayısıyla türk toplumu için yolun sonu çok yakındı. rauf denktaş o günü şu şekilde anlatmaktaydı:

''ben o gün evimde istirahat ederken silah seslerini duydum. biraz sonra gelen haber ile rum radyosunu açtım ve rum tarafında darbe olduğunu öğrendim. radyodan makarios'un öldürüldüğü ve yerine nikos sampson'un geçtiğini öğrendim. ''hey allahım bize makarios gitmeseydi dedirteceğin günüde mi yaşatacaktın.'' dedim.''

klerides ise o günü şu şekilde hatırlamaktadır:

''ilk tepkim bundan daha kötü birini bulamazlar şeklinde oldu. bu darbe ve başa geçen kişi yüzünden adeta türkiye’ye müdahale için davetiye çıkarılmıştı.''

bu darbe ve nikos sampson'un cumhurbaşkanlığına getirilişi kıbrıs rumlarının kendi içerisinde çatışmaya ve kanlı bir hesaplaşmanın başlamasına neden oldu. türkler ise enosis yanlısı grupların makarios yanlılarının işini bitirince sıranın kendilerine geleceğini biliyorlardı. dolayısıyla bu olay sonun başlangıcı ve kırılma noktasıydı. rauf denktaş bu dönemde türk toplumuna gerçekleşen olaylara müdahale edilmemesi ve karışılmaması telkininde bulunmuş; ayrıca türkiye ile irtibata geçerek olayların ve enosis'in önlenmesi için müdahale edilmesi gerektiğini bildirmiştir. bu dönemde ankarada chp ile msp koalisyonu iktidardaydı ve tüm dünya türk hükümetinin tepkisini merakla bekliyordu. bu darbeyi telgraf yolu ile ankara’da ilk öğrenen kişi ise dışişleri bakanlığı müsteşarlarından ecmel barutcuydu. ecmel barutcu telgrafı aldıktan sonra yaşanan süreci şu şekilde aktarmıştır:

''telgrafı aldığımız sırada başbakan bülent ecevit afyona gitmek üzere esenboğa havalimanında bulunmaktaydı. ben hemen başbakan ile telefon aracılığıyla irtibata geçmeye çalıştım. bülent ecevit'e telefonla ulaştıktan sonra gelen telgrafı ve durumu izah ettim. başbakan programını iptal ederek acil toplantı talep etti. toplantıda garantör ülkelerden yunanistan ve ingiltereye gidilmesi gerektiğini belirttim. ancak yunanistan’ın kendisinin garantörlük statüsünü ihlal ettiğini ve bu durumda yunanlılarla bir görüşme yapmanın gereksiz olduğunu, dolayısıyla sadece ingiltere’ye gidilerek görüşme yapılması gerektiğini söyledim.''

bu görüşme neticesinde, başbakan bülent ecevit ingiltere’ye gitmeye karar verdi. bülent ecevit ingilizlere garantör devlet olarak birlikte müdahale edilmesini önerecekti. bu görüşmeler gerçekleştirilirken askeri hazırlıklar yapılmaya başlanacaktı. bu hazırlıklar için milli güvenlik kurulu ve kabine derhal toplanarak hazırlık kararını aldı. bülent ecevit’in ingilizler ile görüşmesinden bir sonuç çıkmaması durumunda askeri müdahale yapılacaktı. aynı gece genelkurmay hazırlıklara başladı. ankara bu hazırlıkları yaptığı sırada avrupa ve amerika kuşku ve kaygı içerisindeydi. yunan cuntasının hiçbir dış desteği bulunmamaktaydı. türklerin ise bir şeyler yapacağı biliniyordu. ancak ne yapacakları meçhuldü. bu dönemde avrupalı ve amerikalı liderlerin tek kaygısı türklerin yapacağı askeri müdahalenin sovyetler birliğini harekete geçirmesiydi. amerikalı yetkililere göre türkiye bu tepkiyi göstermekte haklıydı. ancak aynı zamanda yunanistan ile türkiye arasında gerçekleşebilecek bir çatışma olasılığı da bulunmaktaydı. amerikalıları asıl rahatsız eden bu iki nato üyesi ülkenin çatışma olasılığıydı. bu iki ülkenin çatışması moskova'ya yarar sağlayacaktı. oysa bu dönemde sovyet yetkililerde tutumunu çoktan saptamıştı. türkiye’nin harekat hazırlıklarını dışişleri bakanına ilk haber verende alber çerniçev olmuştu. dışişleri bakanı haberi alınca ''ne tepki göstereceğiz'' sorusunu yöneltti. aslında ruslar için türkiye’nin müdahalesi beklenmedik bir olay değildi. çünkü uydu ve casus uçaklar aracılığıyla türkiye’de askeri hareketliliği gözlemlemişlerdi. dolayısıyla ruslar gösterecekleri tepkinin olayların daha ileri safhalara geçmeden kapanması yönünde olmasına karar verdi. bu bağlamda dünyada genel konjonktür yunanistan’ın gerçekleştirdiği bu darbenin karşısında durduğunu gösteriyordu. ancak kimse kendisini ateşe atmak istemiyor ve türkiye’ye müdahale etmesi için göz kırpıyordu. aynı yaklaşım ecevit’in gerçekleştirdiği ingiltere ziyaretinde de görülmüştür. bülent ecevit’in, ingiltere başbakanı harold wilson ve dışişleri bakanı james callaghan'a hitaben ''mutlaka bu askeri darbenin sonuçlarının önlenmesi ve kıbrıslı türklerin güvenliği sağlanması ile birlikte adadaki türklerin denize açılış kapısının güvence altına alınması gerekir. bunları sağlamak için ise üsleriniz vasıtası ile birlikte hareket edelim. bu ortamda birlikte hareket etmemiz durumunda rumlar sizi bir güvence olarak görür ve daha sükunet içinde adadaki duruma hakim olunur. dolayısıyla darbenin sonuçları da ortadan kalkmış olur.'' demiştir. ancak ingiliz hükümeti, ecevit'in sunduğu bu öneriyi mantıklı ve güzel olmasına rağmen geri çevirdi. ingilizlerin bu öneriyi geri çevirme nedeni ise hem yunanistan hem de rum yönetimiyle ilişkilerini bozmak istememelerinden dolayıydı. ayrıca ingiliz hükümeti sovyetler birliği tarafından ''adanın ingilizler tarafından kolonileştirildiği'' propagandası ile karşı karşıya kalabileceklerini düşünüyordu. ingilizlerin asıl amacı ise müdahale ile rumlardan görecekleri tepki üzerine adadaki etkinliğini kaybetmek istememesiydi. londra’da bülent ecevit ile ingiliz yetkililer arasında yapılan görüşmelerden amerika dışişleri bakanı henry kissinger'da anında haberdar ediliyordu. kissinger, türk hükümetinin eninde sonunda adaya müdahale edeceğini öngörmüştü. bunun üzerine kissinger, yardımcısı olan ve ''johnson mektubu'' mimarlarından joseph sisco'yu türkleri müdahale yapmamaları konusunda ikna etmek üzere londra’ya özel bir uçak ile gönderdi. joseph sisco londra’ya ulaşır ulaşmaz ecevit ile görüşmeye gitti. bu görüşmede sisco, ecevit’ten yunanlılar ile görüşmek için kendisine 24 ile 48 saat arası zaman vermesini istedi. ecevit, amerikalı arabulucunun bu önerisini şartlı olarak kabul etti. ecevit’in şartları arasında darbe öncesi statükoya geri dönülmesini ve federal tipte yeni bir yapılanma istekleri bulunmaktaydı. sisco'nun hedefi ise kısa vadede yaşanacak savaşı durdurmak ve darbeyle devrilen makarios'u yeniden rumların başına getirmek yönündeydi. bu arada türk heyeti ise londra görüşmelerinden istediğini elde edememişti. dolayısıyla türkiye tek başına hareket etmek zorunda kalacaktı. türk heyeti londra’dan döner dönmez ecevit başkanlığında genelkurmay karargahında toplantıya girdi ve hazırlıklar konusunda bilgi aldı. genelkurmay ise hazırlıklarını tamamlamış ve son derece güç iki aşamalı harekat planı üzerinde karar kılmıştı. bu plana göre önce girne yakınlarında denizden çıkartma yapılacak, aynı anda beşparmak dağlarının lefkoşe tarafına paraşütlü birlikler bırakılacaktı. harekatın ilerleyen safhalarında bu iki kuvvet birleşip köprübaşlarını tutacak ve bir cep oluşturacaktı. harekatın 2. aşamasında ise anakaradan takviye kuvvetler geldikçe erenköy ve magosa’ya doğru türk silahlı kuvvetleri ilerleyecekti. 50 yıldır sınırları dışına çıkmamış ve savaşmamış bir ordu için risk dolu ve cesaret isteyen bir operasyon olacaktı. genelkurmayda yapılan toplantıda deniz kuvvetleri komutanı kemal kayacan söz alarak bülent ecevit’e hitaben ''7 sene önce burada bir başbakan bize bir emir verdi. bu emir üzerine hazırlık yaptık ve denize çıktık. denize çıkmamızdan yaklaşık 4 saat sonra dönme emri verildi. eğer zat-ı alinizde bizi bu yoldan döndürecekseniz ne siz başbakanlık koltuğunda kalırsınız; nede biz kumandan kalırız.'' demiştir. bu özeleştiri üzerine ecevit söz alarak londra görüşmelerinden sonuç alınamaması üzerine garantör devlet olarak harekat emrine başvurduklarını belirtmiştir. dolayısıyla ecevit bu karardan geri dönülmeyeceğini üstüne basarak komutanlara da iletmiştir. bu gelişmeler olurken kıbrıs da rumlar birbirleriyle çatışma halindeydi. makarios yanlıları ile darbeciler çatışırken adadaki türk toplumu türkiye’nin atacağı adımları merakla bekliyordu. yunanlılar ve rumlar ise olası bir türk müdahalesine inanmıyordu. çünkü bundan önce 2 kere türk ordusu müdahale teşebbüsünde bulunmuş; ancak geri dönmüştü. dolayısıyla rumlar müdahaleye ihtimal vermiyor ve radyolarında sık sık ''bekledim de gelmedin'' şarkısını çalıyordu. tarihler 19 temmuz 1974'ü gösterdiğinde washington temsilcisi joseph sisco atina’da saatlerce bekletildikten sonra cunta lideri ioannides ile görüşebildi. bu görüşmede sisco, yunan lidere türkleri 1964 yılında olduğu gibi durduramayacaklarını ve harekat konusunda kararlı olduklarını belirtti. ayrıca harekatın gerçekleşmemesi için makarios'un tekrar geri getirilmesi gerektiğini belirtti. yunan cunta lideri ise bu önerileri kabul etmedi ve türkiye’nin askeri bir müdahalede bulunabileceğine inanmadığını belirtti. türk donanması ise bu görüşmeler sürerken mersin limanından ayrılmıştı. harekat planına göre ilk türk gemisinin adaya ulaşmasına 7 saat kalmıştı. joseph sisco ise atina’dan 19 temmuzu 20 temmuza bağlayan gece ankara’ya ulaşmış ve bülent ecevit’le görüşmek üzere başbakanlığa gelmişti. bu arada ingiltere ile amerika tüm gözlem uydularını tansiyonun yükseldiği bölgeye yönlendirmiş ve türk ordusunun hareketini adım adım izlemeye almıştı. ingiliz ortadoğu kuvvetler komutanı sir john aiken verdiği bir mülakatta o gün ile ilgili şunları söylemiştir:

