Korsanfan.Com - One Piece Türkiye
Korsanfan.Com - One Piece Türkiye
Neler yeni

[Tanıtım] Japonya Tarihi

Coğrafya ve İklim


Bir zamanlar Amerikalılar için yapılan bir espri vardı: Tanrı Amerika kıtasını yaratmış, sonra bakmış ki Amerika doğal kaynakları ve yaşanılabilirliği ile çok güzel bir yer olmuş. Diğer kıtalara haksızlık yaptığını düşünen Tanrı, durumu telafi amacıyla Amerikalıları yaratmış. Bu esprinin bir benzeri Japonya için yapılabilir: Tanrı Japonya’yı yaratmış; bir de bakmış ki ülke yaşanılabilir olmaktan çok uzak. “Öyle bir ada yarattım ki, üstesinden ancak bu millet gelebilir” diyerek Japonları yaratmış.


Japonya son derece kendine özgü ve değişik bir dünya parçası. İlk bakışta gerçekten yaşanılacak yer değil. Kışın kuzeyde dondurucu soğuk, kar yağışlı bir iklim, yazın güneyde yapış yapış nemli bir sıcak, ülkeyi yılda on beş yirmi kez vuran tayfunlar, her daim deprem, ardından tsunami, patlayan yanardağlar, sel ve heyelanlar, daha neler neler... Bütün bu felaket senaryolarını es geçsek bile ülkede oturacak bir düzlük bulmak zor. Japon adalarının yüzölçümlerinin % 90’a yakınını dağ ve tepeler oluşturuyor; kalan düzlüklere 127 milyon insanı sığdırmak, bir de üstüne tarım yapmak, sanayi kurmak, futbol sahası açmak olacak iş gibi görünmüyor.


Fazla ders kitabı havasına girmeden özetleyecek olursam; Japonya, Asya kıtasının en doğusunda, inatçı ve uzlaşmaz beş tektonik tabakanın milyonlarca yıldır itişip kakışmasıyla meydana gelmiş, kuzeydoğu-güneybatı yönünde ince bir şerit şeklinde uzanan bir adalar topluluğudur. Dört adet büyük (Honshu, Kyushu, Hokkaido ve Shikoku) ve sayısız küçük adadan oluşan Japonya, halen huzura erememiş, kıpraşıp duran bir yeryüzü parçasıdır.


Japonya, yüzölçümü Türkiye’nin yarısı kadar olan büyükçe bir ülkedir. Ne var ki Japonya’nın, özellikle kendi vatandaşları arasında, “küçücük bir ülke” imgesi yaygındır. Bir Japonla coğrafi bir tartışmaya girdiğinizde size ufacık bir adada yaşadığını söyleyecektir. Bir İngilizden ise hiçbir zaman böyle bir yorum duymazsınız; gel gör ki, Japonya İngiltere’den daha büyük bir ülkedir. Ne zaman bu coğrafi gerçeği bir Japona anlatsam bana inanmaz; onun kafasında Japonya küçücük bir ülkedir.


Japonların böyle düşünmesinin haklı sebepleri de var aslında. Kafalarını kaldırıp komşu ülkelere baktıklarında, Rusya’yı, Çin’i, biraz aşağıda Avustralya’yı, okyanusun öbür yakasında ABD ve Kanada’yı görürler. Çevrelerindeki ülkeler bayağı kallavi olunca, onlar da boyunlarını büküp “Japonya minicik bir ülkedir” diye kaderlerine razı oluyorlar.


Ama böyle “küçük” bir ülkede çok farklı iklim özelliklerine rastlamak mümkün; bunun başta gelen sebebi, adaların kuzey-güney doğrultusunda gerilmiş bir yay gibi konumlanmasıdır. Ülkenin en kuzeyindeki Hokkaido adasının Okhotsk Denizi kıyıları kışın çok büyük buz kütleleri ile kaplı iken, aynı mevsimde Okinawa adalarına gittiğinizde yumuşak bir tropikal iklimde denize girebilirsiniz.


İklimi etkileyen bir diğer faktör de ülkenin güney-güneybatı yönünden, Pasifik Okyanusunda yer alan sıcak su akıntıları ile çevrelenmiş olması. Bu akıntılar, ülkenin doğu ve güney kıyılarının nispeten ılıman, yazın ise son derece nemli ve sıcak bir iklime sahip olmasını sağlarken, denizde de gayet zengin bir bitki örtüsü ve hayvan çeşitliliği yaratıyor.


Ülke, kuzey ve batı yönünden ise soğuk ve kuru rüzgârlar alıyor. Özellikle kışın bu rüzgârlar Japon Denizi üzerinden bol bol nem toplayıp Japonya üzerine geldiğinde esaslı bir kar yağışına neden oluyorlar. Japonya’nın özellikle kuzeydoğusunun, dünyanın en yoğun kar yağışı alan bölgelerinden birisi olduğunu duyduğumda çok şaşırmıştım.


Japonya’yı Japonya yapan coğrafi ve iklimsel özellikleri biraz daha irdeleyecek olursak; Japonya’nın, genelde dağlardan oluşan ince bir kara parçası olduğunu görürüz. Ülke yüzölçüm olarak çok küçük olmasa da, bu incelik yüzünden Japonya’nın herhangi bir noktasından deniz kıyısına ulaşmak bir buçuk saatten fazla zaman almıyor. Adanın orta bölgesi Japon Alpleri denilen sıradağlarla kaplı; genelde 3000 metre yüksekliğindeki zirvelerden oluşan bu dağlar her mevsimde büyüleyici güzellikte. Fuji Dağı zaten apayrı bir vaka...


Dağların Japon halkı için tanrısal bir anlamı var. Japonlar, tarihleri boyunca dağların güzelliği ve ihtişamından etkilenmiş, dağlara tanrısal bir kimlik yüklemiş, onlar için şarkılar, şiirler yazmışlar. Dağlar kentlerin simgesi olmuş, sahiplenilmiş. Dağların isminin ardından “sayın” anlamına gelen “san” eki (Fuji San gibi) her zaman kullanılmış, bir dağa “san”sız hitap etmek edepsizlik sayılmış. Bazı dağlar diğerlerinden daha kutsal kabul edilmiş, o dağlara kadınların ayak basması bile yasaklanmış. Eteklerine şehirlerini kurdukları yanardağlar patlayıp lavlarını kustuklarında bile dağlara küsülmemiş, “Vardır bir bildiği” denilerek beraber yaşamaya devam edilmiş.


Japonya’nın genelini oluşturan bu dağlık alanlar derin vadilerle bölünmüş. Vadilerden akan coşkulu ırmaklar ve ülkenin çoğunu kaplayan ormanlar doğal güzellik olarak eşsiz, ancak yaşamak için de bir o kadar elverişsiz bir coğrafya yaratmış. Japonya’ya hâkim olan zıtlıklar kendini topoğrafyada da gösteriyor; yüksek dağlar ve derin vadiler ülkenin geniş bir alanına hâkim oluyor. Adada dolaşmak, 0 metre ile 3000 metre arasındaki bir aralıkta sürekli rakım değiştirerek ilerlemeyi gerektiriyor. Japonya coğrafyasını ülkemizde bir bölgeye benzetecek olursak, Doğu Karadeniz ile bayağı ortak yanlar bulabiliriz.


Doğu Karadeniz ülkemizin en güzel bölgelerinden birisi olsa da, ilkokuldaki coğrafya derslerinden beri bize öğretilen şey, yerleşime, tarıma, sanayiye uygun olmadığı, bu yüzden bölgenin büyük göç verdiği idi. Bütün bir ülkenin böyle bir coğrafyaya sahip olduğunu, üstelik bu dağların rahat durmayarak sürekli patlayıp çatladığını, içlerinde para edecek demir, bakır gibi madenler de barındırmadığını, göç edip gidecek fazla bir düzlük olmadığını da düşünürsek Japonlar ne yapsın? Ama Japon, “yapmış” işte...


Genelde ada ülkelerinde yaşanabilen su sorunu Japonya’da yaşanmıyor. Ülke yeterince, hatta yeterinden çok fazla yağış alıyor. Adalarda bolca akarsu mevcut ve su kaynakları gerçekten çok “kaliteli”. Pirinç tarımında, sake (pirinçten yapılan bir tür içki) üretiminde suyun kalitesi büyük rol oynuyor. Japonya’nın birçok bölgesi duru, temiz, lezzetli suları ile gurur duyuyor.


Peki bu değirmenin “suyu” nereden geliyor? En önemli kaynaklardan birisi tayfunlar. Güneybatı Pasifik bölgesinde yılda yirmi beş otuz kez tayfun oluşuyor. Bu tayfunların ilginç bir rotası var: Genelde Filipinler’in kuzeydoğusunda oluşan bir tayfun aşağıya doğru yönelirse, önce Filipinler’i tarumar ediyor, arkasında birkaç yüz ölü bırakarak batıya dönüyor. Herhalde dünyanın dönüşü ve küresel hava akımlarının etkisiyle olacak, tayfun daha sonra kuzeybatıya doğru bir kavis çizerek Japonya’yı gözüne kestiriyor. Bazı tayfunlar ise virajı alamayarak önce Tayvan’a, arkasından da Çin kıyılarına dalıyor ki Çin’e giren tayfun epey bir vukuata yol açıyor.


Tayvan açıklarında virajı alabilen tayfunlar ise, Okinawa adalarından başlayarak Japonya’yı yağmur manyağına çeviriyor. Japonya’nın nüfusunun daha çok yoğunlaştığı güney ve batı bölgeleri tayfunlardan daha fazla etkileniyorlar. Depremler, yanardağ patlamaları, tsunamiler ile yetinemeyen ada için tayfunlar da serinletici bir felaket olarak devreye giriyor. Ülke her daim bir ıslaklıktan muzdarip, şemsiye sektörü oldukça gelişmiş ama hiç olmazsa su sıkıntısı mevzu bahis değil.


Japonya’nın en büyük adası Honshu’dan uzaklaşıp daha ufak adacıklara yöneldikçe farklı mikro iklimlerle karşılaşabiliyorsunuz ki, bu iklimler daha ziyade tropik karakterli. Dünyanın en iyi dalış bölgelerinden, en zengin mercan adacıklarından bazılarının Japonya’da olduğunu duymak bana şaşırtıcı gelmişti.


Japonya’da kısaca dört mevsim hüküm sürüyor diyebiliriz. Hatta bu dört mevsim konusunda Japon milleti biraz takıntılıdır. Herhangi bir “dünyalı” ile tanıştıklarında, ilk sorularından birisi “Bizde dört mevsim var, ya sizde?” şeklindedir. Önceleri bu soruyu yadırgıyordum, Türkiye’de yaşayan biri olarak dört mevsim zaten tanım icabı olması gereken bir şeydir diye düşünüyordum. Ama Japonların özellikle Filipinler, Endonezya, Tayland gibi her daim sıcak ve nemli ülkelerin vatandaşları ile daha yoğun muhabbeti olduğu düşünülürse dört mevsim ile hava atmaları anlamlı olabiliyor. Yine sık karşılaştıkları Hawaiililer ise, “Bizde tek mevsim var, ama mevsimlerin en kralı” diyerek tartışmayı baştan kesip atıyorlar.


Dört mevsim, Japonlar için büyük bir mesele. Japonya’yı tanıtan broşür, kitapçık, internet sayfası gibi materyallerin açılış cümlesi bile genelde “Japonya, dört mevsimin yaşandığı bir ülkedir” şeklinde oluyor. Benim de ilk zamanlardaki tepkim, “Görmemişin mevsimi olmuş...” şeklindeydi; ancak mevsimlerin Japon kültüründe, mutfağında, sanatında; kısaca Japonların hayatında ne kadar önemli bir yer tuttuğunu gördükçe, ben de mevsim kavramına farklı bir gözle bakmaya başladım.


Coğrafya ve iklimin bir toplumun kültürüne, mutfağına, gelenek ve göreneklerine, günlük hayatına çok büyük etkisi olduğuna inanırım. Örneğin Japon halkı “Japon” olduğu için balık ve pirinç yemiyor; o coğrafyada yaşadığı için yiyor. Türkler Orta Asya’dan çıkınca batan güneşi değil, doğan güneşi takip etseler ve Japon adalarına ayak bassalardı, bugün sushi yiyen toplum bizler olurduk. Ya da Japon halkı patlayan volkanlardan sıkılıp teknelerle güneye inseler, Pasifik adalarında pinekleyen bir toplum olurlar ve günde on altı saat çalışmayı akıllarından bile geçirmezlerdi.