''türkiye ile kıbrıs arasında dolaşan nemrut adlı uçaklarımız bulunmaktaydı. ayrıca nükleer bombardıman için kullanılan vulcan uçaklarını da havalandırmıştık. bu uçakların çok hassas radarları bulunmaktaydı. her iki uçaktan gelen bilgilerle türkiye’deki faaliyetin arttığını ve çıkartma gemilerinin hazırlandığını gördük. dolayısıyla biz müdahale olacağını ve bu müdahalenin 21 temmuz günü olacağını tahmin ediyorduk. 19 temmuz gecesi nöbetçi subay beni aradı ve ''türklerin çıkartmayı 20 temmuz günü yapacakları anlaşılıyor.'' dedi. bu bizim içinde bir süpriz olmuştu.''

bu gelişmeler olurken joseph sisco başbakanlığa varmış ve ecevit ile görüşmeye başlamıştı. ecevit, amerikalı arabulucudan isteklerinin yerine getirilmediğini öğrenmesi üzerine

''bundan önceki tatsız olaylarda kıbrıs’taki rum soykırım girişimleri karşısında biz sizin sözünüzü dinledik. ancak ortaya çıkan sonuç ne türkiye için nede kıbrıslı türkler için olumlu bir gelişme getirmedi. dolayısıyla şimdiye kadar sizi dinledik. ancak bu saatten sonra sizin sözlerinizi veya önerilerinizi dinlemeyeceğiz'' demiştir.

ecevit’in bu sözleri üzerine jseph sisco kararın alındığını ve harekatın kısa sürede başlayacağını anladı. bu cihetle amerikalı yetkili 1964 yılında olduğu gibi türkiye’yi durduramayacağını anlamıştı. türkiye’nin harekatı gerçekleştireceğini anlayan joseph sisco apar topar uçağına geçerek özel telefondan dışişleri bakanı kissinger'ı aradı ve arabuluculuk konusunda başarısız olduğunu ve türklerin harekata başladığını belirtti. dışişleri bakanı ise sisco'nun derhal atina’ya gitmesini istedi. burada amaç olası türk-yunan çatışmasını önlemekti.

sisco'nun uçağı havalanır havalanmaz türkiye hava sahasını tüm uçuşlara kapattı. bu hareket türkiye’nin savaşa girdiğinin en belirgin işaretiydi. aynı saatlerde 5 destoyer, 4 denizaltı, 5 hücumbot ve 31 çıkartma gemisi içerisinde ki 2000 civarı asker kıbrıs sahillerine ulaşmak üzereydi.

20 temmuz saat 05:00 sıralarında kıbrıs türk radyosu yayına geçerek rauf denktaşın sesinden türk birliklerinin adaya çıkartma yaptıklarını anons ediyordu. ancak ortada bir sorun vardı. bu sorunu ise rauf denktaş'dan dinleyelim.

''biz anonsu yaptık ancak ne gelen var nede giden. ''allahım acaba bunlar yine mi geri döndü'' diye düşünmeye başladık. bize harekat ile ilgili bilgi verilirken harekatın türkiye saati ile 5:00'da başlayacağını söylememişlerdi. türkiye ile bizim aramızda 1 saatlik fark var. bize saat 5:00'da harekat başlayacak denilince bizde adanın saatiyle harekatın gerçekleştirileceğini düşündük. işte arada geçen o 1 saati kan ter içerisinde bekledik. allahtan bu aksilik bile rumları uyandırarak topyekun alarma geçmelerine neden olmadı.''