Japonya, başta dediğim gibi, zorlu ve kendine has şartları yüzünden, belki de o şartlar sayesinde Japonya oldu. Dünyadaki gelişmiş ülkelere baktığımızda, iklim ve coğrafyası yaşamaya çok elverişli bir ülkenin bildiğimiz anlamda “kalkınamadığını” görebiliriz. Hangi tropik adadan Nobel ödüllü bir fizikçi çıkmış, hangi tatil cenneti uzaya maymun göndermiş, hangi bereketli topraklar LCD ekranların geliştirilmesine katkıda bulunabilmiş? Ama cevap da burada yatıyor: Doğanın cömert davrandığı bir coğrafyada yaşayanların kalkınmaya, gelişmeye ihtiyacı yok ki, mis gibi yaşayıp gidiyorlar.


Ama Japonya gibi bir adada yaşıyorsan, mecbursun jeofizik ve deprem araştırmalarında lider olmaya... Mecbursun çok iyi klima sistemleri üretmeye... demiryolu taşımacılığı ve tren teknolojisinde çağ atlamaya... derin vadilerden viyadüklerle yol geçirmeye... 127 milyon insanı doyurabilmek için “ne bulursan” yemeye, tarım teknolojileri geliştirmeye... ülkeyi sırılsıklam eden tayfunlara karşı çok iyi bir kanalizasyon sistemi kurmaya... Ve o kadar insanın daracık bir alanda hırgür çıkmadan yaşayabilmesi için, karşındakine saygı göstermeyi toplumsal prensip haline getirmeye mecbursun!


Kısaca derim ki, iklim ve coğrafya bir milletin karakteristik özellikleri üzerinde tahmin ettiğimizden çok daha fazla etkiye sahiptir ve Japonlar da Japonya’da yaşadıkları için Japon olmuşlardır. Başka bir yerde yaşasalar “Japon” olurlar mıydı veya başka bir toplum Japonya’da yaşasa “Japon” olabilir miydi, düşünür dururum...


Gökten Zembille İnen Hüzünlü Halk


Peki... Dünyadan izole, kuşun uçmayıp kervanın mümkünse geçmediği bu adaya Japon halkı nereden gelmişti? Gökten zembille mi inmişlerdi?


Japonlar, gökten zembille indiklerine inanıyorlar (mecazen değil, kelime anlamı ile). Japon adalarının, tanrılarının ve halkının varoluş hikâyesi birçok metaforu barındıran bir erotik-mitolojik hikâye. Tanrı İzanagi (esas oğlan) ile tanrı İzanami (esas kız) iki kardeştir. Abileri İnzaghi cennetten kaçıp İtalyan liginde futbolcu olduktan sonra, İzanagi ve İzanami Tanrılar Yönetim Kurulu tarafından dünyaya yaratılış için gönderiliyorlar. İki kardeş okyanusun üzerinde, havada asılı bir köprüde, üzerine basacak hiçbir kara parçası olmadan kalakalınca, yukarı seslenip görmüş geçirmiş tanrılardan yardım istiyorlar. Yukarıdan iki kardeşe mücevherlerle kaplı bir mızrak gönderiliyor. İzanagi bu mızrak ile okyanusu karıştırmaya başlıyor, mızrağı sudan çıkardığında ucundan damlayan damlalar da kristalleşerek Japon adalarını oluşturuyor. Böylece üzerinde eyleme geçebilecekleri bir kara parçası vücuda geliyor. Daha sonra İzanagi (anlamı “davet eden erkek”), İzanami’ye (onun da anlamı haliyle “davet eden kadın”) nasıl olduğunu soruyor.


İzanami: Her şey yolunda... Mutluyum ve yaşıyorum. Ancak içimde bir boşluk var.


İzanagi: Ben de öyle hissediyorum... Bir farkla, bende bir boşluk değil, fazlalık var! Neden o zaman bendeki fazlalıkla sendeki boşluğu bir araya getirmiyoruz?


Ve harekete geçiyorlar. Ancak gayet özürlü ve hilkat garibesi bir çocukları oluyor. “Biz nerede yanlış yaptık” diyerek tekrar yukardaki tanrılara danışıyorlar. “Siz de amma soru sordunuz” diyen tanrılar ipucunu veriyor: Cilveleşmeyi kadın değil, erkek başlatacak! Böylece, bugün bile geçerli olan Japon kadınının toplumdaki çekinik rolü, daha yaratılmadan çiziliyor: Ağzını fazla açma, her şeyi kocana bırak!


Bu tavsiye üzerine dizginleri eline alan İzanagi, hemen İzanami’ye yaklaşıp Kazanovavari iltifatlara başlıyor:


“Sen ne kadar güzel bir kızmışsın öyle!”


“Sen de çok tatlı bir oğlanmışsın.”


Doğru sıralamayla işe başlayınca hayırlı sonuçlar ortaya çıkıyor ve Şinto inanışındaki tanrılar birer birer Japonya topraklarında doğmaya başlıyor. Ancak İzanami ateşten bir bebeği doğururken ölüyor ve yeraltı dünyasına gidiyor. Çok üzülen İzanagi de onu takip ediyor ve orada eşini/kızkardeşini buluyor. Ancak yeraltı dünyasının yiyeceklerinden bir kez yemiş bulunan ve ürkünç bir yaratığa dönüşen İzanami’nin yeryüzüne dönmesi artık mümkün olmuyor. İzanagi korku içinde yeraltı dünyasının girişi olan mağaranın ağzını büyük bir kayayla kapatarak kaçıyor. İzanami, “Beni burada bırakıp gidersen her gün dünyadan 1000 can alırım” diye bağırıyor; İzanagi de, “Ben de her gün 1500 yeni cana hayat veririm” karşılığını veriyor ve Japon adalarında hayat başlıyor.


Bu hikâyenin benzerlerinin Yunan, Maya ve Sümer mitolojilerinde de yer aldığı bilinmekte. Mitolojide dünyanın yaratılışındaki kadın-erkek dengesinin vurgulanmasına ve doğu felsefesinde önemli yer tutan yin-yang güçlerine göndermelerde bulunmasına bakılarak Japon yaratılış efsanesinin evrensel semboller taşıdığı belirtiliyor. Hikâyede İzanami’nin ateş-bebek doğururken ölmesinin ise, ateşe atfedilen kültür-bilgi-teknolojik gelişme gibi unsurların insanlık tarihinde uğursuzluklara ve felaketlere yol açacağını ima ettiği yorumlarını da okumuştum.


İzanami’nin ölümünün ardından İzanagi’nin gözünden doğan, yani tam anlamıyla gözünün nuru olan güneş tanrıçası Amaterasu ise ayrı bir öneme sahiptir. Japon imparatorluk hanedanının “cenneti aydınlatan” anlamına gelen Amaterasu’nun soyundan geldiğine inanılıyor ve imparatorların tanrısal kimlikleri böylece tanrıların soyağaçları ile ilişkilendiriliyor. Tamam, efsane olarak kulağa hoş geliyor, Asena da bizi Altay dağlarından çıkartmıştı; ancak halen buna inanan çok sayıda Japon mevcut!


Biraz daha akılcı ve bilimsel takılan Japonlar ise, ırklarının kökleri hakkında araştırmalar yapıyorlar. Bu araştırmalara göre, Japon adalarına ilk kez Kore yarımadasından geçildiği kuvvetle muhtemel; zaten ırk olarak da Çinlilere pek benzemeyen Japonlar, Korelileri ve Moğolları daha çok andırıyor. Milliyetçi Japonlar ise Kore üzerinden gelen hiçbir olguyu (dil, kültür, mutfak, sanat ve din gibi...) kabul etmiyor. Örneğin, Budizm de Japonya’ya Kore üzerinden gelmiş, Japon mutfağının bazı öğeleri de. Ancak Japonlar genelde Koreyi atlayarak Budizmin Çin’den geldiğini iddia ederler. Çünkü Koreliler daha alt bir ırktır; Çinliler ise ehven-i şer’dir ve Çin kökenli bir olgu “mecbur kalınırsa” kabul edilebilir.


Sonuçta, kökenleri ve kim oldukları konusunda Japonların bile kafası karışıkken benim sizi aydınlatmam söz konusu olamaz. Kitabın giriş bölümünde ileri sürdüğüm teoriye dönersek, Japonlar dünya üzerindeki herhangi bir milletle karşılaştırıldığında uzaylıdır. Nokta.


Bu yüzden, Japonların nereden geldiklerinden ziyade, ırk olarak özellikleri daha çok ilgi çekegelmiştir. Herhalde Japon ırkının en önemli özelliklerinden biri gayet homojen olmasıdır. Yüzyıllarca kapılarını dış dünyaya kapatan bir ada toplumu için beklenmedik bir özellik değil tabii bu durum; bu yüzden bölgesel farklılıkları ancak küçük detaylar ayırt eder. Biz batılılar içinse en büyük geyik konusu, “Abi, bunların hepsi birbirine benziyor”dan ibarettir.


Son yıllarda nüfusun da azalmaya başlamasıyla Japonya’ya artan göç, Japon hayat tarzından bunalan gençlerin başta Amerika olmak üzere “batı”ya kapak atmaları ve uluslararası evlilikler yoluyla bu homojen yapı bozulma eğilimine girmiştir. Sapıkça bir fikir olduğunu biliyorum ama, Japon halkı nesli korunması gereken endemik bir tür gibi geliyor bana. Japonların ülke dışına kaçırılmalarının önlenmesi, diğer türlerin onların yaşam alanına sokulmalarının yasaklanması, Japonya’nın milli park ilan edilmesi ve Japon halkının, özelliklerini muhafaza edebileceği korunmuş bir bölge oluşturulması gibi bir fanteziyi teklif edesim geliyor...


Japon halkı, genellikle olumlu çağrışımlar yapan özellikleri ile anılır. Çalışkan, gururlu, temiz, dürüst, naif, okuyan, yazan, güven veren... “Japon yapmış”tır; yapmışsa iyi yapmıştır. Çalışkanlık için söylenecek bir şey yok; dünyada aşırı çalışmanın kayda değer bir ölüm sebebi olduğu başka bir ülke olduğunu sanmıyorum. Dürüstlük konusunda da bu dünyanın ötesinde standartlara sahiptirler. Japonlar dürüst davranırken bunun bir erdem olduğunu bile düşünmezler; dürüstlük zaten normal olan davranış biçimidir.


Üç küsur yıl içinde benim daha çok ilgimi çeken ise, duyarlılıkları, hüzünleri, saflıkları ve hayal dünyaları oldu. Bu özellikler Japon halkını bazen uzaylı olmaktan çıkarıp insan kategorisine sokuyordu; bazen de bu dünyadan iyice uzaklaştırıp uzayın derinliklerine gömüyordu.


Bu halleriyle Japon halkı bende hep bir hüzün hissi uyandırdı. Japonlara her zaman içine biraz acıma hissi katılmış bir sempati ile baktım. Sonradan düşündüğümde, dünyadaki halkları “acınacaklık” katsayılarına göre sıralasam, zengin ve tuzu kuru Japon halkının en sonlarda yer alması gerekirdi. Ancak dünyaya karşı yabancılıkları, gerçekliğe karşı eğreti duruşları, bir şeyleri kaçırıyor olduklarını bilmenin verdiği buruk ızdırap insanların yüzüne yansıyordu. Japon halkının ruhuna ilişmiş tüm bu aksesuarlar yumuşak ve sempatik görünüşleri ile birleşince, ister istemez onlara kedi yavrusuna bakan gözlerle bakıyordum.


Konuyu biraz daha açmak gerekirse, Japon halkının buluştuğu ortak paydanın hüzün olduğu sonucuna vardım. Bu sonuca varmak kolay olmadı, belki de altta yatan hüznü bulabilmek için ben kendimi fazla zorladım. Dilbilgisindeki gizli özne kavramı gibi toplumda da bir gizli hüzün vardı, ama vitrinde sorunsuz bir halk görüyordunuz.


Japon hüznü, bizim hüznümüzden farklı bir boyutta seyrediyor. Bunun sebebi, hayat, ölüm, sevgi, görev, sorumluluk ve daha birçok yaşamsal kavramın Japon toplumunca farklı algılanması. 2005 yılında Osaka yakınlarında meydana gelen ve yüzden fazla insanın ölümüyle sonuçlanan tren kazasının ardından bu olguyu daha iyi kavramıştım. Kazanın kendisi ayrı bir trajediydi; önceki istasyonlarda zaman kaybeden ve çizelgenin gerisine düşen makinist, arayı kapatmak için gazı kökleyince tren raydan çıktı. Hatta kazanın sebebi Japonya’da bir tartışma başlattı; kusursuz olmaya çalışmak, kusurların en büyüğüne sebep olabiliyordu. Japon sisteminin küçük hatalara hoşgörüsü olabilseydi, makinist o büyük hatayı yapmayabilirdi.


Kazanın beni en etkileyen tarafı ise, yakınlarını kaybedenlerin kaza sonrasında gösterdikleri tepkiler idi. Türkiye’de böyle bir kaza ertesini gözlerimin önüne getirdim; yana yakıla ağlayanlar, feryat edenler, ağıt yakanlar içimizi parçalardı. Ama kazada yakınlarını kaybeden Japonların yüzünde sadece şaşkın bir hüzün ifadesi vardı; ağızlarından tek dökülebilen ise, “Böyle olmamalıydı... Çok üzgünüm... Gerçek olamaz... Hâlâ inanamıyorum” gibi soğukkanlı ve duygudan yoksun görünen cümlelerdi.


Bu insanlar için ölüm, gerçeklikten son derece uzak bir kavram gibiydi... ya da aksine, gerçeğin ta kendisi, tam karşılığı idi. Ölüme, özellikle umulmadık bir ölüme karşı bu derece kayıtsız kalabilmek duygusuzluk gibi gelse de altta yatan ve dışarı vurulmayan hüznü hissedince içiniz parçalanıyordu.


Japonya’da birkaç Japon arkadaşın babalarının veya dedelerinin ölümlerine şahit oldum. Mırıldandıkları cümleler ölüme inanamamak ile ölümün ne kadar normal olduğunu onaylamak arasında savruluyordu. Dini inanışlarından gelen doğum-ölüm döngüsünün doğallığı ve reenkarnasyon (ruhgöçü) inançları ile, yarattıkları kusursuz modern dünyanın ölüm karşısında çaresiz kalmasının yol açtığı düş kırıklığı bilinçaltlarında çatışıyordu.


Japonların gizli hüznünü insana en çok hissettiren unsurlardan birisi de hayal dünyaları... Belki uzayın derinliklerinden kopup geldikleri, dünyaya karşı yabancı hissettikleri için hayal dünyaları da bir başka çalışıyor Japonların. Bazen bir kişiye, nesneye, yöreye ait tutkuları insanüstü bir hal alıyor; ama bu tutku, bir futbol takımına tutulmak şeklinde değil; hayalleri ile farklı bir boyutta yer aldıklarını düşünerek o kişiye, nesneye, yöreye imkânsız bir tutkuyla bağlanıyorlar. Hal böyle olunca da düşleri ile düzeyli bir ilişki kuruyorlar. Tutku ile bağlandıkları çöl de olabilir, kutup da; yağmur ormanları da olabilir, bir cins geyik de... Örneğin, yıllarca kutba gitmenin, kutupta yaşamanın, kutupları keşfetmenin ya da çölleri aşmanın hayaliyle yaşayabilirler. Bunlar gerçekleştirilmesi çok da imkânsız hayaller değil aslında; hayal statüsünde kalmalarının sebebi, Japonların kendilerini bu tutkularıyla aynı dünyada hissetmemeleridir.


Japonların hayalleri ile kurdukları güçlü bağ beni hep şaşırtmıştır. Örneğin, hayali yağmur ormanlarına gitmek olan bir Japon, bu konudaki her bilgiyi bir akademik araştırmacı titizliği ile araştırır, öğrenir, gidip görmek dışında yağmur ormanlarını tüm benliği ile hisseder. Benzer şekilde, Türkiye’yi seven Japonlarla tanıştım. Türkiye’ye hiç gelmemiş veya Türkiye’de çok az bulunmuş bir Japonla Osmanlı tarihi üzerine derin bir sohbete dalıp bir süre sonra bilgi dağarcığınız tükenince afallıyorsunuz. Türkiye tutkunu bir Japon, sizin duymadığınız müzisyenlerden bahsedip tatmadığınız yemeklerin tariflerini verebiliyor, Türkiye’den bahsederken kendinden geçebiliyor.


Ama tabii ki Japon toplumu da artık kabuklarını kırıyor ve Japonlar hayallerinin peşinden seğirtebiliyor. Dünyanın herhangi bir köşesinde, kendini oraya adamış bir Japonla karşılaşabiliyorsunuz. Hayalini gerçekleştirmiş olsa bile, benim gözüme çarpan öncelikle bir hüzün oluyor; hayalleri ile farklı dünyalardan olmalarından kaynaklanan... Bu hüzün hali bana oldukça sempatik geliyor; gürültülü, insanı yıpratan, tüketen değil, sessiz, vakur, saygılı, utangaç ve kabullenmiş bir hüzün olduğu için.


Japon romantizmine de hüzün hâkim olmuş. Efsanelerde, edebiyatta, tiyatroda ayrılık kavuşmaktan daha makbul! Âşıkların çektiği acılar ve ızdıraplar, bir araya gelmenin mutluluğundan daha çok prim yapıyor. Daha doğrusu, âşıklar kavuşunca sonrasını nasıl getireceklerini bilmiyorlar. Kavuşmaktan, sanki bir ilişkinin bütün büyüsünü bozacakmışcasına kaçınıyorlar. Aşkın saf, ulaşılmaz, hayali, dünya dışı, hatta tanrısal olması tercih sebebi. Bu özellikleri başka doğu toplumlarında da gördüğünüzü, bunların size hiç yabancı gelmediğini düşünüyor musunuz?



Savaşan Denyolar


Japon tarihini işin içine fantezi, efsane, masal katmadan özetlemek zordur. Bir doğu toplumu olarak Japon tarihinde de, Şinto inancından kaynaklanan öğelerden ötürü, bizim Dede Korkut masalları gibi efsaneler vardır. Tarihi anlatmaya başlayınca, daha Japonların nereden geldiği konusunda tartışmalar başlar; çünkü daha önce de bahsettiğim gibi Japonlar gökten zembille indiklerine inanıyorlar.


Biraz daha aklı başında tarihçiler Japonların bir Orta Asya toplumu olduklarını, zamanın bir yerinde Kore yarımadası üzerinden adalara geçtiklerini düşünür. Gerek dil yapısının gerekse de dini inanışların Asya anakarası ile gösterdiği benzerlikler bu görüşü doğrular. Hatta, Orta Asya’da bir yerlerde Türk kavimleriyle bacanak olduklarını bile iddia edenler olmuştur.


Japon adalarında ilk uygarlık izleri MÖ 10.000’lere kadar uzanıyormuş. Jomon denilen bu dönemde halk avcılık, toplayıcılık falan yapmış (Bir yerden tanıdık geliyor). Onu takip eden Yayoi döneminde zamanın Kore uygarlığı ile büyük paralellikler görülmüş: Pirinç yetiştiriciliği, demir ve bronz eşya kullanımı (Bunu da hatırlıyor gibiyim). Daha sonra, MS 300-700 arasında ölülerin özene bezene kilden yapılmış mumyaların içinde höyüklere gömüldüğü Kofun dönemi yaşanmış (Kefen acaba kofundan mı geliyor?).


Ardından, birbirleriyle didişen (ve önemli bir kısmı kadınlar tarafından yönetilen) küçük klanlar arasından Yamatolar sıyrılarak ülkeyi kontrolleri altına almışlar. Bugün halen süregelen “Yamato hanedanı” başa geçerek tahminen dünyanın en uzun süreli hanedanını kurmuş. Hanedan mensupları, “Siz de kim oluyorsunuz?” diyen birkaç rakip klan liderine, “Biz güneş tanrıçası Amaterasu’nun soyundanız, Amaterasu’nun eltisi bizim halakızı’nın görümcesi olur” diyerek dimağları bulandırmışlar ve soylarını tanrılara dayandırarak arkayı sağlama almışlar.


Yamato hanedanı on beş asırdır iktidarda olsa da tarih boyunca şiddetli çalkantılar yaşanmaya devam etmiş. Budizmin kıta Asyasından Japonya’ya sirayet etmesi ve özellikle soylu sınıf arasında yayılmasından sonra Kofun dönemi sona ermiş. Nispeten “kurumsal” bir devlet sistemi kurulmuş ve başkent, Nara şehrine taşınarak “Nara dönemi” başlatılmış. Bu dönem, Budizmin Japonya’da yoğun bir şekilde öne çıkarıldığı bir dönem olmuş ve Nara’da halen ziyaret edebileceğiniz muhteşem tapınaklar inşa edilmiş. Elde avuçta ne varsa tapınağa, heykele, resme, kitaba ve diğer sanatlara dökülür olmuş. Budist rahipler dine karşı artan entelektüel ilgiyi “güç”e dönüştürmek istemişler ve imparatorla yavaştan çekişmeye başlamışlar. Rahiplerin devlet yönetimine burnunu sokmaya hevesli olduğunu gören imparator Kammu, laiklik ilkesinden yararlanarak yeni bir başkent kurmuş ve yönetimi buraya taşıyarak Nara tapınaklarını ofsaytta bırakmış.


Dini inanışlarla bağı koparmak o kadar kolay değil elbet; yeni başkent Kyoto’nun yeri seçilirken de rahipler epey bir fizibilite çalışması yapmış. Nehir hangi yönden akıyor, dağlar ne tarafa bakıyor, kötü ruhlar nereden gelebilir derken, sonuçta şehrin bugün halen bulunduğu arsada karar kılınmış. Kamulaştırma işlemlerinden sonra Çin’deki Tang hanedanının başkenti Xian model alınarak yeni bir şehir kurulmuş.


800’lü yıllardan 1100’lere kadar süren bu dönemde imparator ve Japon soyluları kendilerini sanata, felsefeye, güzelliğe vermişler. Dış dünyadan da önemli bir tehdit gelmemesi sonucu tamamen içlerine dönerek Japon kültürü ve sanatının en seçkin, rafine örneklerini ortaya çıkarmışlar. Ülkede bir “batı hayranlığı” baş göstermiş; Japonya’nın “batı”sında Çin bulunduğundan, Çin kültürü ve Konfüçyüs felsefesi bu dönemde Japon soyluları çok etkilemiş.


Edebiyattan çay seremonisine, birçok özgün Japon sanatı bu dönemde olgunlaşmış. İmparatorluk hanedanı ve onların etrafını kuşatan birkaç sosyetik aile ülkenin geri kalanıyla bağlarını kopararak bir tür “lale devri” yaşamışlar. Vur patlasın, çal oynasın dönemi sürerken Murasaki Shikibu isimli bir kadın yazar sosyetede dönen dolapları, entrikaları, karışık ilişkileri konu alan Genji’nin Hikâyesi isimli romanı yazmış. Edebiyat otoriteleri tarafından “dünya üzerinde yazılan ilk roman” kabul edilen ve çok beğenilen bu eser başka rakip olmadığı için o yıl Nobel Ödülünü kazanmış.


Elit kesim Kyoto’da zevk-ü sefaya dalmışken civardaki diğer klanların kanı bitlenmiş ve yeniden didişmeye başlamışlar. Eleme gruplarından sonra finale kalan Taira ve Minamotolar arasındaki savaşı uzatma dakikalarında Minamotolar kazanmış ve Kamakura’da kendilerine yeni bir başkent kurmuşlar. Minamotolar tanrısal kimliklerinden dolayı imparatorluk ailesine ve etrafındaki soylulara dokunmayıp onları Kyoto’da kendi eğlenceleri ile baş başa bırakmışlar. Ancak, güçlü bir militer yapı kurup shogunluk (orduların komutanı) ve samuraylık (asker sınıfı) müessesesini yerleştirerek “Âlemin gerçek kralı biziz” mesajını tüm yurda salmışlar.


Kamakura dönemi Zen Budizminin Japonya’da yeşerdiği bir dönem olmuş. O yıllara kadar dünyaya kısmen kapalı kalan Japonlar, Kamakura döneminde ciddi bir tehditle karşılaşmışlar: O sıralar dünyanın tozunu atmakta olan Moğollar, Kore üzerinden Japonya’ya da sarkmış ve teslim olmaları için Japonlara bir heyet göndermişler. Böyle bir isteğe karşı ne yapılacağını bilemeyen shogun heyettekilerin kellelerini vurdurmuş. Bunun üzerine Moğol imparatoru Japonya’ya bir filo göndererek adayı dümdüz etmeye niyetlenmiş. Japonya açıklarına ulaşan Moğol filosu sıkı bir tayfun tarafından alaşağı edilince shogun rahat bir nefes almış.