bu hata binlerce türk askerinin hayatına mal olabilirdi. ancak rumlar kendi iç kavgalarına o kadar çok dalmışlardı ki türkiye’nin eskiden geri dönüşlerini tekrarlayacağını ve blöf yaptığına o kadar inanmışlardı ki bu anonsu da çok ciddiye almadılar. harekatı gerçekleştiren birliklere eşlik eden kocatepe muhribi ilk silahını ateşlediği sırada beşparmak dağlarına da helikopterlerle birlikler indirilmeye başlamıştı. ancak denizdeki fırtınadan dolayı amfibik alaya bağlı çıkartma gemilerinin harekat bölgesi olan plaja ulaşmaları biraz gecikti. bu harekatta genelkurmay en güç, ancak en etkili yöntemi seçmişti. harekat ilk aşamada hava, deniz ve kara birliklerinin koordinesinde 8000 askeri adaya çıkartmıştı. ancak harekatı güçleştiren etken ise girne kıyısı ile lefkoşe arasındaki dik ve zor geçit veren beşparmak dağlarıydı. harekat planına göre denizden çıkan birlikler girne civarındaki köprübaşlarını tutuyor ve arkadan gelecek takviye birliklerinin güvenli şekilde adaya ulaşmasını sağlıyordu. aynı anda beşparmak dağlarının yanı başında bulunan boğaz bölgesine helikopterlerle komando birlikleri indirildi. bu birliklerin görevi dağlardaki rum direnişini kırarak denizden çıkartma yapan piyade birliklerine yol açmaktı. lefkoşe yakınlarına indirilen paraşüt birliğinin görevi ise çıkartma yapan piyade birlikleri ile birleşerek yol güvenliğini tamamen muhafaza altına alınmasıydı. harekatta havadan ve denizden yapılan bombardımanda operasyonu rahatlatmak ve direnç noktalarını yok etmek için sürekli devam ettiriliyordu. türkiye’nin kıbrıs harekatındaki en büyük avantajı yunan hava kuvvetlerinin kıbrıs’a kadar gelip geri dönme gücünün bulunmamasıydı. bundan dolayı türk hava kuvvetleri adada tamamen hava üstünlüğüne sahipti. ancak harekatın ilk saatlerindeki en büyük kaygı yunanistan’ın türkiye’ye saldırmasıydı. genelkurmay, yunanistan’ın olası saldırısına karşı tüm önlemlerde almıştı.

20 temmuz 1974 sabaha karşı joseph sisco'nun uçağı atina’ya indi. yunanistan dada türklerin gerçekleştirdiği askeri harekat duyulmuştu. sisco yine cunta yönetimiyle toplantıya girdi. ancak bu toplantıda cunta lideri ioannides bulunmamaktaydı. yine cunta içerisinde bazı değişimler yaşandığı anlaşılıyordu. bu toplantıda yunanlı komutanlar kendilerinin de harekat düzenleyeceğini belirtiyordu. ancak joseph sisco çantasından amerikan istihbaratının değerlendirmelerini çıkartarak toplantı masasına koydu ve böyle bir harekat yapamayacaklarını söyledi. çünkü bu raporlarda türkiye’nin daha güçlü olduğu açıkça görülüyordu. ayrıca sisco, amerikan hükümeti olarak iki nato üyesi müttefikin savaşarak sovyetlere imkan hazırlanmasını istemediğini belirtti. sisco'nun bu sözleri üzerine yunanlıların harekat için hiçbir hazırlıklarının olmadığı yüzlerine tokat gibi vurulmuş oldu. aslına bakılacak olursa yunanlılarda kendi içlerinde ciddi ihtilaflar yaşıyordu. bunun en çok zorluğunu ise joseph sisco çekmekteydi. amerikalı arabulucu 12 saat boyunca yetkili mercilere ulaşmaya çalışmış ve sonunda ulaştığı yetkiliden yunanistan’ın türkiye’ye savaş açmayacağı sözünü almıştı. dolayısıyla amerika açısından büyük tehlike atlatılmıştı. yunan askeri cuntası ise 7 yıl boyunca ülkeyi kargaşadan kurtaracağız sözüyle her türlü sert tedbiri almış; ancak ülkeyi aynı oranda da zayıflatmıştı. bu gelişmeler ışığında yunanistan seferberlik ilan etmiş; ancak hazırlıkların yetersiz olmasından dolayı seferberlik çalışmaları da yetersiz ve başarısız olmuştu.

türkiye’nin kıbrıs'a askeri müdahalesi dünyanın geri kalanında genel olarak anlayışla karşılandı. adada yunan cuntası tarafından makarios’a karşı darbe yapılması o kadar tepki yaratmıştı ki, türkiye’nin bu müdahalesi ''yanlışı düzelten taraf'' şeklinde görülüyordu. 20 temmuz 1974 gece yarısına doğru harekatın 12 saati dolmadan newyork’ta birleşmiş milletler güvenlik konseyi toplanmış ve ateş kararı almıştı.

bu kararın en büyük sakıncası ise türkiye’nin icra ettiği harekatın ilk andan itibaren gecikme sinyalleri vermesiydi. harekatın gecikmesinin nedeni ise denizde fırtına olmasından dolayıydı. bu fırtınadan dolayı çıkartma gemileri ile birlikte nakliye gemileri 6 ile 10 mil arasında yol alabiliyordu. bu gemilerin türkiye’ye dönüp takviye kuvvetleri getirmeleri 13 saat sürüyordu. bu durumdan dolayı 2. dalga takviyede ciddi gecikmeler hasıl olmuştu. ayrıca adaya denizden çıkartma yapan birlikler ile havadan indirilen birlikler planlandığı gibi birleşememişlerdi. dolayısıyla 5 gün olarak planlanan harekat ciddi manada gecikme emareleri gösteriyordu.

KOCATEPE OLAYI

22 temmuz 1974 sabahının erken saatlerinde çeşitli kaynaklardan alınan istihbarat aynı günün akşam üstü talihsiz bir kazaya sebebiyet verdi. bu istihbarata göre yunanistan'dan yolan çıkan deniz konvoyu kıbrıs’ın baf limanına askeri malzeme götürecekti. bunun üzerine genelkurmay tarafından girne açıklarında bulunan tcg adatepe (d-353), tcg kocatepe (d-354) ve tcg mareşal fevzi çakmak (d-349) destroyerlerine önleme harekatı emri verildi. harekat planına göre, yunan konvoyunu hedef alan hava taarruzundan sonra, üç türk gemisi konvoydan geriye kalanlara denizden taarruz edeceklerdi. bu, düşman konvoyunun imhasını amaçlayan, iyi düşünülmüş bir plandı. ancak yunan konvoyu baf'a hiç hareket etmemişti. türk keşif uçağı kolu rodos'tan gemiye nakledilen 12 askeri kamyon görmüştü. ancak genelkurmay'daki koordinasyonsuzluk sonucu bu bilgi 12 gemilik konvoy olarak algılandı. bu sıralarda harekat planına sadık kalan üç türk gemisi ise hedef bölgeye intikal ederek harp durumuna geçmişlerdi. çok geçmeden kuzeyden gelen türk hava kuvvetlerine bağlı uçak filoları, hedef bölge olan arnaoutis burnu açılarında türk gemileriyle karşı karşıya geldi. telsizden türkçe anonsu duyan ve gemilerin pruvalarındaki türk bayraklarını ve diğer sembolleri gören pilotlar, kısa bir tereddüt yaşamışlar ve ankara akıncı üssü ile temas kurmuşlardır. hava üssü, durumu hemen harekat başkanlığı'na iletmiş. bunun bir rum oyunu olduğundan hiç tereddüt etmeyen harekat başkanlığı yetkilileri, filolara gemileri batırma emri vermiştir. zira bu durumla sıklıkla karşılaşıldığı gibi, aynı gemilerden yunanistan deniz kuvvetleri'nde de bulunuyordu. saldırıya uğrayan gemilerden tcg kocatepe (d-354) aldığı mermi darbelerinden dolayı yangın çıkmış ve su almaya başlamıştı. bunun üzerine kocatepe'nin vanalarının açılarak tahliye edilmesine karar verildi. mürettebat şişme botlara binerek gemiyi batması için terk etmeye başlamıştı. gemi ise terkedildikten sonra yavaş yavaş rum sahillerine doğru sürüklenmeye başlamıştı. burada genelkurmayın asıl kaygısı kocatepe destroyerinin batmadan rumların eline geçmesiydi. ancak gemi yaklaşık 5 saatlik sürüklenmenin sonunda infilak ederek denizin dibini boyladı. bu saldırıda kocatepe destroyerinde görev yapan 67 personel şehit olmuş ve birçoğu yaralanmıştır. saldırıya maruz kalan tcg adatepe ve tcg mareşal fevzi çakmak da hasar almışlar ancak kuzeye, türk sahillerine çekilebilmişlerdi.

22 temmuz günü nihayet planlanan sonuca ulaşılmış ve çıkartma yapan piyade birlikleriyle, lefkoşe yakınlarına inen paraşütçü birlikler birleşebildi. beşparmak dağlarının eteğinde bulunan boğaz bölgesine indirilen komandolar ise bu bölgeyi güvence altına almıştı. ancak türkiye’nin üstündeki siyasi baskılarda bu dönemde artmaya başlamıştı. biran önce ateşkes yapılması için amerika ile birlikte tüm avrupa devletleri de baskılarını arttırmaya başlamıştı. bu dönemde amerika dışişleri bakanı kissinger tam 16 defa başbakan ecevit’i aramıştı. bu görüşmelerde amerikalıların uyduları ve istihbaratı üzerinden olaya nasıl hakim olduğu gözler önüne serilmişti. sonunda türk yetkililer pes etti ve 22 temmuz 1974 günü yerel saatle 17:00'da ateşkes protokolünü kabul etti. aslında türkiye istediğini tam olarak yerine getirememiş ve güvenceye alınan bölge küçük bir cepten ibaretti. ayrıca son derece tehlikeli bir durum söz konusuydu. rumlar her an ani bir saldırıyla türklere ağır zayiat verdirebilirdi. ateşkesin reddedilmesi durumunda tüm hedeflere varabilmek için gereken asker ve donanımın adaya getirilmesi zaman alacaktı. aslında genelkurmayın hazırladığı plana göre harekat 2 aşamalı olarak planlanmıştı. bu plana göre önce çıkartma yapılarak köprübaşları tutulacak; ardından bir süre beklenerek takviye ve eksikler tamamlanarak 2. aşamaya geçilecekti.

ateşkes kararının alınmasından sonra tüm tarafların cenevrede toplanıp bir çözüm kararı almaları kararlaştırıldı. bu ateşkes ve barış görüşmelerinin arka planında amerika, ön planda ise ingiltere bulunmaktaydı. alınan karara göre birleşmiş milletler şemsiyesi altında türkiye, yunanistan ve ingiltere garantör devletler olarak cenevre’de toplanacak ve bu soruna çözüm arayacaktı. ancak 23 temmuz günü türkiye’nin askeri müdahalesinin yarattığı deprem rumlar ve yunanlılar üzerinde çok şiddetli olarak hissedildi. kıbrıs’taki darbenin başında bulunan nikos sampson baskılara dayanamayarak kaçtı ve yerine makarios’un sağ kolu glafkos kliridis geçti. yunanistan’da ise askeri cunta hiçbir müdahale olmadan kendiliğinden düştü ve yerine başbakan olarak karamanis geçti. bu gelişmeler ışığında türkiye’nin müdahalesine sebep olan unsurlar hem yunanistan’da hem de adadaki rumlar arasında bertaraf edilmişti. dolayısıyla batı dünyası türk ordusunun geri çekilmesi gerektiği konusunu tartışmaya başlamıştı. dolayısıyla artık batılı ülkelerin önceliği değişmişti. kıbrıs harekatına seyirci kalmak zorunda kalan yunanistan, türklerin gerçekleştirebileceği yeni bir harekat ile karşı karşıya bırakılmak istenmiyordu. çünkü yeni başa geçmiş olan karamanis olası bir türk harekatı sonucu yeniden iktidarını kaybedebilir ve askeri cunta geri dönebilirdi.

CENEVRE KONFERANSLARI VE BARIŞ GÖRÜŞMELERİ

25 temmuz 1974 günü cenevre’de toplanan tarafların her birinin ayrı bir beklentisi bulunmaktaydı. yeni yunan hükümetinin beklentisi mümkünse türkiye’yi adadan çıkartmak, eğer bunu mümkün kılamazlarsa ateşkese rağmen devam eden türk askeri takviyesini durdurulmasını sağlayarak, türk ordusunu bulunduğu küçük cebe hapsetmekti. türkiye için ise ya nihai bir çözüm bulunmalı yada adadaki bütün türkleri güvence altında yaşatacak geniş bir toprak parçasına kavuşmaktı. bu beklentiler nezdinde cenevre’de 6 gün boyunca süren görüşmelerde türk dışişleri bakanı turan güneş ile yunan dışişleri bakanı mavros arasında ciddi tartışmalar yaşanmıştı. bütün bu yaşananların arasında ingiliz dışişleri bakanı james callaghan ise süregelen bu tartışmaları şaşkınlıkla dinliyordu. callaghan bu tartışmalar ile ilgili olarak ‘’her iki bakanın iki farklı tutumu vardı. müzakere masasında türk dışişleri bakanı kimseyi umursamıyor ve aynı sözleri hiç değiştirmeden defalarca tekrar ediyordu. mavros ise çok çabuk heyecanlanıyor ve toplantıyı terk etmekle tehdit ediyordu. ben ise bu iki insan arasında oturuyor ve her ikisinden de hakaret işitiyordum. bende kendimi çok eskilere dayanan bir aile kavgasının arasına girmeye çalışan bir insan gibi hissediyordum. burada her biri diğerinin nereye kadar gidebileceğini biliyordu.’’ demiştir. cenevre konferansı 30 temmuz tarihine kadar irili ufaklı krizlerle sürdü. bu arada konferansın sonuna doğru türkiye bir öneride bulundu. bu öneri ise kıbrıs’ta biri rum diğeri türk toplumları olmak üzere iki özerk idarenin bulunduğunun resmen kabul edilmesiydi. yunanlılar bu öneriye karşı şiddetli şekilde itiraz etmelerine rağmen deklarasyona imza atmak zorunda kaldılar. böylelikle 30 temmuz deklarasyonu imzalanmış oldu ve 8 ağustosta yeniden toplanılmasına karar verildi. ancak bu defa görüşmeler sadece dışişleri bakanları nezdinde değil ülke liderlerinin de katılacağı bir görüşme olacak ve temele inen bir çözüm aranmaya çalışılacaktı. bu süre zarfında adaya çıkartma yapan türk birlikleri takviyesini tamamlamış ve lojistik ihtiyaçlarını tamamlamıştı. buna göre adada 30.000 asker, 120 tank, 100 civarında zırhlı araç, gerekli miktarda cephane ve yakıt bulunmaktaydı.