Tarih tekerrürden ibarettir ya, Moğollar Japonya’ya yeni bir heyet göndermiş. Sonuç? Yine heyettekilerin kafaları kesilmiş. Zıvanadan çıkan Kubilay Han Japonya’ya 100.000 kişilik devasa bir filo daha göndermiş. O zaman için çok daha üstün silahları olan ve formunun zirvesindeki Moğol ordusu karşısında, bahisçiler Japon ordusuna bire beş bin şans veriyorlarmış. Ama Kubilay Han neyi unutmuş? CNN’de hava durumunu izlemeyi! Japonya açıklarına varan muhteşem filo, korkunç bir tayfun tarafından denizin dibine yollanmış. Moğollar, “Yuh artık, olmaz bu kadar” diyerek bu sevdadan vazgeçmiş.


Japon halkı ülkelerini iki kez istiladan kurtaran bu meteorolojik olaya kamikaze (kutsal rüzgâr) adını vermişler. Bundan tam 700 yıl sonra, Japon donanması Midway Savaşını kaybedince, gümbür gümbür üzerlerine gelen ABD donanmasını alaşağı etmek için geliştirdikleri intihar uçaklarına da kamikaze demişler, belki aynı sonucu alırız diye... Ama 700 yıl içinde çok şey değişmiş, ABD donanması CNN’de hava durumunu izlemeden denize açılmaz olmuş, daha da önemlisi her şeyi yukardan bekleyen zihniyetin yerini akıl ve bilim yolu almış.


Sonuçta Japonya Moğol istilasından kurtulmuş ve shogun da haybeden “muzaffer komutan” statüsüne yükselmiş. Ama muzafferlik tek başına karın doyurmuyormuş; bir süre sonra kamu maliyesi çökmeye, bütçe açıkları verilmeye, faiz dışı fazla hedefi sapmaya başlamış. Yani kısacası samuraylar aç kalmış, shogun halk arasında popülaritesini yitirmeye başlamış. Zaten bir süredir shogunun horozluğu Kyoto’daki imparatorun kanına dokunuyormuş; bu yüzden imparator taşeron bir daimyo (denyo değil, Japon derebeyi anlamında) vasıtasıyla darbe teşebbüsünde bulunmuş. Henüz elden ayaktan düşmeyen shogun darbe girişimini savuşturarak imparatoru okyanusun ortasında küçük bir adaya sürgüne yollamış.


Ama halk aç, asker parasız, IMF ile stand-by anlaşması yapılamıyor ve ülkeye yabancı sermaye girişi söz konusu değil; bu ahval ve şerait içinde imparator sürgünden yeni bir hamle yapıp shogunu devirmiş. Ancak darbenin bütün parsasını yine imparatorluk ailesi ve soylular toplamaya çalışınca asker kesimin kayışı kopmuş ve ülke korkunç bir iç savaş dönemine sürüklenmiş. Bir sürü irili ufaklı klan tam bir toz duman ortamında birbirine girmiş; kim kiminle dost, kiminle düşman, hasımlar, müttefikler birbirine karışmış ve herkes tuttuğunu boğazlar bir vaziyette yüzyıllar geçmiş. Her gün değişen ittifaklar, ihanetler, kan revan arasında Japon tarihinin güçlü lider kişiliklerinden Nobunaga, iktidarı ele geçirmiş.


Japon tarihine “savaşan ülke dönemi” olarak geçen bu dönem, ilginçtir ki birçok Japon sanatında doruğa ulaşılan dönem olmuş. Çay seremonisi, bahçe düzenleme, ikebana (çiçek düzenleme) gibi sanatlarda mükemmelliğe yaklaşılmış. Zaten bir samurayın şiirden, bahçeden, çiçekten, böcekten anlamaması kabul edilemezmiş; gündüz kelle uçuran samuraylar, akşamüstü bahçedeki açelya fidelerini budayarak sakinleşirlermiş.


Nobunaga askeri bir deha olduğu kadar, zamanına göre çok modern, mühendislikten anlayan, ülke kalkınmasına ağırlık vermeyi düşünen, barışı sağlamlaştırmaya çalışan, diğer ülkelerle ticari ilişkiler kurmak isteyen bir lidermiş. Ancak kendi generallerinin ihanetine uğrayıp alaşağı edilmiş ve çirkinliğiyle bilinen Toyotomi Hideyoshi başa geçmiş.


Osaka’yı kendine merkez edinen Hideyoshi, yurtdışına açılmak ve Kore ile Çin’i istila etmek gibi bir hülyaya kapılmış. Deplasmanda oynamak konusunda fazla tecrübesi olmayan Japonlar başarısız olunca Hideyoshi’nin yerine oğlu Toyotomi Hideyori geçmiş.


Tüm bunlar olup biterken, ülkenin daha doğusunda, minicik bir balıkçı köyünü merkez edinmiş bir daimyo eskiden müttefiki olduğu Toyotomigillere karşı, barış ve istikrar yanlılarını toparlayarak “Yettiniz beee!” nidasıyla bir hareket başlatmış. Yuvarlak hesap olsun diye 1600 yılında saldırıya geçerek Sekigahara Savaşında Toyotomi’yi tepelemiş ve ülke genelinde yönetimi ele almış.


Savaşı kazanan daimyo olan Tokugawa Ieyasu, TV izleyicimize çok da yabancı bir karakter değil. 1980’lerin başında, henüz ortalıkta yüzlerce lüzumsuz kanal ve binlerce yerli dizi yokken, TRT’de Shogun diye bir dizi oynardı. İşte bu dizi tam yukarda bahsettiğim dönemde geçiyordu. Dizideki “Toranaga-San”, tarihteki Tokugawa Ieyasu’ya karşılık gelirdi. Toranaga San’ın İngiliz kankası Kaptan Blackthorne ise Japonlar tarafından evlat edinilince ismi Anjin-San olarak değiştirilmişti. Anjin-San, Toranaga’ya hem Osakalı rakiplerini hem de Portekizli Cizvit papazlarını alaşağı etmek konusunda büyük yardımda bulunmuştu.


O yıllarda dizinin ertesi günü sokağa fırlayarak “Vakarimasen? Hai, vakarimasu! Koniçiva, Anjin-San” gibi Japoncaya benzeyen cümleler kurardık. Onlu yaşlarımın başlarında ihanet ve sadakat, entrika ve dürüstlük gibi kavramları bu dizi pekiştirmişti. Hey gidi günler hey...


Tokugawa Ieyasu’nun konuşlandığı minik balıkçı köyünün ismi Edo’ydu. 350 yıl sonra köyün nüfusu tam 100.000 kat artacak, ismi de “Kyoto’nun doğusu” anlamına gelen To-kyo şeklinde değiştirilerek yeni başkent ilan edilecekti. Yıllar sonra, yaşlı bir Japon amca siz Tokyo’da gezinirken yanınıza yaklaşacak ve “Ah evlat, şu gördüğün arazi var ya, göz alabildiğine pirinç tarlasıydı, bana 10.000 yene satmak istemişlerdi de pahalı diye almamıştım... Şimdiki değeri ile Avrupa’da orta boy bir ülke satın alırsın” diyecekti...




Edo Dönemi


Ieyasu Tokugawa, ya da sahne adıyla Toranaga San, rakiplerini tepeledikten sonra Kyoto veya Osaka’ya yerleşmemiş, Edo köyünde yeni bir idari merkez kurmuş. Başkent halen resmi olarak Kyoto’da imiş ve ülkeyi kağıt üstünde İmparator yönetmeye devam ediyormuş. Ama Toranaga yine o yılların dizilerinden tanıdığımız He-Man gibi kılıcını havaya kaldırarak meydan okumuş: “Güüüç bende artııııık!” Ve Japon tarihinin en ilginç dönemi; 1868’e kadar sürecek, Japonya’nın tüm dünyaya kapılarını kapadığı, baskıcı, merkeziyetçi ve bürokratik-oligarşik Edo dönemi başlamış.


1600 yılındaki askeri zaferi 1603 yılında Edo’da kurulan bakufu, yani Tokugawa askeri yönetimi (cunta gibi bir şey) izlemiş. Bakufu, Tokugawa ve üst düzey daimyolardan (yerel derebeylerden) oluşuyormuş. Japonya yüzyıllardır iç savaşlara, ihanetlere, darbelere sahne olduğundan, bakufunun birinci önceliği kayıtsız şartsız itaatin esas alındığı, sert ve merkezi bir idari sistem olmuş.


Öncelikle Edo’da sil baştan bir başkent yaratılmış. Tepeler düzeltilmiş, deniz doldurulmuş, hafriyat alıp başını gitmiş, kanallar ve şehir suyu sistemleri kurulmuş, yollar yapılmış ve devrinin çok ötesindeki bir planlama anlayışı ile modern bir kent inşa edilmiş. Şehir yeni bir kast düzenine göre planlanmış ve halk birbirinden keskin bir şekilde ayrılan sosyal sınıflara bölünmüş: askerler (samuraylar), rahipler, köylüler, esnaf ve zanaatkârlar ile tüccarlar.


Bu sıralama aynı zamanda halk sınıflarının saygınlık sıralamasıymış. Askerler ve rahipler (beyaz Japonlar) toplumun elit tabakasını oluştururken, onları köylüler izliyormuş. En alt tabakada ise, ilginçtir, tüccarlar yer alıyormuş. Parayla uğraşmak o dönemde Japon soylular için aşağılayıcı bir durum imiş; ticaret erbabı, hayat kadınlarıyla beraber toplumun en aşağı kesimiymiş.


Beyaz Japonlar demişken, bu sıfatın dayandığı bir somut gerçek de var. Bilirsiniz, Japonlar gayet beyaz bir ırk ve her daim güneşten kaçınmak için kapalı giysiler, güneş şemsiyesi vs. ile gezerler. Köylüler ise tarla, bahçe işleriyle uğraştıklarından bir miktar yanık tenlidir. Dolayısıyla bir Japon yeni tanıştığı birisine usturuplu bir şekilde teninin beyazlığını göstererek üst sınıftan olduğunu vurgularmış. Yani, bizim solaryum marsığı sosyetik hatunlar Japonya’ya gitseler doğrudan “aşağılık halk” statüsünden işlem görürler.


Sözün kısası, Edo kurulurken shogun ve samurayların, rahiplerin, esnaf, zanaatkâr ve tüccarların yaşayacağı bölgeler planlanmış ve kesin çizgilerle ayrılmış. Asker ve rahiplerin dışında kalan herkese sıradan, avam payesi yapıştırılmış ve sınıflar doğuştan belirlenmiş. Yani, köylü doğduysan ömür boyu köylüsün, esnafsan esnafsın (Cem Karaca ne demişti bir şarkısında: İşçisin sen, işçi kal!). Uğraşıp didinip de sınıf atlama şansı olmadığı için, halk kaderine razı bir şekilde ekmeğinin peşine düşmüş.


Shogun, Osmanlı İmparatorluğundakine benzer bir sistemle toprakları daimyolar arasında paylaştırmış. Her bir daimyonun rütbesi, kendisine tahsis edilen toprakta yetişen pirinç miktarı ile orantılı imiş. Pirinç ölçmek için kullanılan ve koku denilen ölçü birimi daimyoların kudretini belirliyormuş. 1 koku, yaklaşık olarak bir yetişkinin bir yılda tüketeceği pirinç miktarı imiş; yani, 10.000 kokuluk bir daimyo, 10.000 kişilik bir halk tabakasına hükmediyor demekmiş (YÜZbaşı, BİNbaşı gibi). Birbirlerine horozlanan daimyolar, “Kokun kadar konuş, lavuk!” derlermiş. Daimyolar üretilen pirinçten tebalarına açlıktan ölmeyecekleri kadarını bahşedip, kalanı satarak veya takas ederek hükümranlıklarını sürdürüyor, samuraylarını da besliyorlarmış.


Peki, belli bir mali ve askeri özerkliğe sahip daimyolar nasıl kontrol altında tutuluyormuş? Tokugawa’nın paranoya derecesindeki takıntısı ihanet ve başkaldırıymış; bu yüzden her eyaletin daimyosuna, Edo’da büyükçe birer malikâne yaptırmasını emretmiş. Daimyoların aileleri bu malikânelerde yaşamaya mecbur tutulurlarmış. Daimyolar ile onlara bağlı üst düzey samuraylar ise sankin kotai denilen “dönüşümlü ikamet” sistemine uymak zorundalarmış. Bir yıl Edo’da, bir yıl da kendi eyalet merkezlerinde dönüşümlü olarak yaşarlarmış. Ancak aileleri sürekli Edo’da yaşamak zorundaymış; yani, aileleri bir bakıma bakufunun rehini durumundaymış. Bu yüzden daimyoların, memleketlerine gittiklerinde, Tokugawa’nın arkasından bir dolap çevirmeleri çok zormuş.