8 ağustos 1974 günü heyetler yeniden cenevre’ye inerlerken, genelkurmay başkanlığı biran önce bir çözüm bulunmasını ve elde edilen alanın genişletilmesini istiyordu. çünkü genelkurmay elde edilen bu küçük cepte ordunun tutunamayacağını düşünüyordu. dolayısıyla genelkurmay, ya nihai bir çözüm ile türklere tahsis edilecek toprağın genişletilmesini yada harekatın devam ettirilerek 2. aşamada planlanan noktalara ulaşılarak daha geniş bir alana hakim olunmasını istiyordu. konferansın toplanmasıyla 10 gün önce yaşanan tartışmalar yeniden başladı. oysa kıbrıs’taki gerçekleri gören ve türkiye’nin askeri harekata devam edeceğini sezen taraf sadece amerika’ydı. pentagon gelişmeleri uyduları aracılığıyla izlemiş ve türk askeri yığınağının altında neyin yattığını analiz ederek siyasi otoriteye rapor etmişti. adadan gelen haberler türkiye’nin harekatın 2. kısmına her an başlayacağını gösteriyordu. bunun üzerine ingiliz dışişleri bakanı callaghan hemen harekete geçti ve birleşmiş milletler barış gücünün emrine 8000 ingiliz askeri tahsis etti. buradaki amaç takviye askerlerle birlikte adada bulunan birleşmiş milletlere bağlı askerleri türk ordusunun etrafına dizerek türklerin ilerlemesini önlemekti. ancak callaghan, amerikanında bu oluşumun içerisinde olmasını istiyor ve bu ortak hareketin türkler üzerinde ciddi bir uyarı olacağına inanıyordu. heyetler cenevre’de tartışmalarını sürdürürken asıl pazarlık londra ile washignton arasında yapılıyordu. işte yapılan bu gizli görüşme kıbrıs’ın ve türk-yunan ilişkilerinin geleceğini çizecekti. amerikan dışişleri bakanı kissinger, ingiliz dışişleri bakanı callaghan’ın önerisini kabul ederse türk askeri bulunduğu yerde kalmak zorunda kalacak ve harekatın 2. aşamasına geçemeyecekti. ancak washington’un mesajı açık ve netti ‘biz türkiyeye karşı böyle bir planın içerisinde bulunmayacağız.’’ şeklindeydi. washington’un bu öneriyi reddetmesinin altında türkiye’nin sovyetler birliğine karşı ön saflarda yer alan bir kalkan olması ile türkiye’nin nato içerisindeki öneminden dolayıydı. washington’un bir başka analizi ise yunan ordusunun içinde bulunduğu kargaşadan dolayı ne darbe yapabileceğini nede türkiye’nin olası harekatı karşısında karşılık verebileceği yönündeydi. bu tespit türkiye’nin gerçekleştirdiği ilk harekatta da kendini göstermişti.

cenevre’de görüşmeler devam ederken glafkos kleridis’in beklentileri ise gerçekleşmemekteydi. kleridis, cenevre’ye ateşkes anlaşmasının nasıl uygulanacağını görüşmek için gelmiş, ancak kendisini temele inen görüşmelerin içerisinde bulmuştu. yunanistan ise batı kamuoyunda bulduğu yeni desteğe güvenerek daha uzlaşmaz bit tutum içerisine girmişti. dolayısıyla türk tarafından gelen tüm önerileri geri çeviriyorlar ve türkiye’nin 2. bir harekatına ihtimal vermiyorlardı. bu düşüncelerinin temelinde ise türkiye’nin uluslararası baskı altında harekete geçemeyeceğine inanmalarıydı. aslında bu dönemde garantör devletlerden biri olan ingiltere devre dışı kalmış ve washington diyaloglara dahil olmuştu. washington’un devreye girmesiyle ecevit, kissinger ile sık sık görüşmeye başlamıştı. çünkü türk tarafı artık ingilizlere değil amerikalılara daha çok güveniyordu. konferansın 5. günü yani 12 ağustosta türk tarafı ilginç bir öneri ortaya attı. türkiye’nin ortaya attığı öneri federal çözümdü. bu öneriye göre iki toplum ayrı ayrı iki bölgede yaşayacak, iç meselelerini kendi yargıları sistemleri halledecek, her iki toplum birbirlerinin iç meselelerine karışmayacak ve güvenliklerini kendi kolluk kuvvetleri sağlayacaktı. bu öneriden anlaşılacağı üzere zayıf bir federal hükümet şemsiyesi altında bir devlet oluşturulacaktı. türk tarafının öneri paketinin içerisinde bulunan toprak paylaşımı ile ilgili bölüm ise hayli ilginçti. bu paket içerisinde ise iki seçenek bulunmaktaydı. bu önerilerden birisi kıbrıs topraklarının %30’luk kısmı türk toplumuna bırakılmalı, geri kalan %70lik kısım ise rumlara bırakılmalıydı. ikinci öneri ise biri büyük 5 kanton oluşturulmalı ve yönetimi tamamen türklere bırakılmalıydı. bu 5 kantonun toplam büyüklüğü yine adanın %30’luk kısmını kapsayacaktı. bu önerilerden kanton sistemini kapsayan öneriyi yunanlılar ve rumlar kabul etmedi. bu öneriyi reddetmelerinin altında ise kantonların kolaylıkla birleştirilerek türk hakimiyetinin artmasından çekinmeleriydi. ancak böyle bir anlaşma yapılmış olsaydı uluslararası baskıdan dolayı hiçbir taraf diğerinin toprağına müdahale edemezdi. ayrıca garantör ülkelerde olası bir gerginlikte doğrudan devreye girerdi. 12 ağustosta türk tarafınca yapılan diğer öneri konusunda ise yunan ve rum tarafının tepkisi hükümetlerine danışmak için zaman istemek oldu. dışişleri bakanı turan güneş ise yunan ve rum meslektaşlarına ‘’bu öneriyi prensip olarak kabul ederseniz size mühlet veririm. aksi halde böyle bir süre veremeyiz.’’ demiştir.

PAROLA : AYŞE TATİLE ÇIKSIN

bu tartışmaların sürdüğü günün akşamında gelen bir telefon konferansın ve kıbrısın tamamen kaderini değiştirecekti. telefonu eden kişi bülent ecevit karşı tarafta ise başbakanlık danışmanı haluk ulman bulunmaktaydı. bu telefon görüşmesini haluk ulman bir söyleşide şu şekilde anımsamaktadır:

‘’bülent bey ile telefonda konferanstaki gelişmeleri görüşürken bir ara konuyu değiştirerek ‘’-haluk bey unutmadan söyleyeyim. turan bey giderken bana orhan beye (turizm bakanı) söyle de ayşe bu sene çok tatil yapamadı. ayşe için münasip bir yer bulunsun da tatile gönderelim demişti. bende orhan beye söyledim. yer bulundu ayşe yarın tatile çıkacak.’’ dedi. bu sözler üzerine ben içimden ‘’bak ne ince düşünceli adam, bu kadar işi gücü arasında ayşe’nin tatili ile uğraşıyor. bülent beyin bu sözleri üzerine bende ‘’-peki söylerim’’ dedim. bülent bey ise ‘’-aman unutma’’ dedi. ben ise ‘’-unutmam’’ dedim. ancak ben bu sözleri ertesi güne kalmadan unutmuştum.’’

13 ağustos 1974 günü kıbrısın geleceği ile ilgili cenevrede görüşmeler sürerken adada 39.000 kişiden oluşan türk ordusu harekete geçmek için son emri bekliyordu. ayrıca adanın dörtbir yanına dağılmış türk köylerinin üzerindeki baskıda had safhaya ulaşmıştı. aynı gün sabaha karşı bir kargo uçağı türk kuvvetlerinin kontrolündeki piste indi. bu uçaktan genelkurmay harekat dairesi başkanı orgeneral hasan sağlam indi. hasan sağlam’ın adaya gelmesinin amacı ise ertesi gün gerçekleştirilecek harekat ile ilgili planları bölgedeki komutanlarla paylaşmaktı. sağlam planlarla ilgili brifingini verdikten sonra aynı gün verilen emirler doğrultusunda genelkurmaydaki görevinin başına dönmek üzere adadan ayrıldı.

13 ağustos 1974 sabahı cenevrede türk heyeti intercontinental otelinin kahvaltı salonunda yemeklerini yemeye başlamıştı. kahvaltı sırasında heyette danışman olan haluk ulman’ın aklına bir gece önce ecevit ile yaptığı görüşme geldi.

‘’intercontinental’ın kahvaltı salonunda yemeğimizi yerken konu döndü dolaştı ayşeye geldi. turan beyin yanında eşi nermin hanımda vardı. ‘’aman turan abi dün bülent bey ile telefonda görüşürken sana iletmem için bir şey söyledi ama ben söylemeyi unuttum.’’ dedim. turan bey hemen ‘’ne söyledi.’’ dedi. bende ‘’ yahu ayşeye yer bulmuşlar. ayşe tatile çıkacakmış.’’ dedim. bunun üzerine turan bey biran heyecanlandı.’’

turan güneş ankara’dan ayrılırken bülent ecevit ile görüşmüş ve 2. harekatın düzenlenme ihtimalide görüşülmüştü. eğer harekat kararı alınması durumunda birbirlerine nasıl iletecekleri konusunda bir parola belirlemişlerdi. bu parola ise ‘’ayşe tatile çıksın’’ şeklinde olacaktı. aslında turan güneş yunanlı ve rum meslektaşlarının süre istemesinden sonra otele geçmiş ve bülent ecevit’e telefon ile bilgi vermişti. bu bilgi alışverişi sırasında ise kendi aralarında belirledikleri parolayı turan güneş ecevit’e iletmiş ve parolanın karşılığında gelecek cevabı beklemeye başlamıştı. bülent ecevit ise turan güneş’e doğrudan telefon açıp aynı parolayı tekrarlama riskine girmemek için onay parolasını haluk ulman üzerinden yollamayı seçmişti. turan güneşin bu parolayı almasıyla türk tarafının fazla vaktinin kalmadığı anlaşılıyordu. aynı gün gece yarısına kadar ya bir ilke anlaşması yapılacak yada konferans salonu terk edilecekti. askeri harekat başladığında konferans dağılmış ve sonuç alınamayacağı açıkça ilan edilmiş olmalıydı. türklerin zayıf bir federasyon veya 5 kantonlu önerileri ise yunanlılar tarafından farklı algılanmıştı. yunanlı heyete göre bu bir türk tuzağıydı. bu dönemde savunma bakanı olan averof’un görüşü ise şu şekildeydi:

‘’bizce bu öneriler 2. harekatı başlatabilmek için bir bahaneydi. ‘’-biz önerdik, ancak kabul etmediğiniz için harekatı devam ettirmek zorunda kaldık’’ demek için ortaya atılmıştı. türklerin bu yaklaşımı öneriden çok bir ültimatom gibi duruyordu. türkler resmen ‘’-ya imzalayın yada olacaklara karışmayız’’ diyordu. üstelik bunların yaşandığı dönemde atina kriz içerisindeydi. karamanis hükümetiyle daha yeni iktidara gelmiştik. durumu kontrol altına almaya çalışıyorduk. ayrıca askeri darbe her an olabilirdi. hükümet olarak zayıf bir konumdaydık. eğer bu önerilerin altına imza atsaydık siyasi olarak da ölüm emrimizi de imzalamış olacaktık.’’

rumlarda türk önerilerini kabul etmemişti. heyet içerisinde bulunan klerides’in görüşü ise:

‘’bu önerilerden birisini onaylasaydım türk ordusunu kendi elimle adayı istila etmesi için davet etmiş olacaktım. türkler 5 kantona yerleştikten sonra kolayca birbirlerine bağlanabilirlerdi. böyle bir durumda bir daha geri dönmeleri söz konusu olmazdı. dolayısıyla kendi imzamla türk ordusuna bu olanağı sağlayamazdım.’’ demiştir.

yunanistan ve kıbrıs rum yönetiminin tutumları türkiye’yi adeta ikinci bir harekata zorluyordu. bu pazarlığı masanın öbür tarafından izleyen ingiltere içinde türkiye’nin sunduğu bu son önerileri kaçırılmış bir fırsat olarak görüyordu. görüşmelere katılan heyet içerisinde bulunan ingiltere dışişleri bakan yardımcısı goodeson’un görüşü ise şu şekildeydi:

‘’türk tarafı ilke kararının hemen alınmasında ısrar ediyordu. yunanlı ve rumların ise bu ödünü türkiye’ye vermeye niyeti yoktu. oysa bu önerileri kabul etselerdi, askeri harekat durdurulabilir ve ileride kaybedecekleri alanı da ellerinde tutabilirlerdi.’’

bu sıralarda washington’da dışişleri bakanı henry kissinger ile türkiye’nin washington büyükelçisi melih esenbel arasında bir görüşme yapılmaktaydı. esenbel cenevre’deki durumu anlatmış ve ’’-rumlar ilke olarak dahi bizim verdiğimiz öneriyi kabul etmedikleri takdirde türk ordusunun harekatın 2. aşamasına geçmekten başka çaresi kalmayacağını’’ söylemiştir. kissinger bu sözler üzerine ‘’-neden endişe ediyorsunuz. ben türkiye’nin yalnız ortadoğu’da değil kıbrısta da kuvvetli olmasını istiyorum. benim umumi stratejim içerisinde mevkiinizin önemini anlamanız lazım. şu durumda merak etmeyin sizi kimse adadan çıkartamaz’’ demiştir.

kissinger daha önce çeşitli mecralarda buna benzer beyanatlarda vermişti. bu cihetle amerikan dışişleri bakanının takındığı tutum hem türkiye’nin washington temsilcisi, hem de türkiye hükümeti tarafından harekatın 2. aşaması için yakılmış bir yeşil ışık olarak algılanmıştı. kissinger’ın düşüncesi beyanatlarından da anlaşılacağı üzere adada bulunan türk halkının kendi kendini yönetme hakkına sahip olduğuydu. bu gelişmeler neticesinde, konferansın son oturumu başlamış ve artık ne olacağı belli olmuştu. bu çerçevede tüm temaslar tamamlanmış ve pazarlıklar bitmişti. türk heyeti ile denktaş taktik olarak uzun konuşmalar ile zaman geçiriyor ve oturumun bitmesi için zaman kazanıyorlardı. son konuşmayı yapacak denktaş kürsüye çıkmadan önce ve çıktıktan sonra yaşadıklarını bir beyanatında şu şekilde anlatmaktadır:

‘’kürsüye çıkmadan önce heyetten bir yetkili gelerek ‘’-konuş konuşabildiğin kadar’’ dedi. sıra bana gelince kürsüye çıktım ve 1955 yılından itibaren gelişen olayları anlatmaya başladım. callaghan baygın baygın dinleyerek konuşmamın bitmesini bekliyor. yunan tarafında mavros ile klerides sıkıntıdan sandalyelerinde devamlı hareketlilik halindeydiler. ben konuşmamı uzattıkça uzattım. bir ara önüme birisi not koyuldu. notu incelediğimde ‘’-kes atık, bizi tek ayaküstünde yakalatacaksın.’’ yazıyordu. bende daha fazla uzatmadan konuşmamı bitirip kürsüden indim.’’

konuşmaların sonunda callaghan tüm tarafları bir araya toplayarak bir soru sordu. yunan ve rum heyetine başkentlerine gidip danışmak için 36 ile 48 saat mühlet verilsin mi? yunan ve rum heyetleri bu öneriye ‘’evet’’ dedi. ancak türk heyeti bu öneriyi reddetti. son söz denktaş’a verildi ve oda bu öneriyi kabul etmedi. bunun üzerine gallaghan ayağa kalktı ve artık yapılacak bir şey kalmadığını belirterek konferansın sona erdiğini belirtti. bu gelişmeler üzerine türk heyeti hızla birleşmiş milletler binasından ayrıldı. ingiliz dışişleri bakanı callaghan ise dünya basınının önüne çıkarak tarihi nitelikte olabilecek bir açıklamalar da bulundu. callagahan’ın demeci içerisinde en dikkat çekici cümleler ise ‘’kıbrıs sorunu hiçbir şekilde askeri yöntemlerle çözümlenemez. bunu sadece iki toplum kendi aralarında görüşerek halledebilir. özetlemek gerekirse bugün kıbrıs türk ordusunun esiridir. yarın ise türk ordusu bataklığa batacak ve kıbrıs’ın esiri olacaktır.’’ demiştir. ancak tarih, ingiliz dışişleri bakanını doğrulamadı. 14 ağustos 1974 tarihinin şafak vaktinde türk birlikleri ‘’zafer’’ parolasıyla adadaki 2. harekatına başladı. hedef ise şahin hattıydı. bu harekat 3 gün sürdü. şahin hattı türk toplumunun yoğunlukta olduğu yerleşimleri içine alacak ve adanın geri kalanındaki türklere de yetecek ekonomik yaşamlarını sürdürebilecekleri kadar bir toprağı kapsayacak biçimde çizilmişti. nitekim daha ilk gün türk birlikleri magosaya ulaştı ve burada tutsak bulunan türk halkını kurtardı. diğer günlerde ise belirlenen hedeflere ulaşarak harekatı tamamladılar.