Hadi diyelim ki aileni gözden çıkardın, kellelerinin uçurulmasına göz yumdun... Bunu da hesaplayan bakufu, daimyoların askeri güçlerinin önemli bir bölümünün de Edo’da ikametini zorunlu kılmış. Girift bir bürokrasi ve gereksiz masa başı işler icat ederek onları Edo’ya bağlamış; yani, daimyoların askeri güçleri de pasif devlet memurluğu ile hadım edilmiş.


Her bir daimyonun Edo’da büyük bir kışlası bulunuyor ve samurayları burada yaşayarak mesailerine gidip geliyormuş. Sistem o kadar iyi tutmuş ki, 1868’e kadar süren Edo döneminde bir kılıç şıkırtısı dahi duyulmamış; ülke tarihinin en sakin, barışçı devri yaşanmış ve samuraylar idari görevlerde dirsek çürüterek ömürlerini tüketmiş.


“Abi, akşama darbe var, shogunu tahttan indireceğiz.”


“Beni beklemeyin aslanım, fazla mesaiye kalıyorum, devriyeye çıkan samurayların harcırah formlarını onaylayacağım.”


“Yuh be, asker misin, katip misin, sana ekşın var diyorum, ekşın!”


“Beni bulaştırma şimdi ekşına, emekliliğime üç yıl kalmış, bozdurma sicilimi.”


“Abicim, darbeyi yapalım, ondan sonra âlemlere akacağız, seferlere katılacağız.”


“Bıraksana kardeşim, ben zaten şube müdürlüğü sözü almışım, maliye yeni kadroları onaylasın, üçün birine yükseleceğim.”


“Üçün birini alırsın sen, samurayların yüzkarası uyuşuk herif!”


Edo’da yaşayan samuray sınıfının işleri aslında ağır değilmiş; mesaileri çok az vakitlerini alıyormuş ve kalan sürede keyiflerince yaşama özgürlükleri varmış. Hal böyleyken, çoğu kendini eğlenceye, edebiyata, sanata, eğitime vermiş ve Edo giderek Japon kültürünün ve sanatının da önemli bir merkezi olmaya başlamış.


Ancak, şehirde yaşamaya mecbur tutulan büyük askeri güç nedeniyle, şehir nüfusundaki kadın-erkek dengesi de erkekler lehine bozulmuş; nüfusun % 60’ından fazlasının abazan erkek olduğu bir şehirde eğlence sektörü hızla gelişmeye başlamış. İlginçtir ki fuhuş destekli eğlence sektörüne Japoncada mizu shobai (su işleri) adı takılmış! Bizdeki “Devlet Su İşleri” ile karşılaştırıldığında oldukça farklı bir misyon ve vizyonu olan Japon Su İşleri, 17. ile 19. yüzyıllar arasında dünyanın en işlek kârhanelerinin Edo’da gelişmesini sağlamış.


Önce Edo’nun içinde kurulan, sonra “yoğun talep üzerine” şehir dışına taşınan “Yoshiwara Mahallesi”, her zevke, bütçeye, sosyal statüye hitap eden dükkânları ile Edolu erkeklerin bir numaralı ziyaret yeri olmuş. İşi gücü savsaklayan samuraylar Yoshiwara’dan çıkmaz olunca, mektep bölgesi askerlere yasaklanmış. Samuraylar da tebdil-i kıyafet, rüşvet ve çeşitli metotlarla yasakları delmiş ve toplumun tüm sınıfları uçkurlarının doğrultusunda aynı potada kaynaşmış!


Yamanote (Yukarı Mahalle) diye adlandırılan shogun, samuraylar ve avanesinin muhiti, sosyal hayatın tamamen kast sistemi, kurallar, merasimler ve disiplinle şekillendiği bir mekânmış. Avamın yaşadığı shitamachide (Aşağı Mahallede) ise, dram, kahkaha, neşe, hüzün, hareket, yani hayat eksik olmazmış. Yamanote kasvetli ve sıkıcı, shitamachi canlı ve eğlenceli imiş. Kıçüstü oturmaktan başka bir iş yapmayan Yamanoteliler ekonominin talebini; canını dişine takıp çalışan shitamachi arzını oluşturmuş.


Bu dönemi “merkezi feodal sistem” olarak tanımlayan tarihçiler var. Yerel daimyoların yetkilerinin çok sınırlı, merkezi hükümetin çok güçlü olduğu federasyonumsu bir sistemmiş bu. Sistemin yürütülmesi çok sıkı bir bürokrasi gerektirdiğinden, her bir daimyonun ne giyeceğinden kaç askeri olabileceğine, saç kesiminden evinin büyüklüğüne kadar her şey bakufu tarafından kontrol altına alınmış.


Askeri mıntıka ile ilgili bir brifing verdikten sonra, sivil cenah ne durumda, ona bakalım... Rahipleri de pas geçersek, geriye kalan halk tabakası için bazen eğlenceli, bazen trajik bir hayat başlamış. Shitamachideki halkın yaşaması için “uzunevler” ya da “sıraevler” diyebileceğimiz, kendi içinde kapalı bir mahalle sistemi oluşturulmuş. Sokakların genişliğinden evlerin büyüklüğüne kadar her şeyin standardını bakufunun belirlediği bir sistem kurulmuş.


Bu sisteme göre genellikle geniş anacaddeler üzerinde dükkânlar, ara sokaklardan itibaren halkın yaşadığı sıraevler yer alırmış. Dikdörtgen bir parselin kenarları boyunca sıraevler bulunur, ortalarında kalan meydan da o sitenin ortak yaşam alanını oluştururmuş. Edo’nun dışına kurulan su bentleri ve bu bentlerden tüm şehre yayılan kanallar aracılığıyla her sitenin ortasında yer alan su kuyusuna su sağlanırmış.


Her parselin asayişinden sorumlu, muhtarımsı bir kişi tayin edilir, o parselde olan biten her şeyin hesabı ondan sorulurmuş. Bu kişinin basit hırsızlıklardan düşünce suçlarına kadar mahallede dönen her entrikadan haberdar olması beklenir, yoksa kellesini kaybedermiş. Etrafı tamamen çevrili olan bu sıraevlerin giriş kapıları gece saat 10.00’da kapatılır, o saatten sonra hekimler ve ebeler dışında kimse sokakta gezinemezmiş.


Edo’da yaşayan halk o yıllarda iç güveysinden halliceymiş; ne açlıktan ölür ne de karınları doyarmış. Sıraevlerde her bir aileye tahsis edilen konut, 9,5-10 metrekare büyüklüğündeymiş; ailede kaç kişi olursa olsun hepsi bu evde yaşarmış. Paran olsa bile kendine daha büyük bir ev yaptırman zaten mümkün değilmiş; bakufu, Edo’da yaşayan bir gariban için standartları böyle belirlemiş.


Yine de Edo, Japon halkı için büyük bir çekim merkezi olmuş ve “köyden indim şehre” akımı sonucu 1700’lerin başında nüfusu 1 milyonu aşmış! O yıllardan itibaren bir metropol hayat tarzı Edo’da yerleşmeye başlamış. Halk arasında da Edo’ya özgü bir eğlence anlayışı, toplu hayatın getirdiği yeni alışkanlıklar, baskıcı rejimle inceden alay eden eğlenceler, sadece shitamachi halkına açık olsa da soyluların bile girmek için can attığı, kılık değiştirdiği bir “eğlence mahallesi” derken Edo, Japonya’nın en kozmopolit şehri olmuş.


Kozmopolit derken değişik milletlerden oluşan bir halk değil, Japonya’nın değişik yörelerinden gelen insanları kastediyorum. Çünkü Edo döneminin bir başka ismi de “mutlak tecrit dönemi”. Shogun Tokugawa, 1500’lerden itibaren ülkeye sızan Cizvit misyonerlerin ortalığı fazla bulandırdığını hissedince, Hıristiyanlığı yasakladığı gibi, Japonya’nın kapılarını yabancılara tamamen kapatmış. Edo döneminde herhangi bir Japonun Japonya dışına çıkması ve herhangi bir yabancının Japonya’ya girmesi yasaklanmış.


Bu dönemde sadece Nagazaki şehrinin belli bir bölgesine yabancılarla ticaret için özel izin verilmiş (serbest bölge gibi bir durum). Bu bölgeye sadece Çinli, Koreli ve Hollandalı tacirler girebiliyor ve ticaret yapabiliyorlarmış. Soylu Japonların yabancılarla görüşmesi yasaklanmış ve yabancıların sadece toplumun en alt tabakasındaki insanlarla, yani tüccarlar ve hayat kadınlarıyla ilişki kurmasına müsaade edilmiş. Yabancılar da bu durumdan pek şikayet etmemiş olsalar gerek...


Edo barış içinde, oldukça hızlı bir gelişme gösterirken şehrin başındaki en büyük bela deprem, yangın ve sel gibi doğal afetlermiş. Muhacir bir müteahhitimizin yaktığı “Bir evler yaptırdım abe Ramizem, sazdan samandan” türküsüne benzer şekilde dönemin evleri tamamen ahşap ve kağıttan ibaretmiş. Gayet sıkışık nizamda yapılan bu evlerin birisinde kibrit yakılsa mahallenin diğer ucunda yangın alarmı çalarmış.


Netekim 1657 yılında çıkan Meireki Yangınında shogunun kalesi de dahil olmak üzere Edo’nun % 70’i kül olmuş ve yaklaşık 100.000 kişi (o zamanki nüfusun dörtte biri) hayatını kaybetmiş! 1600’lü yıllar için 100.000 kişinin öldüğü bir felaketin boyutları akıllara durgunluk verici. Edo kurulurken, şehri doğudan çevreleyen Sumida Nehri üzerine güvenlik sebebiyle bir köprü yapılmasına izin vermeyen shogun, böyle bir köprünün varlığı halinde binlerce kişinin kurtulabileceğini anlayınca şehrin girişine Ryogoku Köprüsü yapılmış. Elli yıllık şehirleşme macerasından edinilen tecrübelerle şehir baştan planlanmış, cadde ve sokaklar daha geniş tutulmuş, özellikle şehrin ticari bölgesi ile samurayların mahallesi daha korunaklı inşa edilmiş ve tulumbacılara benzeyen bir örgüt oluşturulmuş.


Yine ahşap ve kağıttan yapılan evlerin tutuşması ve yangının sıçrayarak ilerlemesi çok kolaymış. Kuyuyla, suyla, tulumbayla uğraşarak yangını söndürmenin imkânsız olduğunu öne süren tulumbacılar, bir mahallede yangın başlayınca, yangının yayılma yolundaki birkaç evi yıkarak yangını durdurma yolunu seçmişler. İşin ilginci ise tulumbacıların çoğunun günlük hayattaki mesleğinin inşaat işleri ve marangozluk olmasıymış. Her yangını kendileri için bir fırsat kapısı gören tulumbacılar, girdikleri mahalleyi dümdüz etmekten çekinmemişler.


Her ne kadar para ellerin kiri olarak görülse de, Edo döneminde gayet modern bir ekonomik sistem oluşturulmuş. Çeşitli mallar için ihtisas pazarları kurulmuş, ormancılık için uzun vadeli politikalar geliştirilmiş, vadeli işlem piyasalarının bile ilk örnekleri görülmüş. Osaka bölgesi bizdeki Kayseri gibi tüccarlığın Kâbesi olmuş ve genelde Osaka’da üretilen ürünler Edo’ya getirilerek satılmış.


Sistem gayet iyi işlese de, bir süre sonra para delikanlılığı bozmaya başlamış. Ticaret sayesinde eli para gören belli bir “aşağılık” kesim, tırnakları törpülenmiş kediye dönüşen samuraylarla yakınlaşmış, aralarında yeni sınıfsal ilişkiler kurulmuş. Eğlence diyarı Yoshiwara’ya sulanan samuraylar ile ellerine geçen büyük paranın vergi olarak alınmasından korkan ve bu yüzden parayı “kadına kıza” harcayan tüccarlar sıkı dost olmuşlar.