türkiye’de halk harekatın başarısı üzerine yine sokaklara döküldü. insanlar yıllar boyunca çaresizlik içerisinde izledikleri kıbrıs sorununun kesip bitirildiğini düşünüyordu. türkiye’nin yaptığı 2. harekata ise dış tepkiler çok sert oldu. dana önce gerçekleştirilen harekatı alkışlayan herkes bu defa türkiye’yi işgalci bir güç olmakla itham ediyordu. dünya için atina’da cuntanın devrilip karamanis’in geri dönmesi yeterliydi. ayrıca adada sampson’un kaçıp yerine kleridis’in gelmesiyle her şey normale dönmüştü. türkiye gerçekleştirdiği 2. harekat ile haksızdı ve korumasız bağımsız bir devleti ezen bir dev olarak görülüyordu. türkiyenin yaptığı bu harekat sonrası asıl darbe ise türk-yunan ilişkilerinde yaşandı. türk-yunan ilişkileri kıbrıs olaylarından sonra temelinden değişti. yunanistan için türkiye artık bir tehditti. yakın zaman kadar da iki ülke birçok defa karşı karşıya geldi ve uluslararası arenada birbirinin önüne öyle yada böyle taş koydu. harekatın hemen arkasından amerika’daki yunan lobisi harekete geçti ve kongreden türkiye’ye silah ambargosu uygulamasına ön ayak oldu.

HAREKAT SONRASI

kıbrıs harekatı, türkiyede ise 1970’li yıllarda ve daha sonraki yıllarda bir daha hiç yaşanmayacak bir birlik havası estirdi. türkiye’de sağcısı, solcusu, işçisi, işvereni, öğrencisi ve memuruyla halk birbirine kenetlendi. bu sevgi ve coşku selinin adresi ise başbakan bülent ecevit idi. halk bu dönemde ecevit’i ‘’kıbrıs fatihi’’, ‘dünyaya kafa tutan adam’’ ve cesur bir lider olarak görüyordu. ancak yukarıda da zikrettiğimiz gibi batı dünyası tam aksine ecevit’in hanesine bir eksi puan daha koyuyordu. kıbrıs harekatı ise bardağı taşıran son damlaydı. bundan önceki kriz ise ecevit hükümetinin haşhaş ekimini serbest bırakması üzerine çıkmıştı. ecevit amerikalıların aldığı ambargo kararının kıbrıs harekatından önce alındığını defalarca belirtmiştir. bu ambargo kararının haşhaş sorunundan dolayı alındığını da eklemiştir. ambargonun haşhaş sorunundan veya kıbrıs barış harekatından dolayı alınması çok önemli değildir. bu ambargo ile türkiye kırılgan olan ekonomik ve sosyolojik dengesini tamamen yitirmiş ve ileride gerçekleşecek 1980 darbesinin de gerçekleşmesine sebep olacak olaylar silsilesinin katlanarak ilerlemesine sebep olmuştur. dolayısıyla harekat sonrası gerçekleşen ambargo ve bunun getirdiği buhran ilerleyen dönemlerdeki yaşanacakların önemli bir kavşak noktasını oluşturmaktaydı ve bu ayrı bir yazı konusu olarak karşımıza çıkmaktadır. türkiye’nin 1974 senesi sonunda kendisine uygulanan ambargolara karşı hamlesi ise gecikmemiştir. türkiye kendine uygulanan silah ambargosu kararının üzerine ise 5 şubat 1975’te cevap olarak kıbrıs türk federe devleti’ni (ktfd) ilan etmiştir. birleşmiş milletler genel kurulu ise bu durumu 12 mart 1975’te 367 sayılı karar ile rahatsızlığını belirtmiştir. güvenlik konseyi ise arabuluculuk aracılığı ile tarafları görüşmelere çağırmıştır. ikinci harekat sonrası birleşmiş milletler genel sekreteri gözetiminde denktaş ile kleridis arasındaki görüşmeler başlatılmıştır. sadece nüfus mübadelesi konusunda uzlaşmaya varılmış, kuzeydeki rumlar ile güneydeki türkler yer değiştirmiştir.

SONUÇ


aslında geçmişimize baktığımızda türkiye’nin bu kadar zaman içerisinde birçok diyet ödediği aşikardır. ancak türkiye çıkarları doğrultusunda bu adaya sahip çıkmak zorundaydı ve bu zorunluluğu herhangi bir bıkkınlık dahi göstermeden yerine getirdi. bu kadar yokluk içerisinde yapılan mücadelenin sonunda ise gencecik bir devlet olan kuzey kıbrıs türk cumhuriyeti doğdu. şimdi herkesin geriye dönüp eski günleri hatırlaması yeterli olacaktır. kıbrıs konusunda nereden nerelere gelindiği yukarıda bahsi geçen yazıdan daha açık ne gösterebilir bilemiyorum. şuan kıbrıs’a baktığımızda 1974 öncesi dünya ile teması minimum düzeyde olan ve adeta hapis hayatı yaşayan kıbrıs türkleri liberal bir ekonomi ile turizm ve birçok alanda ciddi gelirler elde ediyor. yazımızın başında belirttiğim gibi kıbrıs türkiye için hem jeopolitik konumu hem de adada yaşayan türk halkından dolayı çok değerlidir. ancak yazımızın içeriğini irdelediğimizde her iki taraf ve garantör devletler dahi uzlaşmaz tavırları ve dönem dönem elde etmek istedikleri iç siyasal avantajlardan dolayı sorun içinden çıkılmaz bir hale gelmiştir. dolayısıyla her iki toplum keskin şekilde birbirinden ayrılmıştır.
 
Adamlar bariz şekilde bizim toprağımız dedi ve Türkleri kovamaya başladı. Abd müdehalelerimizi geciktirdi ve engelledi.Türkiye mecburen İngilizlerden yardım istemek durumunda kaldı. Onlar garantör olduktan sonra da çok bir şey değişmedi.İngilizler Osmanlıdan gasp ettikleri adaya daha dikkatli bakmalıydı da neyse. Sonuç itibariyle Türkiye oraya girdi ve tüm dünyayı karşısına aldı.Bedelini de ödedik. Çok da uzatmak istemiyorum ama dış mihraklar komplo teorilerinde kalıyor bu tür tarihi olayları bilmeyenler için.O yüzden eline sağlık görmekten mutlu oldum.
 
Ne gariptir ki asıl işi yapan adamı bir kere bile anmamışsınız olsun zaten Allahtan bekliyordu karşılığını...

bu yazıyı olabildiğince tarafsız ve objektif ibarelerle hazırlamaya çalıştım. dolayısıyla yazı içerisinde perde arkasındaki karakterleri işlemek yerine göz önünde bulunan karakterleri işlemeyi uygun gördüm. çünkü konu karakterler değil ''kıbrıs adası'' idi. tabi ki yazı içerisinde bazı eksiklikler olacaktır. ancak sizin yaptığınız eleştiriye iki noktada katılmadığımı belirtmek isterim.

1- sayın rahmetli erbakan'ın harekat kararı alınmasında ki etkisi yadsınamaz. ancak harekat kararını sayın erbakan tek başına kesinlikle alamazdı. kararı cumhurbaşkanı Ferhmi Korutürk başkanlığında toplanmış bakanlar kurulu almak durumundaydı ve sayın ecevit gibi sayın erbakan'da bu kurulun bir parçasıydı. ayrıca yazımın sonuna doğru çok ufak bir nüans ile bazı durumların başka bir yazının konusu olacağını belirtmiştim. çünkü koalisyon ortakları arasında özellikle 2. harekat hususunda önemli görüş ayrılıkları bulunmaktaydı. yukarıda zikrettiğim gibi bu iç siyasi çekişmeyi ayrı bir yazı konusu olarak işlemeyi planlamaktayım.