1800’lerde peş peşe gelen açlık, kıtlık ve doğal afetler sonucunda bakufu sistemi ve aşırı yüksek vergiler sorgulanır hale gelmiş, koca ülkeyi dış dünyaya kapatmak giderek zorlaşmış. Bir süre sonra “uygar” dünyanın ayak sesleri Japonya’dan duyulmaya başlanmış. 1840’lardaki “haşhaş savaşları”nın ardından İngilizlerin Çin’de başlattığı sömürgeci girişimler shogunun da tırsmasına sebep olmuş. Japonya kapılarına da zaman zaman Rus, Amerikan, Fransız, İngiliz ve Hollanda gemileri dayanıp “Aç kapıyı bezirgânbaşı” dese de bezirgân kulak asmamış.


Ama birçok açıdan uzaylıya benzeyen Japonlar, “Selam uzaylı, biz dostuz” diyen yedi düvel dünyalıya fazla direnememiş. 1853 yılında Amerikalı amiral Perry, çelikten mamul, buharlı, toplu, tüfekli gemilerle Japonya kıyılarına yanaşıp “Bizle diplomatik ilişki kurun ulan!” diye kibarca rica edince, shogun yolun sonuna geldiğini anlamış. Edo Körfezinde “kara gemi” diye adlandırılan Amerikan savaş gemilerinin kuğu gibi süzülmesi Japonların uzun ve tatlı bir uykudan uyanmasına neden olmuş. Yüzyıllarca dış dünyaya kapalı yaşayıp kayık irisi ahşap gemilerle pirinç taşırlarken, elâlemin bilimde, teknolojide alıp yürüdüğünü, buharlı gemiler yaptığını görmüşler.


Bu duruma en çok içerleyen Japonlardan birisi, amiral Perry Japonya’ya yanaştığında henüz sekiz aylık olan ve kara gemilerin gürültüsü yüzünden uykusundan uyanan imparator Meiji olmuş.


Meiji


İmparator Meiji sarayda yavaş yavaş büyürken 1850’lerden itibaren Japonya’daki sosyal huzursuzluklar had safhaya ulaşmış. Bu huzursuzluklar toplumun iç dinamiklerinden kaynaklandığı kadar, dış etkenlerin kaşıması ile de hızlanmış. Ülkenin kapıları bir kez “dost” yabancılara açıldıktan sonra Japonya bir daha rahat yüzü görmemiş.


Yüzyıllarca dış dünyaya kapalı iken bu sürede diğer ülkelerin bilim ve teknolojide çok ilerlediğini görmenin Japonlar üzerinde travmatik bir etkisi olmuş. Amerikalılar ve İngilizler başta olmak üzere emperyal güçler, misyonerleri, kültür elçileri ve eğitim kurumları aracılığı ile ürkek ve alttan alta bir yabancı hayranlığı uyanan toplumu etkilemeye başlamışlar.


Tabii ki katı ve merkezi shogun yönetimi yabancı güçler için güven telkin eden bir idare değilmiş. Aynı sıralarda, Tokugawa hanedanına zaten hiç ısınamamış olan iki büyük klan, Satsuma (Aklınıza mandalina gelmesin) ve Choshu’lar, güçlerini birleştirerek sonno joi (İmparatoru başa geçir, barbarların canına oku) hareketini başlatmışlar. İyice zayıflayan shogun rejimi cılız birkaç çatışmadan sonra yerini efendice imparator Meiji’ye bırakmış.


Hareketin üç önemli ismi Satsuma daimyosu Saigo ile Kido ve Okubo imiş. Amaçları, İmparatoru yeniden etkin bir şekilde iktidara taşımak olduğu kadar, samuraylığın saygınlığını devam ettireceği, ülkeyi soyluların yöneteceği, geleneklerin korunacağı bir yönetim sistemi kurmakmış. Bu çok iyi eğitim almış, heyecanlı jön-Japonlar, neo-samuraylar, imparator Meiji’nin kankaları olmuşlar.


On beş yaşındaki imparator Meiji, gösterişli bir tahtırevan ve saray şürekası ile Kyoto’dan çıkıp Edo’nun yolunu tutmuş. Hayatında ilk kez saraydan dışarı çıkan imparator, yol boyunca fakir köylüleri, gariban çiftçileri, balıkçıları ve zavallı halkı gördüğünde gerçekle yüz yüze gelmiş. Edo’da saraya yerleştiğinde, yolda gördüğü tatsız manzarayı unutmak için kendini içkiye, hareme, zevk-ü sefaya verip işlerin çoğunu üç kafadara havale etmiş.


Üçlünün içinde en harbi delikanlı savaş bakanlığını alan Saigo imiş (Japonlar “savunma” falan diye kıvırmadan harbiden “savaş” bakanı demişler). Okubo ve Kido biraz daha akademik, diplomatik ve sosyolojik takılmışlar. Saigo’nun Meiji’ye saygısı gerçekten büyükmüş; onun, daldığı eğlence hayatından sıyrılıp olgunlaşması için uğraşmış. Üç yüz kişilik bir haremi saraydan kovmuş, Meiji’yi silkeleyip kendine getirmiş, ama kendi başına gelecekleri tahmin edememiş... Besle imparatoru, oysun gözünü.


Kido ve Okubo, dünyada neler olup bittiğini öğrenmek için ellerinde uzun bir alışveriş listesiyle iki yıllık bir Avrupa-Amerika turuna çıkmışlar. İkilinin bu seyahatten çok iyi harcırah kaldırdığı, birer ev, araba ve yazlık aldıkları söylenir; ama asıl önemlisi, dünyadaki siyasi gelişmelerden silah teknolojisine, idari sistemlerden ekonomik reformlara kadar birçok konuda gözleri açılmış bir şekilde Japonya’ya dönmüşler.


Bu sırada Saigo, yeni ve modern bir ordunun kurulması ile samuraylık sisteminin devamı arasında bir ikilem yaşar, Meiji ile beyin fırtınası yapar dururmuş. Samuraylığın etik kodu bushidonun yüzyıllardır Japon toplumunu, ahlak yapısını ve geleneklerini şekillendirdiğini düşündüğü için bu sistemin bir şekilde devamını istiyormuş.


Ancak dünya turu sırasında modern orduları hayranlıkla gözlemleyen Okubo, samurayları sadece baş ağrısı asalaklar olarak görüyor, batılı toplumlardan yardım alarak sıfırdan yeni bir ordu kurulmasını savunuyormuş. Görüşler çatışmış, fikir ayrılıkları büyümüş, Meiji’nin gönlü de Okubo’dan yana kayınca Saigo kös kös memleketine geri dönmüş.


Bundan sonrasını meşhur Son Samuray filminden izlemişsinizdir. Okubo, Tom Cruise’u yardım için Japonya’ya çağırır. Penelope Cruz’dan yeni ayrıldığı için kendini içkiye vuran eski F-14 pilotu Tom Cruise yeni bir ordu kurar, amma velakin “son samuray” Saigo’nun insanlığından etkilenir, onun tarafına geçer, savaşta herkes ölür, bir bu ayakta kalır, vs.


Gerçekte de imparator Meiji’nin modern orduları son samuray Saigo ile savaşır. İki iyi dost karşı karşıya gelmiştir, sonunda Saigo kaybeder ve her onurlu samurayın yaptığı gibi bu dünyadan ayrılırken arkasında bir haiku bırakır:


Kış mevsiminin acı soğuğunu umursamam


Benim içimi korkuyla dolduran


İnsanların kalplerinin soğukluğudur


Meiji ilk olarak başkenti Kyoto’dan Edo’ya taşır ve şehrin yeni ismi “doğu başkenti” anlamına gelen “To-kyo” olarak belirlenir. Ülke hızla bir reform sürecine girer ve Japonlar Avrupa Birliği mevzuatı dayatması olmadan, kendi iradeleri ile çağdaş ve demokratik bir devlet sistemi kurmaya çalışırlar. Japon tarihinin bu dönemi Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarına, Atatürk dönemine çok benzetilir.


Bakufu yönetimi tümüyle lağvedilir ve oldukça kısa ve öz bir anayasa kabul edilir. Halen ayakta kalan tüm daimyolar topraklarını teslim ederler, ancak yeni eyalet sisteminde çoğu, eski bölgelerinin yeni yerel yöneticileri olarak atanır. Sonuçta o kadar derebeyini bir anda safdışı bırakmak kolay değildir.


Meiji döneminin önde gelen figürlerinden Ito ve Yamagata yeni güç odaklarının belirlenmesinde ve devlet bürokrasisinin şekillenmesinde önemli rol oynamışlardır. Meiji’yi iktidara taşıyan samurayların ardından imparatorun yeni kankası olan Ito, Prusya başta olmak üzere yurtdışında uzun zaman geçirmiş, zeki, hırslı bir kardeşimizdir. Özellikle Bismarck’tan çok etkilenen Ito, anayasanın hazırlanmasında ve idari yapının oturtulmasında kilit rol oynamıştır. Yamagata ise daha militer bir kardeşimizdir. Modern ve güçlü bir ordunun kurulması, gizli bir polis teşkilatının, dolayısıyla derin devletin oluşturulması gibi görevleri üstlenmiştir.


Sonuçta yeni bir meclis kurulur, bakanlıklar ve diğer idari mekanizmalar tasarlanır, seçimlerin yapıldığı monarşik demokrasimtrak bir sistem geliştirilir. Toprak ve vergi reformu yapılır, yerel yönetimlerin rolü tanımlanır, imparatorun tanrısal kimliğinin kaynağı olan Şinto dini öne çıkarılırken samurayların gözdesi Budizm ikinci plana itilir, Hıristiyanlık yeniden serbest bırakılır ve en önemlisi diğer ülkeler ile hızla diplomatik, askeri, ekonomik ilişkiler geliştirilir.


Soylu kesim için her şey bitmiş değildir; sonuçta bu yaşanan bir halk hareketi değil, imparatorla çevresindeki asillerin yeniden iktidara gelişidir. Edo döneminin soylularının çoğu yeni devlet yapısında önemli bakanlıklara, kilit görevlere, büyükelçiliklere, mülki ve idari görevlere getirilir. Bir anlamda şekilsel bir değişim yaşanmış, sistem güç odakları arasındaki itişmeye, büyük balığın küçüğü yutmasına uygun olarak tasarlanmıştır. Yani, düzen değişmiş ama düz(ül)en aynı kalmıştır.


Ito ülkede bürokratik oligarşiyi yerleştirirken Yamagata ordu, polis, gizli polis, daha gizli polis, ergenekon ve hatta yeraltı örgütlerini, yani bugünkü yakuzanın ecdadını kendi elleriyle organize ederek ülkenin kontrolünü eline geçirmiştir. Ito’nun sivil gücü Yamagata’nın militarizmine karşı dayanamaz ve zamanla Yamagata ultra-milliyetçi, saldırgan, gözü kara politikalarını ülkede egemen kılar.


Aynı zamanda ülkede başlayan değişim rüzgârı baş döndürücüdür. Japonya, dünyaya, değişime, teknolojiye kapalı kalınan 300 yılın acısını çıkarmak için inanılmaz bir sanayileşme hareketi başlatır. Birçok Japon genç yurtdışına eğitim amaçlı gönderilir, sanayi kalkınma hamlesi başlatılır ve Japonya çok kısa sürede dünya devleri ile eşit düzeye gelir. Bana kalırsa Japonya’nın bu dönemde gerçekleştirdiği kalkınma hamlesi, İkinci Dünya Savaşından sonraki kalkınmalarından çok daha etkileyici ve takdire şayandır; 1950’lerdeki kalkınma hareketinin temeli 1800’lerin sonlarındaki atılıma dayanır.


Ülkede dış ticaret odaklı bir sanayileşme modeli oturtulur ve Mitsubishi, Mitsui gibi dev zaibatsular (büyük dış ticaret holdingleri) kurulur. Japonya hammadde ithal edip sanayi ürünleri satarak tüm Asya pazarını ele geçirir. Tabii bu noktada hızla büyüyen ekonomi hammadde sıkıntısına toslar. Hâkim ideoloji olan ultra milliyetçi akımın sözcüleri bir de bakarlar ki, Japonya yüzyıllardır uykuda iken, Fransızlar Vietnam’ı, İngilizler Singapur’u, Hollandalılar Endonezya’yı, Amerikalılar Filipinler’i, Amerikalılar, Almanlar ve İngilizler hep beraber Çin’i sömürgeleştirmişlerdir. Japonların başı kel midir? Değildir. “Asyayı batılı sömürgecilerden kurtarıp biz sömürsek daha iyi olmaz mı” fikri ağır basar.