2- siyasetin içerisinde artık günümüzde kalmamasından dolayı göremediğimiz bir nezaket vardı. unutmayın 90'lı senelerin sonuna kadar tüm siyasetçiler açık oturum ile televizyonda birbirleri ile tartışabiliyorlardı. videosunu paylaştığınız durumda sayın Rauf Denktaşın, o dönemde türkiye hükümeti başbakanı olan Erbakan'a nezaket çerçevesinde yaptığı bir hitaptır. çünkü yukarıda zikrettiğim gibi bu kararın verilmesinde sadece erbakan'ında imzası değil tüm hükümetin imzası bulunmaktaydı. dolayısıyla bu kararın verilmesinde Erbakan'ın katkısının bulunması sadece kendisinin karar verdiği anlamına gelmemelidir.


videonun 15.20 saniyesi siyasi çekişmeyi kısaca anlatan bir bölümdür.
 
Eline saglik guzel olmus gercekten ama hepsini okuyamadim coook uzun. Onceden bu konular hakkinda okudugum seyler oldugu icin ceyreginden sonra biraktim ama oraya kadar genel anlamda bildigim seyleri yazmissin. Ayrintilara deginmen gercekten guzel.
 
Eline saglik guzel olmus gercekten ama hepsini okuyamadim coook uzun. Onceden bu konular hakkinda okudugum seyler oldugu icin ceyreginden sonra biraktim ama oraya kadar genel anlamda bildigim seyleri yazmissin. Ayrintilara deginmen gercekten guzel.
İyi dilekleriniz için teşekkür ederim. Evet yazı gerçekten uzun, ancak bu yazının bazı kısımlarını kırptığımı bilmenizi isterim. Mesela yukarıda @Trafalgar D. Water Law nickli arkadaşın bahsettiği erbakan'ın ve diğer hükümet üyelerinin harekata karar verilmesi safhasında takındıkları tavırları yazı içerisinde işlemedim. Çünkü yazı hem karmaşıklaşacak hemde bu görüşmeler başka bir uzun yazının konusu olacak.

Yazının okumadığınız kısımlarda ilginizi çekecek veya bilgizin kısıtlı olduğu bazı bölümler olduğu kanısındayım. Mesela "parola : ayşe tatile çıksın" başlığının alt metinlerini okumanızı tavsiye ederim. Ayrıca 1967 krizi sonrası Yunanistan başbakanı kollias ile demirelin edirnede gerçekleştirdikleri görüşmede ilginç bilgiler içermektedir.
 
Adamlar bariz şekilde bizim toprağımız dedi ve Türkleri kovamaya başladı. Abd müdehalelerimizi geciktirdi ve engelledi.Türkiye mecburen İngilizlerden yardım istemek durumunda kaldı. Onlar garantör olduktan sonra da çok bir şey değişmedi.İngilizler Osmanlıdan gasp ettikleri adaya daha dikkatli bakmalıydı da neyse. Sonuç itibariyle Türkiye oraya girdi ve tüm dünyayı karşısına aldı.Bedelini de ödedik. Çok da uzatmak istemiyorum ama dış mihraklar komplo teorilerinde kalıyor bu tür tarihi olayları bilmeyenler için.O yüzden eline sağlık görmekten mutlu oldum.
İyi dilekleriniz için teşekkür ederim. Yazımın başında dikkat ettiyseniz ingilizlerin adayı neden işgal ettiğini ve halen adada bulunduklarını kısaca açıkladım. Burada o dönemde hangi ülke çıkarlarına en uygun yer neresi ise orayı Osmanlılarda almaya çalışmıştır ve bu konuda ingiliz imparatorluğundan daha karlı çıkan başka bir ülke yoktur. Çünkü ingilizler hem mısır hemde kıbrıs adasını işgal ederek doğudaki ve güneydeki sömürgelerine olan ulaşımı kolaylaştırır oldu. Bu sayede 1. Ve 2. Dünya savaşlarında imparatorluk yıkılmadan ayakta kaldı.
 
İyi dilekleriniz için teşekkür ederim. Yazımın başında dikkat ettiyseniz ingilizlerin adayı neden işgal ettiğini ve halen adada bulunduklarını kısaca açıkladım. Burada o dönemde hangi ülke çıkarlarına en uygun yer neresi ise orayı Osmanlılarda almaya çalışmıştır ve bu konuda ingiliz imparatorluğundan daha karlı çıkan başka bir ülke yoktur. Çünkü ingilizler hem mısır hemde kıbrıs adasını işgal ederek doğudaki ve güneydeki sömürgelerine olan ulaşımı kolaylaştırır oldu. Bu sayede 1. Ve 2. Dünya savaşlarında imparatorluk yıkılmadan ayakta kaldı.
Benim dikkat çekmek istediğim nokta o değil. Amerika'nın karşısında ne kadar çaresiz kaldıysak ,İngilizlerin kapısına gidişimize dikkat çekmek istedim.
 
Benim dikkat çekmek istediğim nokta o değil. Amerika'nın karşısında ne kadar çaresiz kaldıysak ,İngilizlerin kapısına gidişimize dikkat çekmek istedim.
Bu mesajınız üzerine yazının içerisinde bir noktada eksiğim olduğunu anladım. Dikkat ederseniz ecevit doğrudan ingilizlere gitti. Ancak ingilizler yazının içerisinde belirttiğim nedenlerden ecevitin önerilerini kabul etmedi. Bunun üzerine türkiyenin washington büyükelçisi aracılığıyla Amerikalılarla irtibata geçildi. Burada amaç harekata destek için değil. Harekatın önüne taş koymamaları içindi. Bu kısmı yazı içerisinde işlemedm. Atladığım bir noktaymış.çünkü Amerikalıların kapısına gitmek zorundaydık. Rusların tepkisini öngörenezdik ve Türkiye daha önce "johnson mektubu" gibi yüz karası bir aşağılamaya karşılaşmış bir devletti. Bir daha bunu yaşamak o safhadan sonra çok yıkıcı olabilirdi.
 
İyi dilekleriniz için teşekkür ederim. Evet yazı gerçekten uzun, ancak bu yazının bazı kısımlarını kırptığımı bilmenizi isterim. Mesela yukarıda @Trafalgar D. Water Law nickli arkadaşın bahsettiği erbakan'ın ve diğer hükümet üyelerinin harekata karar verilmesi safhasında takındıkları tavırları yazı içerisinde işlemedim. Çünkü yazı hem karmaşıklaşacak hemde bu görüşmeler başka bir uzun yazının konusu olacak.

Yazının okumadığınız kısımlarda ilginizi çekecek veya bilgizin kısıtlı olduğu bazı bölümler olduğu kanısındayım. Mesela "parola : ayşe tatile çıksın" başlığının alt metinlerini okumanızı tavsiye ederim. Ayrıca 1967 krizi sonrası Yunanistan başbakanı kollias ile demirelin edirnede gerçekleştirdikleri görüşmede ilginç bilgiler içermektedir.
Tekrardan donerim ve Erbakan konusu benim bildigim cok karisik bir konu. Kaynaklar ve kisiler aklima gelmiyor ama hatirladigim, harekatin oncesi ve sonrasindaki olaylarin %80 lik kismi Erbakanin yuruttugunu lakin olayin Ecevite kaldigi yonunde diye hatirliyorum. Bosna savasindaki arka plan olaylari gibi.
 

Bu Konuya Bakmış Kullanıcılar (Üye: 0, Ziyaretçi: 1)

Korsanfan.com Her Hakkı Saklıdır. 2008-2023.
Tasarım Korsanfan V.6.0
Yukarı Çık