Kendi mıntıkalarında elâlemin at koşturmasından hırslanan Japonlar kısa zamanda emperyal kıpırdanmalara başlarlar. Rusların Trans-Sibirya demiryolu projesini gerçekleştirmesi halinde Kore ve Mançurya’nın da güme gideceğini hisseden Yamagata derin ve karanlık ilişkiler yumağını da kullanarak bölgede huzursuzluk yaratır. Çin de gözünü bu bölgeye dikmiştir; 1894-1895’te Çin ve Japonya, Kore için kapışır. Hezimete uğrayan Çin üstüne üstlük Tayvan’ı da savaş tazminatı olarak Japonya’ya verip kenara çekilir.


Bu arada Anglosakson dünya Japonya’da nüfuzunu artırmaktadır. Özellikle ABD Japonya ile çok güçlü politik, ekonomik, kültürel bağlar kurmakta, misyonerleri bu ülkede çok aktif çalışmakta ve ilişkileri güçlendirmektedir. ABD, Asya kıtasında tek güvenilir müttefik olarak Japonya’yı görmüş ve uzun vadeli stratejisini Japonya üzerinde etkin olmak temeline oturtmuştur. Bu dönemde ABD’nin Quaker tarikatı başta olmak üzere çeşitli güç odaklarının Japonya üzerindeki hâkimiyeti görülür. ABD’nin Japonya’daki finansal yatırımları artar, iki ülkenin ekonomik güçleri arasında karmaşık bir ilişkiler yumağı geliştirilir.


O sıralarda İngiltere ile bir askeri işbirliği anlaşması yapan Japonya, biraz bu desteğin gazı, biraz da milliyetçilik rüzgârlarıyla Rusya’ya kafa tutar ve Asya kıtasındaki hâkimiyetini güçlendirmek için 1905’te Ruslarla sıkı bir deniz savaşına girişir. (Bu arada Ertuğrul firkateyninin ziyareti ile başlayan Türk-Japon ilişkilerinin bir yansımasının da Osmanlı donanmasının Rusları Karadeniz’de oyalayarak okyanuslara açılmalarını engellemek, böylece Japonya’nın elini güçlendirmek olduğu rivayet edilir.) Tüm dünyanın tartışmasız bir Rus galebesi beklediği savaşta Japonya büyük bir zafer kazanarak tüm bahisçileri yanıltır ve “iddaa” kuponlarında Japonya’ya oynayanları servet sahibi yapar. Bu zafer, tarihte oryantal bir imparatorluğun batıya karşı kazandığı ilk zafer olarak bile yorumlanır.


Birinci Dünya Savaşının sonuna kadar milliyetçi yapısını koruyan Japonya’da askeri harcamalar ekonomik büyümenin lokomotifliğini yapmış ve ülkenin dünya güçleri arasına girmesi sağlanmıştır. İngilizlerle yapılan ittifakın da yardımıyla Birinci Dünya Savaşında kazanan tarafta olan Japonya, Batılı güç odaklarını ürkütmeden, sessiz sedasız sürdürdüğü savaşın ardından Çin’in Almanya tarafından kontrol edilen bölgelerine yerleşmiştir.


Kısacası Meiji dönemi, büyük bir idari reform, baş döndürücü bir ekonomik kalkınma ve Japonya’nın emperyalist bir güç olarak dünya sahnesine çıkışıyla sonuçlanmıştır... diyebilir miyiz? Deriz...

Devam edecek...

Bu aralar Japon Yapmış adlı bir kitap okuyorum. Onur Ataoğlu bir mühendisin Japonya hakkındaki yorumlarını içeriyor. İçerik onun kitabından, açtığım konu'ya gelirsek Wano Arc'ından önce bilgi vermek ve Japon tarihi hakkında tartışma konusu olması için açtım :sapkali:Bilgili arkadaşlar vardır.
 
Japonya saf iyilik meleği ülke gibi tanınıyor ama katliamlarıyla da ünlüdür. Korelilere falan baya eziyet yapmıştır halk.
 
Güzel konu, takip edeceğim. Bizim Japonya hayranı animeci tayfa Japonya'nın diğer yüzünü bilse Japonya'ya gitme hayalinden vazgeçerdi eminim. Bizden daha ataerkil bir toplum ve bu en masumu. Neyse konuyu bölmeyeyim.

Eline sağlık.
 
Güzel konu, takip edeceğim. Bizim Japonya hayranı animeci tayfa Japonya'nın diğer yüzünü bilse Japonya'ya gitme hayalinden vazgeçerdi eminim. Bizden daha ataerkil bir toplum ve bu en masumu. Neyse konuyu bölmeyeyim.

Eline sağlık.
Çoğu kişinin Japonya'nın geçmişte yaptığı katliamları ve daha birçok kötü eylemi bilmemesine vs katılsam da diğer kısma katılmıyorum. Pek çok gelişmiş ülkenin geçmişinde bu tarz insanlık suçları var zaten. Yine de bu durum insanların o ülkelere yerleşmesine engel olmuyor. Ha diğer yüzü derken günümüzdeki yaşam koşullarından bahsediyorsanız yine katılıyorum o ayrı. :D İş bulmak zor, çalışma saatleri çok yüksek, kırsal kesimler hariç her yer aşırı kalabalık, herkesin uyduğu değişik değişik örf ve adetleri var vs... Yine de ülkemizin içinde bulunduğu durumdan çok daha iyi bir durumda oldukları kesin.


Bu arada konuyu açanın eline sağlık. Tarih kısmına girmeden önce ülkenin konumuna ve mitolojik şeylere değinilmesi hoş olmuş. Kalan kısımları da okumaya başlıyorum.
 
Çoğu kişinin Japonya'nın geçmişte yaptığı katliamları ve daha birçok kötü eylemi bilmemesine vs katılsam da diğer kısma katılmıyorum. Pek çok gelişmiş ülkenin geçmişinde bu tarz insanlık suçları var zaten. Yine de bu durum insanların o ülkelere yerleşmesine engel olmuyor. Ha diğer yüzü derken günümüzdeki yaşam koşullarından bahsediyorsanız yine katılıyorum o ayrı. :D İş bulmak zor, çalışma saatleri çok yüksek, kırsal kesimler hariç her yer aşırı kalabalık, herkesin uyduğu değişik değişik örf ve adetleri var vs... Yine de ülkemizin içinde bulunduğu durumdan çok daha iyi bir durumda oldukları kesin.


Bu arada konuyu açanın eline sağlık. Tarih kısmına girmeden önce ülkenin konumuna ve mitolojik şeylere değinilmesi hoş olmuş. Kalan kısımları da okumaya başlıyorum.
İş bulma falan kaymaklı süt gibi kalır. Benim bahsettiğim pedofili, ensest manga ve film kültürü, tecavüz oranları ve buna sesini çıkaramaz duruma gelen ataerkil toplum içerisindeki kadın modeli. Toplum içerisinde ve aile içerisinde ki otoriter yapı ve bununla gelen intihar oranları ve başarısız çocuğa yüklenen yük. Aile içerisinde reddetmeye kadar gidiyor.

Fakat birde "Japonya'nın diğer yüzü" yazısını okuyun birde, animeler ne kadar cicili bicili ise realite o kadar kötü.

Japonlar ikinci dünya savaşı sırasında o kadar psikopatça şeyler yapmıştır ki; naziler'e, mengele'ye sarılıp ağlarsınız. daha 60-70 yıl önce bunarı yapan insanların şimdi çizgi filmlerdeki büyük gözlü masum pıtırcıklar olduklarına inanmak pollyannacılık oynamaktır bana göre.

Aşağıda bulunan yazılar bire bir Japonya'ya gitmiş kişilerin gözlemleridir...

geçen sene nisan ayında geldim japonya'ya. 9 aydan biraz fazla zamandır burada yaşıyorum. burası benim için animeler diyarıydı. yani çocukluk hayalimdi buraya gelip yaşamak. ilk 2 ay her şey rüya gibi olsa da birden değişmeye başladı her şey. babam "hiçbir şeyi ve hiç kimseyi gözünde büyütme. gidince anlayacaksın." demişti; ama ben bir hayale sarılıp geldim buraya.

japonya; hem ada ülkesi olmasının etkisiyle, hem de yüzyıllarca kapalı kalmış olması nedeniyle kendisini dışarıdan soyutlamış bir ülke. toplum inanılmaz kapalı. yabancıları kabul etmiyorlar. yıllarca yaşasanız bile japon etnisitesine sahip değilseniz japon kabul edilmiyorsunuz. japonya'da yabancıların girmesi yasak mekanlar var. bazı ev sahipleri yabancılara ev kiralamak istemiyor ve sizin buna karşı çıkmanız söz konusu değil; çünkü bunu bir ayrımcılık olarak görmüyorlar. bildiğim kadarıyla bununla ilgili bir yasa da yok.

türkiye'de 26 yıl yaşadım. tacizden nasibimi almış olsam da kimse bana açık açık "yakınlarda bir otel var. gidip seks yapalım mı?" diye sormamıştı. herhangi bir partiye gittiğimde kimse oramı buramı ellememişti. 9 ayda bu yazdıklarımın hepsi başıma geldi. bu yetmezmiş gibi 80 yaşında olduğunu söyleyen bir amca bana ve amerikalı arkadaşıma, penisini göstererek "ben hala seks yapabiliyorum." dedi. evet, host ailemizin yanına kalmaya gittiğimiz bir kırsal kasabada oldu bu. yine aynı yerde kafayı bulmuş bir japon adam, çevredekiler engel olmasa beni öpecekti. ne yazık ki yabancı kadınlara ilişkin şu olumsuz algı japonya'da da var. yabancı kadınlar egzotik hayvanlar gibi. saçları değişik. gözleri değişik. onlar daha çok seks yapar. onlarla çıkmak çok ilginç bir deneyim olur. evlenilmez ama. aileye yabancı kanı girmemeli. birçok japon-yabancı ilişkisi sırf bu aile baskısı nedeniyle bitiyor bu ülkede.

insanlar sizinle konuşmuyor. insanlar sizi gördüklerinde yüzlerinde korku dolu bir ifade beliriyor. japonca konuşsanız bile sizinle konuşmak onlar için bir baskı unsuru. geriliyorlar ve sizinle arkadaşlık yapmak istemiyorlar. tüm japonların ağzına sakız olmuş "biz japonlar utangacız." lafı beni henüz çıldırtmasa da çıldırmaya epey yaklaştım diyebilirim.

bir yabancı olarak "şu konuda japonya biraz sıkıntılı. ben bunun ayrımcılık olduğunu düşünüyorum." dediğinizde "o zaman japonya'da yaşama; git." lafını duyabiliyorsunuz. ben, bir doktora öğrencisi olarak japonların yabancılara ilişkin tutumlarını çalışmak için izin alamadım danışman hocamdan; çünkü bir yabancı olarak bu konuları çalışamazmışım. benim lab'daki yeni zelandalı arkadaşım, başka bir üniversitedeki hocadan sırf bu gerekçe nedeniyle ret aldığını söylüyor.

japonlar tüm japonya'nın homojen olduğunu söylüyorlar. japonya'da gerçekte kaç farklı etniste olduğu bilinmiyor; çünkü nüfus sayımı yapılırken etnisite değil milliyet soruluyor ve farklı olanlar asimile edilerek nötr hale getiriliyor; ama ayrımcılık aslında hiç bitmiyor. 2. dünya savaşı'ndan önce ve sonra getirilen yüz binlerce koreli ve çinli, 3. kuşak olarak japonya'da yaşasalar da, anadilleri japonca olsa da japon olarak kabul görmüyorlar. hem kendi kimliklerini taşımalarına izin verilmiyor, hem de japon olmalarına.

ben bir dönem hollanda'da da yaşadım. japonlar hollandalılardan daha nazik değiller. japonların saygısı yalnızca makama. japonya inanılmaz hiyerarşik ve ataerkil bir ülke. kadının evde kalmasını istiyorlar. güçlü kadınları sevmiyorlar erkekler. üniversitenin boks topluluğuna gittiğimde "izlemeye mi geldin?" diye sordular. "hayır, ben de yapmak istiyorum." dediğimde "korkmuyor musun?" dediler. dış görünüşün güzel ve bakımlı olmasına yönelik çılgın bir baskı var. zayıflama reklamlarından söz etmiyorum bile. farklı olmak gruptan dışlanma nedeni. tüm kızların giyim kuşamları, saç şekilleri ve renkleri birbirine benziyor. aynı şekilde makyaj yapıyorlar. bu aynılık hissi beni öldürüyor.

daha iyi, hızlı ve verimli yapman önemli değil. önemli olan japonların yolundan yapman. yabancıysan bunu yapamazsın. burada toplum tarafından kabul görmek çok zor. hani biz gelen yabancılara türkçeyi ve kültürü öğretiriz ya, japonlar bunu asla yapmıyor. bir entegre ediyormuşuz yabancıları. onları öyle sevip kabul ediyormuşuz; ama öğretiyormuşuz da. japonlar segrege ediyorlar; yani dışlıyorlar. öğretmiyorlar. sen bir şeyleri bilmeden yanlış yapınca "yabancı işte. bizi anlayamıyor." diye düşüncelerini meşrulaştırıyorlar.

japonya korkunç derecede kapalı bir toplum. japon olmak istemiyorum. yalnızca kabul görmek istiyorum.

japonya gerçekten dışarıdan görüldüğü gibi değil. çok farklı.

ekleme: işbu giride yazanların benim gözlem ve deneyimime, bu konuda yaptığım okumalara dayanmaktadır. bazı açılardan bilimsel geçerliği olsa da genellenebilirliği sorgulanmalıdır. benim beklediğim japonya ile karşılaştığım japonya arasında çok fark var. hiçbir şey, hiç kimse ve hiçbir yer insanın gözünde büyütülmemeli. japonya da; uzak olduğu için duymadığımız, duysak da anlamlandıramadığımız bir takım sorunları barındırıyor(muş). benim epey pembe hayallerle geldiğim için kültür şokum da büyük oldu. bunun etkisiyle sert bir dille yazmış olabilirim. zaman ilerledikçe ve japonya'yı daha iyi tanıdıkça görüşlerim iyi ya da kötü yönde değişebilir; değişecektir. şimdilik yukarıdaki yazdıklarım gibi düşünüyorum. yani deneyim ve gözlemlerim, bu konuda yazılan makaleleri destekler nitelikte. ilgilenen olursa okuma listesi verebilirim.

çalışkanlıkları yüzünden övülmesi aslında çok acıklı gerçekleri barındıran ülke... az evvel, japonya üzerine epeyce konuştuktan sonra, şu entry'yi yazma ihtiyacı duydum.

konu, neden japon gençlerinin geleneklerine bağlı olmadığı, hiroshima anıtı gibi yerlerde şakalar yapabilecek kadar milli hislerden uzak olduğundan açıldı (oraya gidip orayı gezmiş birisi bu soruyu yöneltti), ben de, kısaca açıklamaya çalıştım. elbette bahsettiğimiz şeyin sebebi bir çok gence göre değişebilir, insanların duyguları aynı olsa da sebepleri kişiden kişiye değişiyor. lakin benim gördüklerim içinde, yaş gruplarına göre sebep değişiyor. şöyle anlatayım, orta yaşlı insanlar zaten kesinlikle gülmüyorlar, ciddi duruyorlar, ama aslındaçoğu çok da dikkate almıyorlar, sadece öyle durmaları gerektiğini düşündükleri için öyle ciddi duranları da var... bizzat nagasakili bir kız arkadaş, ailesinin ona küçükken hiroshima ve nagasaki bombalamalarını hiç anlatmadıklarını söyledi, onu amerikalılara karşı düşmanca bir hisle yetiştirmek istememişler. "şu anki amerikalıların ne suçu var, bunu yapan onların atalarıydı, biz şimdi amerikalılarla dostça yaşamak istiyoruz, düşmanlıkları körüklemenin alemi yok" diye düşünüyorlarmış. 30 yaş civarına kadar bu düşünceler hakim.

lakin sonraki nesil (15-23 arası diyelim kabaca) artık bu olayı birebir yaşayanlar tarafından yetiştirilmediler. bu olayları hatırlayanlar belki büyük anne-babalardı ve çoğu öldü. hatırlamayan neslin çocukları olan gençler, zaten olaya önce nötr başlıyorlar, bir önceki nesil kadar bile duyarlı değiller (en basiti o bombalamalarda ailelerinden kimler öldü bilmiyorlar) lakin sonrasında, okulda olsun, filmlerle olsun, popüler kültür ögeleriyle olsun bu olay onlara anlatılıyor. işte burada bir ters tepme durumu yaşanıyor, bu nesil olayları hiç bilmediği, tamamen güncel, melez bir amerikan-japon kültüründe yetiştiği için (japonların hala geleneklerine çok bağlı olduğunu düşünenlerin en son 1970'lerde yapılmış araştırmaları okuduklarını düşünüyorum. zira şu an orta yaşlı olanlardan sonraki nesiller için bunu söylemek çok mümkün değil) "aman kültürüne uzak kalmasın" deyip iyice abartıyorlar bunları anlatmayı bazen ve sonuçta çocuklarda "ulan amma abarttınız, siz de pearl harbour baskını yapmışsınız ama, yettiniz artık!" dercesine bir tepki gelişiyor. anlatılanların abartılı olduğunu düşünüyor, belki de içine doğdukları amerikan kültürüne toz kondurmak istemiyorlar.

neden? çünkü japon kültürü hayal bile edemeyeceğiniz kadar baskıcıdır, aileler evlatlarını çizginin dışına çıktıkları anda reddeder ve mirastan mahrum ederler. oysa çocuklar amerikan kültürünün çok daha yumuşak ve "affedici" olduğunu düşünüyor, kendilerini bir taraf tutmak zorunda hissediyorlar. bu hissiyat da kendini "japon değerleriyle dalga geçmek, onlara karşı çıkmak" şeklinde dışarı vuruyor bazen.. bazıları gerçekten umursamıyor, o yüzden dalga geçmekte sakınca görmüyor "her şeyle dalga geçilebilir, ne var ki bunda?" diyerek, bazıları az da olsa milliyetçi hisler hissediyorsa bile ekseriyetle bundan utanıyor ve bastırmak için dalga geçiyor. ama genel olarak, gerçekten umursamayanlar çocunlukta... "düşmanlıkları körüklememek için kötü anıları anlatmamak" bence de çok pozitif, ama insanoğlu matematiğe gelmiyor, "şöyle yaparsam böyle olur" denemiyor. bu sefer de, belki o anıları dinlemedikleri için, bu tarz anılarla karşılaşınca inanmayıp, abartılı bulma durumu ortaya çıkabiliyor.

genel anlamda, çocuklar japon kültüründen sıkılmış ya da utanıyor oluyorlar, haliyle japon kültürüne dair pek çok şeyle dalga geçiyorlar, hiroshima ve nagasaki'de ölenler için yapılan anıtlarla dalga geçmek belki de en uç noktası, ama kıyafetlerden yemeğe, her şeyle dalga geçiyorlar. binlerce japon, her sene göz ameliyatı olarak çekik gözlerinden kurtulmak, "batılı" gibi gözükmek istiyor (buna bayağı üzülüyorum aslında, insanın fiziksel görüntüsünden utanması sırf çekik gözlü diye... insanın aklı zor alıyor...)

anlayacağınız bunlar bir bütün. japonya'da gençler çok zor bir üniversiteye giriş sınavından geçerler, iyi bir üniversiteye girebilmek için 1200-1500 kanji ezberlemeleri gerekir (lakin girdikten sonra mezun olmak bir o kadar kolaymış diyorlar). üniversiteye giriş sınavından önceki bir kaç yıl ve üniversite yılları, baskı altında olmadıkları belki de tek dönemdir. özellikle iyi bir üniversiteye kapağı attıktan sonra, aileleri 4 yıllığına onlara baskı yapmaktan vazgeçer, saçlarını acayip şekillerde kesen/boyayan, o meşhur metro istasyonlarında karşılaşılan çılgın giyinmiş japon gençleri filan işte o güruhtandır. 4 senenin sonunda ise, sihirli değnek değmişçesine hepsi çok "cici" hanımlara-beylere dönüşüp iş hayatına atılırlar. eğer bu döngüye uymazlarsa aileleri tarafından anında reddedilirler, özellikle tokyo böyleleriyle dolu. istediklerini yapmasına izin vermeyen, her bireyden inanılmaz başarılı olmasını bekleyen japon kültürü gençleri ezer. japonya dünyada intihar oranının en yüksek olduğu yerdir (herkes norveç'i filan bilir, oysa norveç sadece avrupa'nın en yüksek oranına sahiptir dünyanın değil) aynı şekilde alkolizm sorunu da japon hükümetinin en çok uğraştığı sorun, ülkede herkes deli gibi çalışıyor, işten çıkınca ise alkole sarılıyor, çünkü insanlar mutsuz...

japon kültürü, genel manada -belki bizim ikiyüzlü diyebileceğimiz şekilde ya da ölümcül bir kibarlık- bizdeki lafın tam aksine "göründüğün gibi olmamalısın ya da olduğun gibi görünmemelisin" düsturu üzerine kuruludur. içinizde berbat biri olabilirsiniz, toplum kurallarına uyduğunuz sürece sorun değildir. ya da harika bir insan olabilirsiniz, şekle uymadığınız sürece beş para etmez. bir yandan hayran olunan "düzenli, nazik, saygılı insanların ülkesi", orada yaşayanlar için bir cenderedir, şekil, daima içerikten önce gelir. bu durum, onları sanat ve işte başarılı yapar; fakat kişisel hayatta, mutsuz, tatminsiz, sürekli ailesini onurlandırması gerektiğini, şirketini utandırmaması gerektiğini düşünen insanlar yaratır. bizim çok mana veremediğimiz seppuku(popüler adıyla harakiri) uygulaması esasen bunun bir yansımasıdır (zannedildiği gibi her japon yapamaz, sadece imparator tarafından izin verilen askeri soylular yapabilir gerçi bunu ya, neyse o ayrı mesele.) onurunu yitiren, başarısızlığa uğrayan insanların özürü yerine geçer, canını alarak onurunu temizler.

lakin artık savaş soyluları olmadığı için, daha güncel ölümler var; kendilerini trenin önüne atan japonlar. üstelik, seppuku dışında intihar da gayet başarısız bir durum olarak görüldüğü, intihar edenler aşağılandığı için, tren şirketleri intihar edenler yüzünden seferler aksadı diye intihar edenlerin ailesine tazminat davası açabiliyor! (aynısı türkiye'de olsa sanırım linç ederler...) keza, içinde birinin kendini astığı ev, bir daha asla alıcı/kiracı bulamayabiliyor, çünkü o başarısızlığın yahut başarısızlığı getiren kötü şansın yeni sahiplere bulaşabileceğine dair inanç hala çok kuvvetli (bu evleri kiralarının düşük olmasından ayırt etmek mümkün. tabii durum, bu hurafeye inanmayan yabancılara yarar genelde.)

kısaca, japonya, birbirinden mutsuz, günde 13-14 saat yaşayan, sonra kazandığı parayla çocuklarını en iyi okullara gönderip onları da aynı cendereye sokan, dışarıdan bakınca zengin ve müreffeh, kibar insanların yaşadığı, içeriden bakınca ise cehennemin farklı bir boyutunu yaşatan bir ülkedir...

ben bir japon olmadığımdan, bana her halde güzel gelir, garipliği onu daha ilginç yapar.

"japonya balina gibidir: denizde yaşar ama balık değildir; balığa benzer ama memelidir." -umesao tadao

baskıcı çocukluk ve baskıcı iş hayatı arasında kalan dilimde, kendilerince eğlenebildikleri tek vakitte japon kültürüne dair ne varsa onla dalga geçiyorlar. çünkü biliyorlar ki o kültür onları da öğütecek ve karşı koymaya çalışmak direkt toplumsal reddedilişi getiriyor. bence japonların hali bayaa acıklı...

2. dünya savaşındaki vahşetleri psikanalistlere göre tuvalet eğitimlerinin acımasız ve sıkı olmasından kaynaklanıyormuş. pedofili ve ensestüel ilişki konulu mangaların yaygınlığı, kadının bir metaolmaktan sıyrılamaması, akıl almaz japon pornografisi, kişinin kendisini öldürmesine sebebiyet verebilecek (bkz: harakiri) güçlü toplumsal süper ego ( bi de marifetmiş gibi anlatılır.) ve en son japonya'da insan hakları başlığı bıraktığım diğer eksikleri tamamlayacaktır: https://en.wikipedia.org/…iki/human_rights_in_japan

Rahatsız olursanız mesajı silebilirsiniz.
 
Son düzenleme:

Bu Konuya Bakmış Kullanıcılar (Üye: 0, Ziyaretçi: 1)

Korsanfan.com Her Hakkı Saklıdır. 2008-2023.
Tasarım Korsanfan V.6.0
Yukarı Çık